Seçimlere ve seçimleri önceleyen politik gündem olarak Gezi ve Kürt Hareketine bakarak bir okuma yapacak olur isek; Haziran Ayaklanması’nda realize olan ortaklık bugün brüt olmayan haliyle, yani dağılmış, büyüsü bozulmuş haliyle sandığın devletlûsu CHP’den yana idi. Bu ideolojik bir CHP’lilik değildi/r Bugün geriye dönüp baktığımızda, özelinde de 17 Aralık sonrasına: Temsil edenler ve temsil olunanlar […]
Seçimlere ve seçimleri önceleyen politik gündem olarak Gezi ve Kürt Hareketine bakarak bir okuma yapacak olur isek; Haziran Ayaklanması’nda realize olan ortaklık bugün brüt olmayan haliyle, yani dağılmış, büyüsü bozulmuş haliyle sandığın devletlûsu CHP’den yana idi. Bu ideolojik bir CHP’lilik değildi/r
Bugün geriye dönüp baktığımızda, özelinde de 17 Aralık sonrasına: Temsil edenler ve temsil olunanlar arasında bir temsil krizinden söz edebilir miyiz? Kuşkusuz yazıyı seçimler sonrası yazmanın avantajlarını taşıyorum. Gel görelim ki bu soruya dair farklı sekanslarda verilecek farklı yanıtlar üretmek mümkün. Hakikat uyarınca, kanıt uyarınca, amaç uyarınca.
Nicos Poulantzas temsil krizine dair vaktiyle şöyle demişti: “Devlet aygıtının kendi rolünün genişlemesi (ordu, polis, mahkemeler, idare); biçimsel hükümeti bir çeşit kısa devreye sokar, kurulu hukukî düzeni karakteristik biçimde değiştirir, gerçek siyasal iktidarı bu partiler formundan -yani parlemento- alıp mutlak anlamda devlet aygıtındaki kliklere aktarır.”
AKP iktidarında (biraz mübalağa yapmakta beis yok) bu süreç devlet aygıtının rolünün genişlemesi, biçimsel hükümetin kısa devreye sokulması bağlamında tamı tamına doğrulanmakla birlikte; kliklere eklemlenme noktasında neredeyse bazı ince ayrımlarla ters istikamette ilerlemiştir. Klikler toplamı ve fazlası olarak Devlet yapısını düşünecek olur isek, bir hükümet partisi olarak AKP kliklerin varlığından haberdar olarak iktidarını tesis etmiştir. Yönetememe krizi ile mi, zora düştüğünde mi; devlet aygıtı onu kliklerden birine aktarmıştır yoksa o kliklerden bazılarını devre dışı çıkarmak istemesi üzerinden mi sıkıntı yaşamaktadır? Bazı kliklerden kastım (liberallerin vesayet olarak kodladıkları kesimler değil) Cemaat’tir. Devlet aygıtı hükümet partisine kanalize oluyor, demek istememekle birlikte (yani devlet teorisini baş aşağı okumamakla birlikte), gelinen aşamada kurumlar ve AKP arasında neredeyse bir korelasyon oluşmuştur. Başından itibaren Kurumsal devletin içinde düşünülmesi gereken AKP yöneteme krizini bypass etmek için saldırgan klik olan son truva atına el uzatmıştır. Her şeye karşın, asıl devlet partisi tarihsel CHP’yi bir kenara koyar isek, aygıtın kurumsallığına en yaklaşan iktidar partisi olarak AKP’yi anmak gerekir. Bu da AKP’nin Cemaat’ten devşirdiği kadro birikimi ile değil, aygıtın kurucu ideolojisi ile yaşadığı ideolojik gerilimden ve bu gerilimi aygıtın kurumlarına yüklenerek aşma istemindendir ve esasında hükümet erki, devlet erki ilişkisindeki makasın açısını azaltacak olan yerelden ve yereldeki aktörden çok yeni dönemin paradigmasının kayganlığıdır. Global düzeyde Devletin kurucu paradigmasını değiştiren bir anlayış olarak yönetimsellik, düzenleyici gücünün pratik temsilini üstlenen iktidar partilerinin, kurumsal bir yapı olarak gücün egemenliği üzerinden iktidarın iplerini sıkıca tutmasının garantörü değildir; daha karar odaklı ve sistematik bir yönetim anlayışında ya küresel sermaye istemleri lehine uygulama alanında dahi yedeğe düşmemek için hiç pürüz çıkmayacak ya da devlet aygıtlarına yayılma üzerinden hükümet partisi erkini bir müddet daha gerçekleştirecektir. Halihazırda olan aygıtlar üzerindeki tasavvur global sermayeye düzenleyici bir güç olarak açılmanın, kendini alıcı gözüne sunmanın esasını teşkil eder. Onun hükümet erkini elinde tutmasının yegane nedeni sağladığı temsiliyet yanında küresel sermayeye devlet aygıtlarındaki nüfuzunu ve aygıtlarla uyumlu olarak halkı layıkıyla yönetebileceğini hissettirmesindendir. Ayrıca bu yeni dönemde doğrudan aygıtların kontrolünü aşan karşılıklı hatta yer yer iktidar partisine geçen bir denetleme söz konusudur. İktidar partisi aygıtların fethine de yönelmesini anlaşılır kılar bu durum. Çünkü yönetmenin disipline etmekten ve geçici rızadan daha zor olduğu bir aktüel uğraktan bahsediyoruz. Rızanın bir hükümet partisi üzerinden kalıcılaşması yönetimsellik paradigmasının sınırlarını da tartışmaya açar.
Gelinen süreçte kanımca AKP iktidarı açısından burada bir kuralsızlık yok, kuralın kadro devşirdiği grupla ihtilafa düşerek gerçekleştirilememesi, yarım kalması var. (Gel görelim ki devlet aygıtlarına Cemaat’in “görünmez eliyle” en fazla nüfuz eden iktidar AKP idi ve yerine gelecek olan partinin kurumsal düzeyde ondan daha güçlü olmasının Cemaat-CHP dışında nesnel koşulu yoktu.)
Burada iki soruyu sormak durumundayız. İlk soru yönetimsellik paradigmasında esas belirleyenin kurumsal olan mı yoksa siyasal olan mı olduğu, ikincisi ise bunun dışsal mı yoksa içsel bir nedeni taşıyıp taşımadığıdır. Şayet iktidarda olmanın koşulu kurumsal güç ise kurumsallığı taşıyan aktör Cemaat’tir. Yok eğer siyasal temsil ise bunu sağlayan da geniş “halk” yığınlarının, kitlelerin desteğini arkasına alan AKP’dir. AKP’de eksik olan kurumsallık; Cemaat’te eksik olan -siyasal olmaması değil- siyasal bir parti adı altında sekülerize olmamasıdır. AKP’de sekülerize olan Cemaat bunu son seçimde CHP’de denemiştir. Mesele içsel değildir ve yönetimselliğin alamet-i farikası kurumsal olan üzerinden pratikte işlerliğidir ve yönetimsellik paradigması uyarınca globali yerelde gözetmesidir. Gel görelim ki siyasalın AKP adlı varlık nezdinde istenildiği düzeyde kurumsal olamadan yeniden iktidarı söz konusudur.
Demek ki dışsal belirleyenler nezdinde mesele ya siyasal ya da eminlik taşımamakla birlikte AKP gözden çıkmıştır. Gözden çıkması kurumsal ağı tesis edememesi olduğu gibi Global ölçekte istenilen sınırı geçerek aygıtlardaki kontrolü devre dışı kılmak istemesi diyenler de nitekim bulunmakta. Bu AKP’ye ister istemez global sermaye ile çatışan “milli”ci bir rol yüklemek anlamına gelecektir. İşin bu kısmına itibar etmemekten yanayım. Bu ifadenin zımnen de olsa dile getirildiği kanal Aydınlık ve Perinçek’tir.
AKP bir nevi silahsız iç savaş yaşadığı muarızları ile ilişkisi açısından düşünüldüğünde savaşa sebebiyet veren mesele kurumsaldır. Cemaat kurumsal onayını ve konumunu siyasallığının önüne geçiren küresel bir aktördür.
Ve yine bir başka aktör olarak burada devlet aygıtının temel dinamosu olarak ordunun pozisyonundan bahsetmek gerekir. Ordu da yerel ve global dünyasallık daha köşeli kendini pratize ettiği için, iktidar partisinin operasyonel hamlesine de -global sermayeyi siyasal proje olarak da gözetip devletin vurucu aygıtı olarak karşı koyabileceği gibi-, keza tersinden global sermayenin girdiği yeni paradigmanın yerelde etkin kılınmasına da köstek oluşturabilir. Bu köstek, kuruma pozitif anlam yüklemek ve global sermaye ile ilişkilerini yok saymak anlamına katiyen gelmemelidir. Nitekim de ikinci ifade doğrulanmıştır. Maraz çıkarttığı düşünülen bazı unsurlar hükümet partisine karşı darbe suçlaması ile kodese tıkılmıştır. Doğruluğu ya da doğruluk değerine dair tartışma konumuzun dışındadır(!)
Bu durum devlet aygıtını fetih girişiminde (doğrudan bunu şart koşan değil ama aygıtların fethine olanak tanıyan bir paradigmadan bahsediyoruz) fetih tamamlanmadan fatihlerin kapışması, temsil olunanlar nezdinde bir yönetememe krizini rasyonalist bir düşünce dizgesi ile koşullamak zorunda değildir. Cumhuriyet tarihinde bir ilk olarak nükseden Gezi ayaklanması sonrası, yani böylesi bir konjonktürde dahi, devletlûda silahsız iç savaş; bütün aleniyetiyle, kamusal ortamda, gözlerimizin önünde sereserpe yaşanmıştır. (Belki de meseleyi tersinden ele almak gerekir. Tam da böylesi bir konjonktür harici bir neden olarak bunu sağlamıştır.) Hoş bunda Gezi’nin hükümet partisine dair tepkiselliğinin farkında olarak hükümeti fethe soyunan muarızlar tarafından uygun iklim olarak koklanmasının etkisi yadsınamaz. Buradan tekrar temsil tartışmasına dönecek olur isek: Hükümetin temsil edemedikleri esasında devlet aygıtında kaplamı olan tarihsel aktörlerin politik taşıyıcıları ve diğerleridir. (Örneğin Gezi’de de varlık gösteren sermaye grupları.) Diğerleri ise alabildiğince heterojendir. (hükümet karşıtları, muhalif solcular, sosyalist sol ve diğerleri içindeki diğerleri)
Sözümüz genel manada diğerlerine -yani içindeki bir unsur olarak salt bize değilse- dair ise temsilin anlamı iktidar için muhalefette kalmaktır. Yani muhalefet, her mevsim muhalif kalmak, iktidarı desteklemenin, iktidar için siyaset yapmanın onun temsili içinde düşünmenin göstergesidir. Fazlası olamaz!
Hâl böyle iken hükümet karşıtları açısından temsil krizinden bahsetmek bir yana diğerleri içindeki sosyalist sol bileşenler açısından dahi temsil krizinin kendini ne ölçüde açığa vurduğu su götürür. (Seçim ve sandığa yönelik bir kapanma kitlelerin temsille kurduğu ilişkinin zedelenmediği anlamına da gelmez ama.) Elbette etik-politik, teorik-politik konumlanışı ile farklı düşünen komünist özneler ıskalanmıyor, yine idealist bir yönseme ile temsilin ve sandığın kendisi yekten olumsuzlanmıyor. Tam da bu süreçte yapılacak şey diğerlerini bölmeden homojenize kılabilecek asgari/yeterli taleplerin belirginleştirilmesi ve onun bir karşı-temsil olarak örgütlenmesidir. Ya da daha meşakkatli bir iş olarak hegemonya projesi değil, dağılmayı hızlandıracak arterler yaratılmalıdır.
Buradan seçimlere ve seçimleri önceleyen politik gündem olarak Gezi ve Kürt Hareketine bakarak bir okuma yapacak olur isek; Haziran Ayaklanması’nda realize olan ortaklık bugün brüt olmayan haliyle, yani dağılmış, büyüsü bozulmuş haliyle sandığın devletlûsu CHP’den yana idi. Bu ideolojik bir CHP’lilik değildi/r. AKP karşıtlığı üzerinden kendini kuran konjonktürel bir vakıadır. Gezi kitlesi derken parmak hesabı bir sayım işlemi değil, ideolojistik ayrımlar hiç değil, ayaklanmanın tadını almış bu kitlenin öncelikli talebi neydi bunu belirlemek lazım.
Gezi’deki ortaklık açısından homojenize edilmeye müsait olan yeterli talepti. Yani hükümet partisinin düşmesi idi. Bu talep birileri için hem geçerli hem yeterli taleptir başkaları için ise salt yeterli taleptir. Biri ve başkası diğerlerinin içindedir. Bugün talepler sandığa gömüldüğü için sandıkta yetmez ama evetçilik de referandum döneminden farklı olarak meşrudur. Gezi’deki ortaklık açısından homojenize edilmeye müsait olan yeterli taleptir. Pek tabii komünistler açısından bu talep geçerli olamaz. Gezi yaşanmasa idi de geçerli olamazdı! Gelelim Gezi kitlesi derken, ne anladığım(ız)a;
Ana gövde için konuşacak olur isek geçerli ve yeterli talep olarak hükümetin düşmesini isteyenlerin çoğul adıdır. Hal böyle iken: Varsa bir cürüm onunla içerlen(e)meyen, onun kendiliğindenliğine mesafelenen ve birlikte varılacak bir adres üretemeyen -atâlet içindeki- sol ve onun kendiliğindenciliğine methiye düzen, küçük burjuva -kurumsallık/örgüt fikrine karşı siyaseti bir davasız sahne/temiz el zanneden- liberter kafadır. Yani onun bünyesinin çoğunu kaplamış olan eğilimdir. İllâ bir gerilim aranacak ise Gezi’de sakınımlı duran Kürtler filan değil budur. Bu anlayışların sahiplerinden ilkinin; halihazırda sandığın devletlûsu CHP var iken, HDP’yi tartışmaları manasız. Yine HDP içindeki STK’cı ideolojileriyle yer edinenlerin, yeterli talebe burun büküp sandığın umacısı CHP’ye devrimci olmayan itirazları (dolayısıyla o kitleyi CHP üzerinden tartışıp içerememeleri de cabası) liberaldi. (Görünen o ki yeterli talebe burun bükenler HDP içinde de gırla vardır.) Yeterli talebi geri tepenlerin fazlasını nasıl önereceği koca bir sorudur..!
Yine kitlesiz, terennüm olarak devrimciliğin (HDP içinde de gırla olan), onun niyetlerinin ya da hakikat tasavvurunun değil ama; HDP’yi tartışmalarının (yine HDP içindeki terennüm olarak devrimcilerin HDP’yi toz kondurmamalarının/tartışmamalarının, ki bu kendilerini tartışmak anlamına gelecektir) ya da yakın gelecek olarak sokağı adres göstermelerinin pek bir kıymet-i harbiyesi yok. HDP dışındakilerin sokak muhalefetini örmesinin önündeki engel dışsal bir dinamik olamaz.
Seçimleri aktüel politik olarak değil tarihsel-politik olarak okuyan, sosyalistlerin seçimde ne işi var diyen “kafa”lar (hakikat tasavvurlarından bağımsız, var olmamaklığıyla) Devletin korucusunun cebrini kim nerede karşılıyor sorusunu da sormalıydılar kendilerine!.. Cevabı biz verelim: sandık başında.
AKP BDP uzlaşısı diye yargı üretenler ve Kürdistan Özgürlük Hareketi ile ideolojik ayrımları üzerinden rahatça bu söylemi işleten unsurlar Devletin ali cengiz oyunlarını kim hangi coğrafyada karşılıyor sorusunu sormalıydılar kendilerine!.. Cevabı biz verelim: Kürt coğrafyasında: Urfa, Ağrı, Siirt, Şırnak’ta; Ceylanpınar, Birecik, Kağızman’da.
Bu gibi olgusallıklar ortada iken hakikate ya da amaca dair yargı üretmek, tarihyazımı yapmak manasız.
Son olarak HDP’ye dair de bazı eleştirel gözlemlerde de bulunacak olur isek;
HDP, kutuplaşmadan kaçan tavrıyla Batı’daki kutuplaşmanın altında kalmıştır. Bol ideolojistik reflekslerle önceden içerimlendirilen politika, politika değildir. Politikanın bu yolla ele alınışı taktik denen alanı gör(e)mez. Görülen o ki BDP’nin varlık koşullarında HDP ancak rejim içi çelişkileri ve rejim dışı muhalefeti örgütlemesi halinde yokluğuna varlık, varlığına anlam katabilir ve dahası da BDP’ye yük olmaktan çıkarak ona güç katabilir. Kürtler çelişkiyi çatışma düzeyinde örgütledikleri için ve ideolojik önderliği ile kazanım elde etmişlerdir. HDP’nin nicel değil, nitel siyasal yönelimi ise ters istikamette ilerliyor. Gezi Ayaklanması sonrası 27 Haziran tarihli itidal metni imzalayıcılarının bir kısmının HDP’de varlığı bir yana, geçtik çatışmaya önderlik etmeyi çelişkiden dahi -kendini merkez sandığı için- kaçıyor. Yeni kurulduğu gibi gerekçelerle açıklanamaz mesele. Başarı güzellemesi yapmanın da bir inandırıcılığı yok. HDP’nin diğer bileşenleri Kürtlere benzemek yerine Kürtlerden taktik-politikayı öğrenmelidir. Kürtlerin devrimci dinamiği, batıda Kürt barışını gözetmek adına üstelik de Kürtler adına devrimci bir dönemde massedilmiştir. Görünen sonuç budur. Devletli diyerek Gezinin dinamikleriyle cephe öremeyen HDP bileşenlerinin (ağırlıkla sol liberallerin ideolojik nüfuzu altında), devrimci olmadığı ölçüde devletli olana itirazı liberaldir. İçinde bulunduğumuz iklim, konjonktür ideolojik devletlû olan ile kurumsal devlete karşı konuşlanabileceğinin salt emarelerini değil imkanlarını da sunmaktadır. Ki Gezi kitlesi içinde örgütsüz ve ideolojik olarak devletlû olmayan hayli genişçe bir toplam da mevcuttur.
Asef Bayat şöyle diyordu: Eğer muhalefet rantla sübvanse edilen refah sadakaları ile denetlenecek olursa, herhangi bir iktisadi çöküş ve yedekakçenin zayıflaması muhtemelen toplumsal öfkenin kıvılcımını çakacaktır.
Gezi ayaklanmasının kaynağını ekonomik nedenlerden aldığı çokça tartışma götürür ama HDP dışındaki ya da içindeki -hiç farketmez- sosyalistlerin mutedilliğinde öfke kıvılcımı alev almadı.
HDP dışında varolmayan sol (varlık eyleminle olmaktır, bizatihi sözsüzdür ve eylem düzeyinde var olamayanın varlığını tartışmak skolastisizmdir) hakikate yönelik aktarımları üzerinden oluşturduğu tepkisiyle, altı boş bir radikalizmle; HDP içinde yer alan BDP dışındaki sol ise amaca yönelik aktarımları üzerinden yaptığı güzelleme ile durumu görmezden gelmiştir. Hareketlerin değil ortak sorunsalların üst-belirleyiciliğinde (Gezi ve Kürt sorunu) meselemiz HDP ya da bu sorunsalları gözetecek ve bunun devrimci politik sonuçlarını örgütleyebilecek daha geniş ve devrimci bir cephenin örülmesidir. Dışarıdakilerin dışarıda kalma nedenlerinin elinden alındığı içerdekilerin de Kürt hareketinin şemsiyesi altında yan gelip yatma hakkının olmadığı bir dinamik için. Halihazırda HDP varken dışarıyı ve olmama halini önermek değil; yapılacak esaslı iş HDP’nin iç yapısındaki Kürt hareketinin temsil ettiği devrimci damarı ve 90’larda Türkiye Devrimci Hareketi’nde temsil edilen damarı aynı ya da cephe içinde açığa çıkarmaktır.
Son olarak altı boş radikalizm yapan Türkiye Solu’nun bazı öznelerinin (Halk Cephesi’ni ayırmak gerekiyor sanırım) özneleşememeleriyle ilgili nedenler başka bir tartışmanın konusudur. Ama özetle aysbergin görünen yüzü Türkiye Solu 1990’larda Alevizasyon içinde devrimci iken, 2000’lerde Kürdizasyon içinde liberaldir. Bu Kürtlerden kaynaklı değildir ama devrimci hareketin çifte kriz koşullarında Kürt hareketi durumun siyasal okumasıyla (isteyen fırsat diye adlandırabilir) Batı’da 71’in mirası bizim mirasımız demiştir. Ortada tüm güç ilişkileri eşitsizliğine rağmen gözetilen bir hukuk vardır. Ama dışında olan kitlesel bir grubun bu hukuku yetersiz bulması da anlamlıdır. Fakat bitmeye yüz tutmuş hareketlerin bu hukuku sorgulama hakkını tarih ellerinden almıştır. Yani özetle TDH kendi olamamaklığıyla liberalleşmiştir. Çelişkinin içsel boyutunu esas alan analiz kıymetlidir. Dolayısıyla HDP’yi koalisyonun dışına çıkarmak için HDP ya bu hatta zorlanmalı (yani içerden devrimci potansiyelini açığa çıkartmak) ya da içerde olmayan/kurulamayan cephe anlayışının HDP ve HDP dışında kalmayı tercih eden öznelerce (kurum, kişi vd.) tesis edilmemesinin yolları aranmalıdır. Örgütlü muhalefetin azami birlikteliği sağlanmalıdır.
Son söz yerine:
“Proleter politikanın güçlü ve yayılmış varoluşu devrimci iç savaştan feragat edemez” demişti Badiou hem Geziyi hem Kürtleri aynı anda gören öznellik için ileri!..