Akhisar Ovası meyveye, yemişe, yeşile durmuş. Daha birkaç gün önce, yukarılarda, bir yamaca açılmış yara gibi duran bir maden ocağında beş değil, on değil, yüz değil… bu katliamdan kurtulanların yüzlerine bakınca daha iyi görülüyor; kömür karasından ak ekmeği yoğurmaya çalışan köylerde, kasabalarda kurban olanlar göçmüş, yaşayanlar canlı cenazeye dönüşmüş. O kibir olmasa… Kanacağız Manisa Akıl […]
Akhisar Ovası meyveye, yemişe, yeşile durmuş. Daha birkaç gün önce, yukarılarda, bir yamaca açılmış yara gibi duran bir maden ocağında beş değil, on değil, yüz değil… bu katliamdan kurtulanların yüzlerine bakınca daha iyi görülüyor; kömür karasından ak ekmeği yoğurmaya çalışan köylerde, kasabalarda kurban olanlar göçmüş, yaşayanlar canlı cenazeye dönüşmüş.
O kibir olmasa… Kanacağız
Manisa Akıl Hastanesi’nin aracında ruh sağlığı alanında çalışan kardeşlerimizle Akhisar Ovası’nda ilerliyoruz. Olağan koşullarda akıl hastalarını taşıyan, ambulansla cezaevi aracı arasında bir görünüm kazanmış bu araçtan ovaya bakıyorum. İnsanlar sefası cefaya, cefası vefaya dönmüş toprağa, dala sarılmış, hayatı yeniden diriltmeye çalışıyor. Doğa, tüm canlılığıyla, daha birkaç gün önce canlı cenaze haline bürünmüş insanları yeniden hayata bağlamak için… Sanki var gücüyle uğraşıyor.
Daha bir iki gün önce muktedirin güçlü kibri bir kasabanın orta yerinde küfür, yumruk, tekme olarak kardeşlerimizin üzerine kara bir gölge gibi düşmemiş olsa nerdeyse kanacağım. Nerdeyse, asl’olan hayattır, haydi yaralarımızı saralım ve devam edelim diyeceğim, kime rastlasam. Oysa o küfür, o tokat tehdidi, o tekme ve yumruk zeytin ağaçlarının dallarında, bağlardaki teveklerde yeşile duran ne varsa oracıkta boğuyor, sarartıyor, kül ediyor.
“Öyle çoktular ki…”
Kırkağaç… Yanımda oturan psikolog arkadaş, uzakta kasabanın kıyısına yerleştirilmiş, toprağın bereketini, ovalardan akıp gelen hayatı insana daha uzun sunmak için hazırlanmış soğuk hava depolarını gösteriyor. Kelimeler boğazında düğümlenerek…
“Cemal Hocam, ambulansların içinde üst üste… sonra burada… öyle çoktular ki…” diyor.
Mesleğinin daha başında. Şu birkaç günün tanıklığı bitimsiz sorularla baş başa bırakmış onu:
“Madenciler çıkartılıyor, yerin altından. Dışarıda yakınları öyle bekliyorlar. Bazen çığlıklar yükseliyor. Her şey gerçeğin üzerini örtmek, insanların çığlığını bastırmak için… Sanki yaşıyormuş gibi, sedyede çıkartılırken hava maskesi takılıyor… Sonra ambulansa götürülüyor… Onlarca işçinin cesedi üst üste…”
“Susturun şunları!..”
Kısa zamanda göreceğiz, gerçek bastırıldığında yerini rivayetler ve onlarla beslenen beter kabuslar alıyor. Madenci bir kazadan canlı çıkarılırsa tazminatı daha az veriyorlarmış, o yüzden maskeli çıkartmışlar deniliyor, mesela.
Zaten kül ve su basmışlar içeriye yangını söndürmek için, niyetleri çıkartmak değil, diyor bir başkası.
İnsanların acıları boğazlarında. Bağırıyorlar. Kimi; oğlum, kimi; kocam, diyor. Kimi; oğullarım, oğullarımın babası. Maskeler, o acının o boğazlardan çıkıp birilerine öfke olarak yönelmesini engellemek içindi, deniyor sonra…
Yolda, bir akıl hastanesinin ambulansında tanıştığımız ruh sağlığı çalışanı arkadaşın kucağında ise kendi mesleğini sorguladığı ve unutamadığı anlar kalıyor: İlk günler, canlı çıkmak ümidi diri ve ortalık mahşer yeri. Olup bitenleri ‘organize etmek’le sorumlu olan görevli sağlık ekibine dönüp bağırıyor: “Susturun şunları!” Susmasını istediği ise madenci yakınları.
“Hocam,” diyor, “belki de tüm işlevimiz bu işte; susturmak.”
Maden yerinde bulunduğum tüm gün boyunca kurtarma ekibinden olsun sağlık ekibinden olsun büyük çoğunlukta yapılan işin doğasına dair bu ikircikli huzursuzluk hissediliyordu.
Acıya raptiyelenmiş
Ekipteki arkadaşların bir bölümünü Soma Devlet Hastanesi’ne bırakmak için Soma’ya girdiğimizde, o ova, o tarlalar, bağlar, bahçeler neye inandırmak istiyorsa bizi, kasabanın acıya raptiyelenmiş hali de tersini söylüyor:
“Yasını nasıl yaşayacağınıza dair plan yapılmıştır, her şey hayatta olduğu gibi ölümde de bizim dilediğimiz gibi olacaktır.”
Böyle sesleniyor günün muktedirleri.
Her köşe başında kolluk kuvvetleri… şehirleri, kasabaları birbirine bağlayan şehirlerarası otobüslerde polisler bekliyor.
İçimizdeki uslu psikiyatrist-psikolog kimlikler “Bir daha bu otobüs firmasıyla yolculuk edersem…”le başlayan kallavi bir küfrü ambulansın camına fırlatıyor.
Öfkemiz, akıl hastalarının öfke hallerine karşı ambulansın camına perde olarak iliştirilmiş kalın demir tellerden örülmüş parmaklıklara çarpıp geri dönüyor.
Dışarıda her köşe başına yerleşmiş polislerin görüntüsü ile içinde caddeyi geçtiğimiz aracın hali… Belki de, kendi hakikatimiz, içine düştüğümüz hakikat hakkında en doğru resmi camın içeriden kırılmaması için pencereye vidalanmış bu demir korumalar veriyor.
Soma Devlet Hastanesi’nde kalacak arkadaşları bıraktıktan sonra cinayetin işlendiği yere, madene doğru yol almaya başlıyoruz. Madende kurulmuş “psikososyal destek birimi”nde Türkiye Psikiyatri Derneği gönüllüsü olarak çalışacağız.
Araç madenin bulunduğu vadide ilerlerken karşı yamaçta yeraltındaki yangının dumanı tütüyor. İleride çanak antenleriyle, minibüsleriyle canlı yayın araçları maden ocağının üzerindeki tepeye kurulmuşlar. Jandarma kontrolleri madene epey uzak bir mesafede başlıyor. Aracımız tepeden vadideki maden ocağına döndüğünde kömür karasının ağırlığı da üzerimize çöküyor.
Maden; yeni bir Türkiye… Taziye evi
Jandarma girişi kapatmış. Adlarımız sağlıkçı listesinin içinde. Maden alanına nasıl girdiğimizi, adlarımızın sorulup sorulmadığını, o listenin jandarmaca kontrol edilip edilmediğini, belki kontrol noktasını aşamayan madenci yakınlarının bekleyişlerine dair duyduğum suçlulukla, şimdi hiç hatırlamıyorum. Sanırım işyeri hekimi, madencilerin soyunma bölümünün, banyolarının olduğu ve niyeyse girişinde sadece LAMBAHANE yazan binaya eklenmiş ve girişi farklı bir kapıdan olan bölümdeki psikososyal destek odasını göstermişti.
İki psikolog ve bir psikiyatrist olarak odaya girdiğimizde pek de ne yapacağımıza karar veremeyen bir acemilikle baş başa kalıyoruz. Bu yüzden de odada değil, hemen dışarıda kaba tahtalardan yapılmış uzun masaları çevreleyen sıralara oturuyoruz. İçimizden biri, yeraltı dünyasına tamamen gömülmeyi engellemek ister gibi, “Çay getireyim ben” diyor.
Türk Kızılayı ve İnsani Yardım Vakfı’nın maden alanının çeperine yerleşen çadırları yiyecek ve içecek sunuyor, dileyenlere.
Burası bir yeni Türkiye resmi. Burası bir taziye evi. Taziye evine dönüşmüş bir Türkiye’nin resmi.
Soma… Suriye
Madende nereye dokunsanız, nereye bassanız kömürün ağırlığını hissediyorsunuz. Zaten bir süre sonra yeniliyorsunuz bu hisse, teslim oluyorsunuz.
Bizim gittiğimiz Cumartesi günü en son üç işçinin kaldığı ve onların cansız bedenlerinin çıkartılmasıyla birlikte çalışmanın tamamlanacağı söyleniyordu.
Bir ara inanılmaz bir yağmur bastırdı.
Alandaki büyük çadırlardan birinde jandarmalar, Başbakanlık’a bağlı kurtarma birimlerinde çalışanlar, STK olarak burada yer almalarına izin verilmiş birkaç İslami vakıf ve dernek üyeleri, bizler…
Az ötemizde birer naylon şeritle geçişe kapatılmış maden tünellerinin girişleri. Kömürün taşındığı sistem, paslı kalın demirlerle çatılmış ve gerçekten de bir on dokuzuncu yüzyıl, en azından yirminci yüzyılın başlarından kalmışlık duygusu veren köşeler, sütunlar, çatkılar… bunların arasında süzülen kalın borular… Başbakan’ın 19. Yüzyıl’dan örnek vermesi hiç de boşuna değil, dedirten bir derme çatmalık…
Yağmur kömürün ağırlığını azaltmaktan çok ayakkabıları kaplayan çamurla birlikte artırıyor. Bir ara iki milletvekili geliyor. CHP’den. Türkiye’nin siyasi olarak keskin bir şekilde bölünmüşlüğünün bir başka işareti; milletvekillerinin etrafını İzmir İtfaiyesi’nden buraya yönlendirilmiş ekip çevreliyor. Milletvekilleri onlarla konuşuyor, bilgi alıyorlar.
Psikiyatrist olduğumu öğrenen kurtarma ekibinden bir yetkili, “Bir yandan da bunlar birer deneyim oluyor bize”, diyor ve bakışlarımdaki şaşkınlığı sezmiş gibi, “Suriye meselesinde bu deneyimler çok işimize yarayacak” diye devam ediyor. Şaşkınlığımın iyice arttığını görünce, “Biliyorsunuz kamplarda bir sürü insan var…” deyip tamamlıyor sözlerini.
Özellikle sosyal medyada dolaşan “Madende Suriyeliler varmış…” rivayetinin taşıdığı asıl hakikat de böylece bir belirip bir kayboluyor.
Gölcük, 1999… Soma, 2014
Adını ilk defa duyduğum İslami vakıf ve derneklerin adları temsilcilerinin sırtlarında… Maden alanında sivil toplum örgütü niyetine onlardan başka kimseye yer yok. 1999 Marmara Depremi’ni hatırlıyorum. Toplumun her kesimini incinmiş, ürkmüş ve birbirine sokulan çocuklar gibi birleştiren o korkunç sarsıntıyı. Gölcük’te, Değirmendere’de, İzmit’te… birçok insanın dilinden dökülen “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sözlerini.
Bu sözleri söyleten dinamiklerden biri felaketin boyutu ise diğeri görünür bir şekilde solda temsilini bulan seferberlik duygusu idi. O duygunun nasıl da yeni-sağca alandan kovulduğuna şaşıyorum.
Yeni-sağın borazanlığını yapan medya organlarına bakılırsa Soma halkı Gezicileri istemiyor. Sanki türdeş bir Soma halkı var ve hep birlikte karar vermiş; sol buraya giremez demiş gibi bir hava var yazılanlarda.
Toplumdan söz ederken halk kavramına asla dayanamayan ve ‘yüce millet’ yüceltmesini can simidi olarak kullananların yerelde halka sarılması ve yeni-sağın hemen her yerde ideolojik gövdesini oluşturan esnaf kesimini halka eşitlemesi ayrı bir paradoks.
Fakat tüm girişleri jandarma kontrolüne tabi madenin içinde sivil toplum dendiğinde sadece İslami vakıf ve derneklerin yer aldığına bakılırsa Soma halkının ne dediğinin öneminin olmadığı, onun yerine de en doğrusunu siyasal iktidarın düşündüğü anlaşılıyor.
‘Bir şey olursa senin suçun’ levhaları
Vadinin bir yamacına madenin girişi yerleşmiş. Vadinin içindeki düzlükte geniş bir alan, bu yerleşim yeri. Alanın alt sınırını işçilerin soyunma dolaplarının, teçhizatın, banyoların bulunduğu bölüm ile yine ona bitişik olan ve başka bir kapıdan girilen ‘işyeri sağlık birimi’nin bulunduğu bina oluşturuyor.
Meydana bakan duvarda işçiler için ardı ardına sıralanmış uyarı levhaları, büyük harflerle ‘Bu madende bir şey olursa sorumluluk ben de değil sendedir’ diye bağırıyor:
“İş güvenliği herkesin yararınadır
Uyarı: İş Güvenliği ikaz levha ve işaretlerine dikkat ediniz.
Dikkatli çalış kazayı önle
Nöbetçilerin talimatlarına uy yasak bölgelere girme
Düzensizlik işi bozar iş kazalarını artırır
Önce iş güvenliği sonra iş
İş kazasını önlemek senin elinde
Makinaların koruyucularını çıkartmayın
Gürültüye karşı kulak koruyucunu kullan
Toz maskesini kullan
İş gözlüğünü kullan
Gözleriniz sizindir koruyunuz
Yükü belinizle değil bacaklarınızla kaldırın
Tambur ve makaralarına elinizi sokmayın
Her türlü tehlike ve eksikliği derhal yetkilisine bildir”
Rica ile emir kipi arasında gidip gelen ve tüm sorumluluğu işçinin omuzlarına yükleyen bu buyrukların sonuna ise bir madencinin kabusu olarak ‘İş kazaları ve sonuçları’ sıralanmış. Öncekiler gibi büyük harflerle bağırmayan kısık sesli bir levha bu:
“Kazalardan herkes zararlı çıkar. Eğer kazaya uğrarsanız:
‘Kazalardan herkes zararlı çıkar’ sözüyle başlayan levhada bu sözü izleyen cümlelere bakılırsa herkesle kastedilenin yalnızca madenci ve ailesi olduğu anlaşılıyor. Ne diyelim! Bu açık sözlülüğe levhadaki kolu bacağı sargılı, yüzü gözü berelenmiş madenci bile şapka çıkartmaz mı?
Duvardaki bu levhaların verdiği mesajı, yüzlerce madencimiz öldükten sonra madene yardım getiren İnsani Yardım Vakfı’nın kamyonunun üzerinde yazan slogan tamamlıyor:
“İyilik her zaman her yerde…”
Sloganın üzerinde ise vakfın Pakistan’da, Sudan’da eylediklerini içeren fotoğraflar var.
Lambahane
İşçilerin binaya girmek için kullandıkları geniş kapının üzerinde LAMBAHANE yazıyor. Geniş koridorda biraz ilerleyince hemen sağda yüzlerce lambanın şarjda olduğu bir bölüm gireni karşılıyor. Yüzlerce kedi gözü. Kırmızı, sarı. Lambaların kişiye zimmetli olduğu hem şarj bölmesine asma kilitlerle kilitlenmesinden hem de yandaki uyarılardan anlaşılıyor:
“Başkasının zimmetli lambasını alanlar tesbit edilip disiplin kuruluna verilecektir.”
Hemen altında yine bozuk bir Türkçe ile başka bir uyarı: “Lamba alan herkes aldığı lambanın altına kartını bırakmak zorundadır.”
Sonra yeraltındaki madenci için öncelikle neyin önemli olması gerektiğini kesin bir şekilde hatırlatan uyarı geliyor: “Yer altında lambası sönen herkes sönen lambayı lambahane’ciye teslim etmek zorundadır.”
Burası derin bir koridor. Soyunma dolaplarının ve banyonun bulunduğu soldaki geniş hangara dönüyor. Lambaların bulunduğu bölüm ile soyunma bölümü arasındaki duvarda üç dört metre uzunluğunda ve iki metreye yakın genişlikte bir tabela var. Kirli-kırmızı çerçeveli ve yine kirli-sarı zeminli.
Tabelanın bir ucunda yine bir uyarı: “Yeraltına inerken yanında karbonmonoksit ferdi gaz maskesi olmayanlar hakkında cezai işlem uygulanacaktır.” Diğer ucunda, sol üste yapıştırılmış ilan ise bir yumru olup boğazıma takılıyor:
HAYDİ SOMA
KÜBRA VE EFE’Yİ
HEP BERABER
YAŞATALIM
En fazla üç dört yaşlarında iki çocuk fotoğrafı.
Kız olan oyuncak bebeğini tutuyor.
Erkek olan ise… Belli ki fotoğraf hastane odasında çekilmiş, mikrop kapmasın diye de maske takmış.
Fotoğrafların üzerinde telefon numaraları, altlarında banka hesap bilgileri.
Lösemili çocuklar için bir yardım ilanı bu.
O kamera ve zulüm vadisi
Soyunma dolaplarının bulunduğu hangara girmeden hemen sağda küçük bir oda dikkat çekiyor. Namaz için ayrılmış. Tabanında boydan boya eski kilimler. Bir işçi, ellili yaşlarında, her şeyden ve herkesten yorulmuş… anne karnındaki bebek gibi dizlerini karnına çekmiş, başını göğsüne gömmüş uyuyor.
Dolapların bulunduğu hangar devasa genişlikte. Aralarında bir kişinin şöyle veya böyle hareket edebileceği sıralar halinde metal dolaplar dizili. Gözlerin kapağında hangi işçinin kullanımına aitse onun adı yazılı.
Hangara giriş yerinin hemen üzerinde tavanla duvarların birleştiği köşedeki kamera dikkat çekiyor. “Büyük Ağbi gözetliyor” veya “Kapitalizm hem röntgenci hem teşhircidir.” Bir madendeki soyunma bölümüne giren o kamera ile günlük yaşamın her alanını kontrol etmeye yönelik pornografik ve paranoid arzu, yani muktedirin gözü arasındaki ilişkiyi sezmek hiç de güç değil… Bu katliamdan sonra bu hangarın halini görmek yeterlidir.
Hangarın öbür ucunda, evlerde çamaşır için kullanılan sepetler, kurulmuş bir düzenekle tavana asılmışlar. İçlerinde madencilerin elbiseleri, eşyaları var. Bir ip yardımıyla yukarı çekiliyorlar. Bu hangardaki her şey, yıllardır bir mekanın kaldıramayacağından daha fazla yük ve zulmün bu vadiye boca edildiğini anlatmak için dile gelmiş, bağırıyor.
Dolapların kapılarına iliştirilmiş ve her ne renkte olursa olsun kömür karasıyla bir daha boyanmış, çıkmazcasına onun rengini almış havlular…
Orta yerde birkaç baret ve üzerlerinde belli ki tornavidayla ve acemice yazılmış madenci adları…
O adların sağında solunda baretlerin tüm yüzeyine yayılmış birer yara gibi duran çizikler… Dolapların üzerinde parlaklığını yazılır yazılmaz kaybetmiş ve silinmeye yüz tutmuş yazılar…
Zemini kaplamış kömür tabakası…
Aynı binada başka bir girişle geçilen ‘sağlık birimi’nin tuvaletinin girişinde ise “WC arızalı’ yazıyor. Bunun, kömür lekesini ‘sağlık birimi’ne bulaştırmamak için bir önlem olduğunu, yani tuvaletin çalıştığını öğrenmemiz fazla sürmüyor. Tuvaletin penceresinin plastik aksamında yazılı olan “Pencereyi açık bırakma her taraf toz oluyor” minvali yazı… ise…
O kömür tozu tabakası sanki hiçbir yere bulaşmadan işçilerin soyunma hangarının içinden geçilen banyo ve tuvaletlerde, zemindeki açık mavi kalebodurun üzerinde simsiyah bir çamura dönüşmüş. O siyahlığın içinde mavi bir görünüp bir kayboluyor.
Kalebodur yer yer kırılmış.
Kırık yerlerde siyah su göletleri bir türlü kapanmamış nedbeler gibi.
Madenin fiziki koşullarının ne denli zorlandığının bir işareti de bu banyo; metal dolaplar hangardan taşıp banyo duvarlarınca da sıralanmış.
Sermaye işçi sağlığını hep düşünmüştür: “Sigara içme…”
Yan yana dizilmiş lavabolar duvara boydan boya döşenmiş beyaz fayansların soğukluğuna iliştirilmiş gibi. Bir madenci musluktan akan suyun peşine düşmüş, öyle dalgın bakıyor. Kolları dizlerinin üzerine değin sıvalı…
Tüm zamanların en güçlü bağıyla imanına bağlanmak isteyen bir mümin olmak isteğini cümle aleme ilan etmek ister gibi yavaş hareketlerle abdest alıyor.
Sanki bedeni bir vakitlerden, çok eskilerden, binlerce yıl öncesinden hatırladığı bir seğirmeyi sürdürüyor. Eli suyu alıp diğer koluna götürürken, bir ara her şey, kolun üzerine dökülen su da duruyor.
Belki de eski bir Anadolu geleneğini diriltiyor; suyla gitsin diye gördüğü kabusu suya anlatıyor.
Kapitalizm bunların içinde işçi sağlığını hep düşünür! Fayansların üzerinde sermayenin hijyenik bildiriyi emre dönüştüren her daim ‘kesinlik’li dili ses veriyor: “Banyoda sigara içmek kesinlikle yasaktır.”
Tayyip Erdoğan’ın sigara ile mücadele azmini anlattığı bir televizyon programında Neşet Ertaş’ın yaptığı itirazı hatırlamamak ne mümkün: “…zehir akıtan arabaların egzozlarına bir çare bulunsun efendim. Fakir fukaranın zaten canı burnunda, bir cıgara içecek de…”
Tayyip Erdoğan’ın kamu önünde birine belki de son kez baba diye seslenişi de o itirazdan sonraydı, sanırım: “Neşet Bağbaa… Neşet bağbaaa…”
‘Kara elmas efsanesinin öteki yüzü’
Yüzlerce madencinin öldüğü bu madende bu hijyenin ‘kara elmas’ efsanesine yapıştığı yer ise madenin karşısındaki yamaca yerleşen yönetim binasının önündeki küçük vagonların içinde belli ki en has damardan buraya getirilmiş kömürler. Vagonlar pırıl pırıl. İri kömürlerin parlayan yüzleri aşağıda, vadide acıyla yüz yüze gelmişlerin yaslarına selamsız.
İki köpek yavrusu, az önce yağan yağmurda ıslanmışlar bu vagonların da olduğu yeşil alanda bir gidip bir geliyorlar. Seslenip çağırdığınızda onlarda da bir ürküntü peyda oluyor. Kaçıyorlar.
Binanın önünde resmi araçlar… koruma grupları… Amerikan filmlerinden çıkıp gelmiş gibiler… Başkan ve adamları… Her an tekmelemeye hazır!
Soma madenleri: Yeni Türkiye’nin resmi
Buradan aşağıya bakınca madenin iş cinayetinden sonra aldığı düzen yeni bir Türkiye temsili olarak aşikarlaşıyor.
Karşıda kalın borularla, içine girilirse ziyan olunacağına dair zaten bir duygu veren demir sütunlar, girişler, çıkışlarla madenin girişi… Oradan yeni Türkiye’nin inorganik-çürümeye yüz tutmuş aydınının, akademyasının, sanatının, biliminin gözlerini kapattığı madene, bir sınıfın yaşayan ölü haline getirildiği madene geçiliyor.
Maden alanı naylon şeritlerle kapatılmış. Bakışın muktedir kontrolünde olduğunu ve bu gözleri kapatmanın baskı araçlarıyla ilişkisini görünür kılan bir şekilde şeridin hemen yanında jandarmalar yerleşmiş.
Onlardan sonra sırayı kurtarma ekipleri alıyor ve baskı araçlarıyla, bu alanda Kızılay ve İnsani Yardım Vakfı benzeri İslami vakıf ve derneklerin temsil ettiği ideolojik aygıtlar arasına yerleşmişler.
Ve işte!… Tüm bunlara yukarıdan bakan, olağan koşullarda patronun makamı, şimdi ise; bakanıyla, bürokratıyla resmi kriz yönetimi.
Son üç kişinin de cesedinin çıkartıldığı haberi geliyor. Onlarla birlikte kaybettiğimiz madenci 301. Öyle deniyor.
Son üç kişiyle birlikte…
Üç… toplumsallığın kökenindeki bu sayı, ortadaki sıfırlama ile birlikte, 1’e, bütüne, iktidarın rakamına ketleniyor ve kurtarılmak istenenin kim veya ne olduğu da bilinçsiz temsillerine kavuşuyor.
Yukarıdaki korumalar düzlüğe iniyorlar.
Jandarmalar resmi tören dizilimine geçiyorlar.
Taner Yıldız, Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı… enerji ve tabi kaynaklar… bakanı… etrafında medya çalışanları, tören kıtasına sesleniyor.
Uzakta, iş uyarılarının bulunduğu duvara yaslanmış olanları izliyoruz…
Uzaktan jandarmaların vadiyi dolduran sesleri geliyor: “SAĞOL!”
O ses, beş gündür bu vadiye sığmayan, önce yeraltındaki madencilerden, sonra onların yakınlarından, sonra Türkiye’nin meydanlarından yükselen çığlığı… bastırmak için vadinin yamaçlarında yankılanıyor.
Çadırlar toplanmaya başlıyor.
‘Çalışma’ bitiyor.
Çocuklar… Oyuncak bebekler… Felaketler
İzmir’den buraya gönderilmiş, günlerdir arama ve kurtarmada canlarını dişlerine takıp çalıştıkları yüzlerindeki derin kederden belli birkaç kişi ile sohbet ediyoruz. Önce olup bitenleri olağanlaştıran bir dille ve artık deneyim kazandıklarını, etkilenmediklerini bildiren bir eda ile konuşuyorlar. Hatta psikiyatrist ve psikolog olduğumuzu duyunca birbirlerini gösterip takılıyorlar.
Sonra şimdiden değil de geçmişten gelen görüntüler, sözler geliyor ardı ardına.
“Hocam” diyor içlerinden biri, “Van çok fenaydı… hiç unutamıyorum. Kazaklara, elbiselere bakarak insanların kollarını, bacaklarını tamamlamaya…” Söz düğümleniyor. “Hani” diyor, “çocuklar oyuncak bebeklerin kollarını bacaklarını…” Susuyor.
Çalışanların paylaştıkları deneyimlerden anlaşılıyor ki ‘kurtarıcılar’ için en örseleyici an kurbanların beden bütünlüğünün incinmesi. Hepsi ruhsallığından bir şey kopmuş gibi anlatıyor, o karşılaşmayı.
Bir diğeri sözü alıyor. Ormanda bir genci arayışlarını… sonunda o genç erkeğin asıldığı ağacı… hiç unutamadığını söylüyor.
“Tünel… burada tünelin dağın içine doğru gidişi…” Bundan söz eden ise hala çarpıntılar içinde gibi.
İkisi psikososyal destek biriminde görüşmek istiyor. Tünelden söz eden kardeşimiz “Hocam, psikolojik yardım istesek, sanki işi bünyemiz kaldırmamış gibi bir bakış oluyor… Sanki erkek adam işte etkilenmez… böyle bir şey var”, diyor. İzmir’de daha önce birine gittiğini, hiç dinlemediğini, devlet hastanelerinde kendisini biraz olsun dinleyecek bir psikiyatristin adını verip veremeyeceğimi soruyor.
Fotoğrafta eksilen
Akşam iniyor madene. Ekipler toplanıyor.
Sosyal hizmet uzmanları, psikologlar, endüstri mühendisleri, kurtarıcılar…
Çoğu yirmili yaşlarında…
“Afette cesur olursanız, atak olursanız başarılı olursunuz.”
Ekibi yönlendiren lider sözü bu…
Bu söze ek: Van’dan sonra ikinci önemli deneyim kazanımı olarak ‘maden vakası’ belirtiliyor.
Hepsinin yaptıkları işe ‘kahramanlık mitosu’ ile sarıldıkları ve bazılarının bunu, kendini tüketircesine yaşadıkları söylediklerinden anlaşılıyor.
“Çok mutluyum; televizyonda izlemekten başka bir şey burada olmak. Basit şeyler bile… mesela onlara çay getirmek… onlarla ağlamak… Hatta bazı arkadaşlarım profesyonel ol, diye beni uyardılar,” diyor içlerinden biri.
Üç gün içinde olanlara dair anlattıklarıdır:
“Hiçbir şeyi değil, ölü veya diri eşimi istiyorum diyen kadınlar vardı. Yanında çocukları…” Kadın ve yanındaki çocuk fotoğrafı. Fotoğrafta eksik olanı arayan… Dünyanın her yerinde ve Soma’da aynı imgeye bunca güçlü işaret eden başka bir fotoğraf bulunabilir mi!
“Kadın yeni doğum yapmış. Sürekli konuşuyor. Ateş içindeymiş gibi. Diğerlerini de alevlendiriyor. Madencileri çıkartanlar da madenciler. Arkadaşları. Kadına öfkelenmeye başladılar. Çok konuşuyor bu kadın, dediler. Kadının öfkesi size değil, demek geldi içimden. Ailelerin öfkesinin nedeni bilgi alamamaktı. Bilgi aldıkça rahatladılar. Yoksulluk, maden işi… bunları kabullenmişler zaten. Bir süre sonra bazı ailelerle duygu birliği yapıp bu gelen İbrahim olsa filan demeye başladık.”
Nemrudlar ve İbrahimler
İbrahim’in trajedisi onların dilinde bir kahramanlık öyküsüne dönüşmüş.
Madenci.
Kurtarmada çalışıyor. Defalarca madene giriyor ve arkadaşlarını kurtarıyor.
Son girişinde çıkamıyor ve kurtardığı arkadaşları madende cansız bedenini buluyorlar.
Dışarıda annesi belki dua, belki olup bitenlere ilenme, sürekli aynı şeyleri tekrarlıyor. Oğluna da kızıyor kurtulmuşken tekrar madene girdi diye.Bunları anlatan sosyal hizmet uzmanı “Ben normalde kızarım etrafımda aynı şeylerin tekrarlanmasına” diyor, “bu kez öyle olmadı, ben de bir süre sonra kadınla aynı şeyleri tekrarlamaya başladım.”
Sonra İbrahim’in annesine sarılıyor. İki kadının sarılmasına toprak da eşlik ediyor. Derinlerden bir söylenceyi getiriyor ikisinin ortasına bırakıyor. Genç kadın, oğlunu yitirmiş olan anaya Hz. İbrahim’in söylencesini anlatıyor. “Zalim Nemrud, İbrahim’i ateşin içine attı. Ve Allah serin ol dedi ve ateş su, odunlar balık oldu.”
Birlikte ağlıyorlar. Yaşlı kadın susuyor.
O bunları anlatırken gücün insanı nasıl başkalaştırdığını düşünüyorum. Tayyip Bey’in 12 Aralık 1997’de Siirt’te yaptığı konuşma, şu ünlü ‘Minareler süngü…” ile başlayan şiiri okuduğu konuşmayı düşünüyorum. O konuşmadaki sözlerini: “Her devrin Nemrudları vardır… Ama biliniz ki her Nemrud’un bir İbrahim’i vardır.”
Bizim İbrahim, Soma cehenneminde… kardeşlerini günün putlarına; paraya, yükselen gökdelenlere, onların gölgesi olarak yeryüzüne inen tekmelere karşı korurken İbrahimlerin bu topraklarda tükenmeyeceğini de gösterdi.
Genç kadın, bunları anlatırken şaşırıyor. En çok da kendine!..
“Çok duygusal olmama rağmen acayip de gücüm varmış” diyor.
Gerçek… Toprağın yüzü… Kola köpüğü
İlk günden beri burada olanların unutamadıkları ne mi? Koku… İnsanın binlerce yıldır karşılaşmamak için duvarların arkasına, mezarlıklara kapattığı koku. Cesetlerin kokusu. Öylesine rahatsız edici olmalı ki ancak bir başkası da paylaşıyorsa dile geliyor: “Sürekli, sizde de var mı bu koku, diye soruyorum.”
Madene geldikten sonra, bir süre yemek yiyememiş. Hatta Kızılay ve ihh çadırlarından yemek eksik olmamasına, insanların yemek yemesine bir süre öfkelendiğini söylüyor.
Geldiği gün valizini açmış, eşyalara da öfkelenmeye başlamış: “Bunu niye getirdim ki!.. Bunu niye getirdim ki!…”
Nesnelerin, insanların düzenini altüst eden, kıymetli olanı değersizleştirip neyin değerli olduğunu sezdiren Gerçek’i bir başkası dile getiriyor: “Genzimde bir ceset kokusu var. Bir süre de geçmeyeceğini düşünüyorum. Burada cesetler çıkmadan dualar okunmaya başlanmıştı… Bazıları umut doluydu. Benim eşim bir hava boşluğu bulmuştur, diyordu. Bazıları çoktan kabullenmişti…”
Susuyor bir süre.
Toprakla ömür boyu uğraşmış ve nihayet yüzü toprağın yüzüne benzemiş bilge köylü kadınlarının bakışıyla: “Artık acıları hissetmemeye başladım. Neden böyle olduğu hakkında hiçbir fikrim yok”, diyor.
Suyun içinde kalan madenci bedenlerindeki değişimle karşılaşınca nasıl öfke ve nefretle dolduğunu anlatıyor bir diğeri: “Sanki”, diyor “biri bir kola şişesini çalkalıyor, köpürüyor kola, biz de köpüğünü alıyoruz. Fakat kola hala orada…”
Baştaki kahramanlık mitosu ve burada insanlara yardım etmenin gönenci özellikle bürokratların tutumlarıyla karşılaştıktan sonra yapılanların işlevini sorgulamaya da dönüşmüş.
İnsan nakil bandı, psikiyatri, sermaye
Bunları konuştuğumuz odanın duvarlarında başka levhalar, kurallar:
1 vuruş dur(STOP)
2 vuruş yukarı çek (KARO)
3 vuruş aşağı sal (ARIN)
4 vuruş insan geliyor
5 vuruş kazalı geliyor
Bir bilimkurgu öyküsünden fırlamış gibi duran sözler. Yaşadığımız hayatın bilinçsizine atılmış, bastırılmış nice kalıp…
Şimdi bu cinayetin yeni sağın cezalandırma-ödüllendirme tahterevallisinde yoksullara yönelmiş Vandallığının sonucu olduğunu daha iyi biliyoruz.
Cezalandırma- ödüllendirme… Buna bu madendeki emekçileri öldüresiye çalıştırıp azami miktarda kömür çıkarttırma ve başka bir yerdeki yoksullara o kömürü sadaka olarak dağıtma da diyebiliriz.
Kömürü çıkartanla sadakayı alanlar kendilerine aynı kaderin kefeninin biçildiğini anlamadıkça bu böyle sürecek…
Bu arada, kurumlar da, mesela psikiyatri ve psikoloji kurumları, olağan koşullarda o madenlerdeki koşulların insan ruhsallığına uygunluğunu hiç merak etmemiş olmanın utancı düşecek.
Katliamlarda, felaketlerde incinenlere ‘travmatize oldunuz… travmatize oldunuz’ diye koşuşun ikiyüzlülüğü ise başka bir dert ve yukarıdaki sadaka iklimine pek uygun.
Zira ana fikri epey ideolojik: “Ey sermaye! Üretim ilişkilerinde bu insanların canını ne kadar yakarsan yak! Beni ilgilendirmez. Sonuçta böylesi katliamlar, felaketler olursa da merak etme, ben buradayım, incinenlerin yarasını sararım.”
Duvarda başka bir levha:
“İNSAN NAKİL BANDI ÇALIŞMA SAATLERİ
VARDİYA 1- 07.45 -08.15
VARDİYA 2 – 15.45 -16.15
VARDİYA 3 – 23.45 -00.15
Bu saatler harici banda binmek yasaktır.”
Oysa hepimiz her daim o banttayız. Hepimizin insanlığı o banda binmiş o madenin tünellerinde…
Ve dünya hala dönüyorsa… Gözlerimizi kapattığımız bu zulmün gücüyle değil…
Bu dünya dönüyor; o İbrahimlerin emeğine hürmetle…
Şükran duyalım.
O emeğe.
* Daha önce Yurt Gazetesi’nde yazı dizisi olarak yayımlanmıştır.