Gözaltına alınan diğerlerinin ve benim yaşadıklarımın tamamen hukuksuz olduğunu sadece yakınlarımın değil herkesin bilmesi gerektiğini düşündüğüm için bu yazıyı yazıyorum
1 Mayıs günü Beşiktaş’ta gözaltına alınanlardan biriyim. Gözaltına alınan diğerlerinin ve benim yaşadıklarımın tamamen hukuksuz olduğunu sadece yakınlarımın değil herkesin bilmesi gerektiğini düşündüğüm için bu yazıyı yazıyorum.
1 Mayıs günü çalıştığım reklam ajansındaki iş yoğunluğundan ötürü tatil değildi benim için. 10.00’da başlayan mesaime yetişebilmek için Türkiye Hastanesi (Halide Edip Adıvar Mahallesi) yakınındaki evimden çıkıp Çağlayan metrobüsüne ulaşmak için yola çıktım fakat metrobüse ulaşabilmem mümkün değildi çünkü polis ana caddeye çıkmama izin vermiyordu.
Bir sonraki aradan tekrar ana caddeye çıkmayı denedim, caddeye çıkan tüm sokaklar kapatılmıştı ve çıkamadım. Önümden geçen iki taksiyi durdurdum, ikisi de boştu fakat onlar da caddeye çıkamıyorlardı. Tüm yollar kapalı olduğu için beni almadılar ve istikametimin aksi yönünde Şişli Merkez Parkı’na doğru yürümeye başladım. O taraflardan da çıkmam mümkün olmadı ve Bomonti bölgesine doğru yürüdüm. Amacım, bir şekilde fulya tarafına geçip oradan iş yerimin bulunduğu Levazım’a ulaşabilmekti.
DİSK binasının önüne kadar yürümek zorunda kaldım. DİSK binası önündeki kalabalığı da geçip, nihayet bulabildiğim bir aradan ana caddenin karşı tarafına geçtim. Fakat artık Fulya tarafı da bana uzak kalıyordu. Nişantaşı daha yakındı. Nişantaşı tarafına doğru hareket ettim. Yukarı doğru çıkan bir yokuş aradım ki, Levazım’a yakın olan Gayrettepe ya da Zincirlikuyu tarafına çıkabileyim, ancak onu da yapamadım.
Saate baktığımda 10’u geçtiğini fark ettim. Adımlarımı hızlandırdım ve bir yokuştan aşağı indim. Beşiktaş Evlendirme Dairesi’nin oradaydım. Oradan yukarı doğru yürümek istedim fakat bir grup kalabalık bana yukarıda polis olduğunu geçişin kapalı olduğunu söyledi. Nitekim onları dinlemeyerek yukarıya doğru 200 metre yürüdükten sonra durumu fark ettim. Polis, gelenleri geri yönlendiriyordu. Yapacak bir şey yoktu. Beşiktaş çarşıya doğru yürüdüm. Çarşıya geldiğimde olayların olduğunu fark ettim.
Sigara almak için market aradım, sigarayı aldıktan sonra, olaylardan uzaklaşabilmek için bir yokuştan yukarı çıktım. Tam o sırada ne olduysa oldu ve yokuşun çarşı kısmından yukarıya insanların koştuğunu gördüm. Bana doğru geliyorlardı, ben de onlarla birlikte yukarı koşacaktım ki, yukarıdan aşağı doğru koşan başka bir kalabalık da aşağı inmeye çalışıyordu. Köşeye sıkışmıştık. Yaklaşık 200 kişilik bir grup bir binaya sığınmaya çalışıyordu. Polisler yaklaşmıştı. Ben de onlarla birlikte binaya girmeye çalıştım ancak çok kalabalık olduğu için vazgeçtim ve binanın bahçesi ile yolu ayıran duvarın dibine saklandım. Yanımda iki kişi daha vardı. Polis çok yakınımızdaydı. Birbirimize sessiz olmamızı söyledik ve sessizce bekledik. Binanın bahçe kapısının orada yaklaşık 20-25 kişilik bir çevik kuvvet ekibi bekliyordu. Biz onları görebiliyorduk ancak onlar bizi göremiyordu. Binanın içine saklananları nasıl alabileceklerini tartışıyorlardı ki, tam o sırada içlerinden biri “buradalar, bahçedeler” diye bağırdı. Artık yapacak bir şey yoktu. Önce çıkmadık fakat sonra bir ya da iki kere plastik mermi sıktılar ve çıkmak zorunda kaldık. Saklandığım yerden çıkıp bahçe kapısına doğru yöneldim ve işkence başladı.
Bahçe kapısını açan bir çevik kuvvet yakamdan tutarak beni kendine doğru çekerken hayalarıma tekme attı. Yere düşmek üzereyken biri tarafından tutulup dışarı sürüklendim. Bu sırada güneş gözlüğüm düştü ve bir çevik kuvvet polisi gözlüğün kasıtlı olarak üstüne basarak kırdı. Ellerime ters bir vaziyette plastik kelepçe takıldı ve yürütülmeye başlandım. Yürütülürken, benimle birlikte alınan diğer arkadaşa bir çevik kuvvet polisi “Sen ibne misin?” diye sordu. Arkadaş “Hayır” diye cevap verince, “iyi, birazdan ibne olacaksın, artık ibnesin!” şeklinde bir cevap aldı.
Benim kolumdan tutan polisin diğer elinde bir sopa vardı. Bir ara durduk ve bir sivil polis, beni tutan polise elindekinin ne olduğunu sordu, o da, “bu arkadaştan çıkmış komiserim” şeklinde cevapladı ve sopayı ters kelepçeli elime tutturmaya çalıştı. Ben üzerinde parmak izim çıkmaması için ellerimi yumruk şeklinde sıktım, çaktırmadan sopayla ellerimi açmak için vuruyordu, 4-5 kere vurduktan sonra direncimi kıramayacağını anlayınca sopayı kenara bir yere fırlattı. Bu vaziyette, aslında çok basit bir şekilde inebileceğimiz Beşiktaş meydanına, ara sokaklarda “ibret-i alem” olsun diye dolaştırılarak indirildik. Yürürken sürekli düşmemiz için çelme takıyor, hakaret ediyorlardı.
Nihayet Beşiktaş meydanındaki trafik ışıklarının oraya getirildim. Bu sırada CHP’li bir milletvekili olduğunu sonradan öğrendiğim Mahmut Tanal (ki kendisi son dakikaya kadar bizleri yalnız bırakmadı) beni polisin elinden kurtarmaya çalıştı. Polis ekipleri hem Tanal’a vurdu, hem de bana… Yakın mesafeden biber gazı sıkarak Tanal’ı uzaklaştırıp beni 15 kişilik bir çevik kuvvet ekibinin arasına aldılar. Başımı eğerek bir şey görmemi engellediler.
Başım öne eğik vaziyette beklerken, bir çevik kuvvet polisi sakalımı çekiyor, bir diğeri küpelerimi çekerek kulağımı yırtmaya çalışıyor, bir diğeri t-shirt’ümden elini içeri sokmuş omuz bölgemi tırnaklarıyla kanatıyor, bir diğeri de kafama sürekli darbeler indiriyordu. Linç edilmek üzere olduğumu fark ettim ve artık kesinlikle karşı koymam gerektiğini düşünüp çırpınmaya başladım, kimine tekme atıyordum. Beni tırnaklayıp çimdikleyen, çocukluğunda büyük ihtimalle ağır travmalar yaşamış olan çevik kuvvet polisine “Karı gibi ne çimdikliyorsun orospu çocuğu? Vuracaksan adam gibi vur!” dedim ve bunun üzerine sağ gözüme 1 ya da 2 santim uzaktan biber gazı sıkıldı. Kafamı kaldırdığımda üzerinde fosforlu yeşil üniforması bulunan bir polis’in (kendisini çok net teşhis edebilirim, nitekim o çirkin sıfatını unutabileceğimi sanmıyorum… ) elindeki kalın boru ile yüzüme doğru vurmak için gerildiğini gördüm. Tam vurmak üzereyken ona doğru atıldım ki aramızda yüzüme vuracak kadar mesafe kalmasın. Bu sırada yüzüme vurmak için kaldırdığı boruyla sırtıma vurabildi.
Sonrasında iki çevik kuvvet polisi tarafından oradan uzaklaştırılıp sivil bir araca bindirildim. İki yanıma iki polis oturdu ve Çırağan tarafındaki Beşiktaş karakoluna götürüldüm. Karakolda hala yanmaya devam ediyordum ve gözüm sürekli akıyordu, göremiyordum.
Oturtulduğum yerde, masada bulunan gaz maskesi, baret gibi bazı şeyleri bana doğru uzatarak (ellemem için yapıldı) benim olup olmadığını sordular, hiçbirini ellemedim ve benim değil dedim.
İmzalattıkları tutanakta, “yürüyüş kanununa mukavemet, kamu malına zarar vermek ve polise hakaret” ibareleri yer alıyordu. O sırada yapacak hiçbir şeyim yoktu ve imzaladım. (Sonradan avukatım yanımda olmadan imzaladığım için şerh koydurduk ve geçersiz hale getirdik yasa önünde…)
İstinye Devlet Hastanesi’ne götürüldüm darp raporu almak için. Doktor, gözümdeki hasar için “kızarıklık” yazdı. Durumun şokunu henüz atlatamadığımdan hiçbir şey demedim. Sağ gözümün korneasının yırtıldığını ve var olan astigmatımın %300 arttığını sonradan öğrendim.
Gece saat 8’e kadar Beşiktaş emniyet amirliğinde tutulduk. Bu sırada ÇHD avukatları ve CHP’li vekillerden Kadir Öğüt bizi yalnız bırakmadı ve her anımızda yardımcı oldular, yiyecek içecek ihtiyacımızı karşıladılar. Avukatlarımız eşliğinde Beşiktaş’ta ifadelerimiz alındı. Ardından Vatan Emniyet Müdürlüğüne götürüleceğimiz haberini aldık. Avukatlar salınmanız için elimizden geleni yapıyoruz fakat bu gece orada kalabilirsiniz dediler. Zaten morallerimiz bozuktu.
Otobüslere bindirilip Vatan Emniyet müdürlüğüne götürüldük. O zamana kadar açık şekilde yanımızda olan telefonlarımız Vatan’a geldiğimizde elimizden alındı. Ayakkabı bağcıklarımıza kadar üzerimizde ne varsa alınarak, yer olmadığından ötürü terörle mücadele nezarethanesine yerleştirildik. Benim sağ gözüm çok yakından yediğim biber gazından ötürü şişmiş davul gibi olmuştu, hala akıyordu. Nezarete girdiğimizde bize “ince arama” yapacaklarını söylediler. Sadece kilodum kalana kadar soyuldum ve arama yapıldı. Bizimle birlikte alınan bazı kız arkadaşlarımızın arama sırasında taciz edildiğini tahmin ediyorduk.
Gözümden ötürü hastaneye gitmem gerektiğini söyledim, içlerinden birisi istersen banyoya götüreyim, elini yüzünü yıka dedi, “yıkamayla geçicek bir şey değil, görmüyor musun” dedim, hastaneye götüreceklerini söyleyip bizi üç kişilik nezarethanelere yerleştirdiler. Nezarethanede ışıklar her daim açıktı ve saat ya da ayna bulunmuyordu. Polisler, saati sorduğumuzda yanlış cevaplar veriyordu. 12 gibi talep ettiğim hastaneye saat 4 sularında gidebildim. Haseki Hastanesi’ne götürüldüm. Polislerden sigara rica ettim fakat kendileri içtiği halde vermediler. Hastanedeki doktor, polis eşliğinde getirildiğimi görünce, gözüme sadece ışık tutup bir şeyin yok diyerek bir reçete yazdı. Reçetenin üzerinde ne mühür vardı, ne bir imza, ne de bir isim… Avukatlarımızla görüştürülmediğimiz için reçeteyi veremedim hala da benim yanımda durmaktadır.
Ertesi gün, darp raporu almak için hastaneye ters kelepçe ile ve kötü muamele ile götürüldük. Doktorlar, bende gördükleri morlukları darp izlerini olabildiğince düşük bir şekilde yazmaya özen gösteriyordu. Raporlarımız alındıktan sonra, otobüste, kelepçe taktırmak istemeyen bir kız arkadaşımızın saçı bir kız polis memuru tarafından çekildi ve hakaret edildi.
Nezarethanede verdikleri sabah kahvaltısı menüsü şöyle idi: Bir adet tarihi geçmiş üçgen peynir, bir adet reçel ve bir adet tereyağ. Yanında da tarihi geçmiş su ve bayat ekmek. İlk gün bilinçsizliğimizle yemeği yedik fakat ardından 48 saat boyunca yemek yemedik. Yemek yemeyenlere açlık grevinde olup olmadığını sordular. Açlık grevinde olanlara ancak iki gün sonra su ve şeker vermeye başladılar.
Tuvalete gitmek için her nezarethanede bulunan kameraya el sallamamız gerekiyordu, bağırdığımızda ya duymuyorlar, ya da duyuyorsalar bile gelmiyorlardı. Biz de kameranın önünü battaniyeler ile kapatarak zorunlu olarak gelmelerini sağlıyorduk.
Savcının ek gözaltı süresi istemesi üzerine bize ek gözaltı tutanağı imzalatmaya çalıştılar tutanakta, Molotof kokteyli atmak, bomba düzeneği bulundurmak gibi suçlamalar yer alıyordu. İmza atmaktan imtina ettik. Bu sırada tabii polisin gereksiz sert üslubuna yine tanık olduk. Sanki suçluymuşuz gibi fotoğrafımız çekilip parmak izimiz alınmaya çalışıldı. Her gün imzalattıkları tutanaklarda, her gün sormak zorunda oldukları bir soru vardı. Ailenden birine haber vermek istiyor musun? Herkes bu bölüme evet diyor ve bir yakınının numarasını veriyordu. Verdiğim numaraların hiç aranmadığını, hiç konuşulmadığını dışarı çıktığımızda öğrendik…
Usulsüz, hukuksuz, uykusuz ve aç geçen dört günün ardından sabah 6 buçuk’ta savcıya çıkarılmak için Çağlayan Adliyesi’ne getirildik. Burada gece geç saatlere kadar bekledik. Bu sırada içeride canımız sıkıldığından bize avukatlarımız tarafından temin edilen yemeklerin folyolarından kendimize top yapı oynadık. O da tabii topun dışarı kaçıp bir polisin tekmeyle topu daha da uzağa bir yere atmasına kadar sürdü. Neyse ki sonra bir daha yapabildik. Savcıya çıkarılmayı beklerken polis bize bilerek yanlış bilgiler verdi. Savcıya çıkarılmadan salınacağımızı söyledi, sanki bir işe yarayacakmış gibi telefonla birisiyle konuşur gibi yapıp salıverin şunları yahu şeklinde konuşarak umudumuzu yeşertmeye çalıştı ki, sonra daha çok moral bozukluğuna uğrayalım… Neyse ki, günler geçtikçe içerideki insanlar da bilinçlenmişti. Halaylar çekildi, oyunlar oynandı, hatta bir forum bile düzenledik.
Savcıya çıkarıldığımda savcı, “Şüpheli zannıyla gözaltına alınan kişi aslında mağdurdur” ifadesinin akabinde takipsizlik kararı verdi.
Kötü bir tecrübeydi, ancak devlet terörünün, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hukuksuzluğuna yakınen tanık olduğum için hayatımdan memnunum. Zaten sevmiyordum, artık sevmeyişimin bir ispatı, bir güvencesi var; o da yaşadıklarım…
Her şeye rağmen hayat devam ediyor. Vücudumdaki morluklar geçmeye başladı, gözüm ise daha büyük bir problem, iyileşmesinin 3-4 ayı bulacağını söylediler. Ben ise tüm darp raporlarımı toplayıp hakkımı arayacağım. İnsan hakları mahkemesine kadar ilerlemeyi düşünüyorum ve bu konuda bana destek olacak yürekli ve vicdan sahibi yüzlerce hatta binlerce avukatın var olduğunu da biliyorum. Biliyorum ki vicdan sahibi insanlar benim yanımdalar!
Yine de tüm bu yaşadıklarımdan sonra son sözüm ne mi?
Ben Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin vatandaşı olmaktan utanıyor, tiksiniyorum.