“Yıkım çalışması sırasında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ve Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı’nın da aralarında bulunduğu protokol, davul zurna eşliğinde folklor gösterisine eşlik etti.” Bu cümle, İstanbul Bağcılar Belediyesi’nin kentsel dönüşüm çalışmaları kapsamında bu yılın Ocak ayında yaptığı yıkım ‘töreni’nin yer aldığı bir haberden. Cümleden de anlaşıldığı üzere, belediye başkanları, arkada evler yıkılırken, […]
“Yıkım çalışması sırasında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ve Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı’nın da aralarında bulunduğu protokol, davul zurna eşliğinde folklor gösterisine eşlik etti.”
Bu cümle, İstanbul Bağcılar Belediyesi’nin kentsel dönüşüm çalışmaları kapsamında bu yılın Ocak ayında yaptığı yıkım ‘töreni’nin yer aldığı bir haberden. Cümleden de anlaşıldığı üzere, belediye başkanları, arkada evler yıkılırken, kırmızı kurdeleli, davullu zurnalı yapılan törende sırayla halay başı oldu.
Peki her şeyin törenini yapmaya pek meraklı başkanların coşkuyla karşıladığı bu kentsel dönüşüm projeleri nedir, ne değildir?
Mimar Mücella Yapıcı anlattı. Yekten söyleyelim: “Törenine, davuluna, zurnasına aldanmayın. Dönüşüm dönüşüm dedikleri, gerçekte kentlerin çöküşü.” Böyle diyor Mücella Yapıcı. Devamında ise, yolsuzluk operasyonları, kent mücadelesi…
Ondan dinleyelim kentlerimizi de, dönüşümünü de.
Kentsel dönüşüm için yıkımlar yapılıyor, hatta kimi zaman bu yıkımlar törenlerle yapılıyor. Buradan insanın aklına “Kentsel dönüşüm herhalde iyi bir şey” diye geliyor. Sizce kentsel dönüşüm iyi bir şey mi?
Dönüşüm kavramının kendisinde kavramsal bir problem var. Kapitalizmin neoliberal diye adlandırıldığı çağda, krizlerine çare bulmak ya da daha hızlı ve kısa sürede daha çok sermaye birikimi yapmak için, ucuz iş gücünün olduğu bölgelere çekildi. Böylece eskinin kentlerinde ve buradaki bazı sanayi alanlarında ciddi boşalmalar oldu.
Almanya’da bu durumun örnekleri var. Örneğin, Ford fabrikası ilk ortaya çıktığında 60 bin sendikalı işçi çalışıyordu. Şimdi, yaklaşık 20 bin işçi var ve bunun çok büyük kısmı taşeron. Sadece 9 bin kadrolu işçi kalmış durumda. Düşünün, bu boşalan alanlarda yeni kentsel, mekansal ve fonksiyonel olarak yönlendirmeler yapılmalıydı. Esas olarak buradan çıkmış bir kavram kentsel dönüşüm. Aslında yeniden canlandırmadır anlamı. Ama kentsel dönüşümün bize gelişi, kavram üzerinde ciddi bir algı ihlaliyle oldu.
YARIŞAN KENTLER
Nasıl bir algı ihlali oldu?
Türkiye kapitalizmi de krizini kentsel mekan üzerinden çözme yolunu keşfetti ya da dünya kapitalizmi tarafından bu yol önerildi Türkiye’ye 2000 trendlerinde. Tam da bu sırada bize dediler ki; “Bir kaç tane kentinizi küresel ölçekte yarıştıracaksınız.” Çünkü dünya ekonomisi yoksul ve az gelişmiş kentlerde, emlak yoluyla kendini yenileyebiliyor. İstanbul, Dünya Bankası’nın da önerisiyle Türkiye’nin küresel kenti olma yolunda pazarlandı. İstanbul bu işin başında. Biz daha yaşamadık çöküşü. Ama hızlı yaşayacağız, evsizliği, işsizliği, ötekileşmeyi, kent mekanının eşitsiz paylaşmayı, sermayenin merkezi yeniden ele geçirmesini…
BU ANLAYIŞI DEFETMEYE İHTİYAÇ VAR
Bu durumda İstanbul için bir kentsel dönüşüm lazım değil mi? Kentin yoksul insanları yerinden ediliyor ve kentin çeperlerine sürülüyor. Bahane nedir?
Oradaki yapı stokunun dayanıksızlığı ya da güvensizliği. Marmara depremiyle de çok ciddi bir bahaneye kavuştular; afet. Van depremini de ikinci bir milat olarak üzerine eklediler ve hemen ardından Afet Yasası gibi antidemokratik yasalarla da bütün bu süreci hızlandırdılar. Dönüşüm eğer böyle bir şeyse, İstanbul’un buna ihtiyacı yok. Bu rant ve yağma sermayesinin kent üzerinden kendini yeniden üretmesidir. Böyle bir dönüşüme asla. Aksine dünyanın bu anlayışı defetmeye ihtiyacı var.
Nasıl bir durumda evet o halde?
Yaşadığınız yeri kendi iradenizle, kentin yaşayanları olarak, emeğin, doğanın değerlerine ve insanların bütün gerçek ihtiyaçlarına bağlı olarak yeniden tasarlamak ise bahsettiğiniz dönüşüm, o zaman evet, ihtiyaç var. Ama böyle bir dönüşümü, bu iktidarlar yapamazlar.
Neden yapamaz? Yerel yönetim seçimleri de yaklaşıyoruz bir yandan. Partilerin siyasi tercihleri, kentsel dönüşüme bakışların da bir farklılığa yol açıyor mu?
Bence fark etmiyor. Gelen sistem partilerinin bu konuda ciddi ayrımları yok. Farklı programları yok. Sadece projeleri farklı. Mesela projecilik. Proje dediğimiz anlık planlardır.
Aslında doğru olan demokratik bir planlamacılıktır. Geleceği planlayarak hareket etmektir. Bunlar, içi boşaltılmış katılım sözcüklerini kullanarak planlama fikriyatından vazgeçiyorlar. Kısa vadeli, sermayenin çıkarlarına uygun bir kalkınma modelini uyguluyorlar.
Kent hakkı konusundaki önermelerindeki farklılıklar, sadece birinin “Ben bu işi daha vicdanlı yapacağım” demesinin ötesine gitmiyor.
‘EŞİĞE GELİNDİ’
Konut üzerinden verilen bu savaş nereye kadar gidebilir?
1960’larda önce sermaye İstanbul’a getirildi. Özel sektöre ve hızlı kar elde etmeye ihtiyaç vardı. Ne oldu? Gecekondu alanları oluştu. O dönem bu duruma hiç ses çıkarılmadı. Çünkü sermaye, işçinin konut sorununu çözme yükünden kurtuldu ve maliyeti azaldı. Ardından bir af çıkarıldı ve toprak mülkiyeti orada yaşayanlara mülkiyetlendirildi. Sonra o mülkler üzerinde bir takım katlar inşa edildi ve orada yaşayanlar da bu rant ekonomisinin içine çekildi. Böylece barınma hakkı talebinde ciddi bir kırılma yaşandı. Hiç kimse sermayeye karşı barınma talebini getirmedi uzun süre. Sonra da zaten bu yerlerin holdinglere devredilme sürecini yaşadık biz.
Şimdi de TOKİ gibi korkunç bir mekanizma var. Herkesi borçlandırıyor. Sistem sizi borçlandırarak kendine bağlıyor. Bu durum nereye kadar gider? Bakın, dünya çapında hareketler türüyor. Wall Street’ten başlayan, İspanya, Türkiye ve Mısır’a kadar. Kent merkezlerinde isyanlar var bütün dünyada. Yoksullaşmak, geleceksizleşmek, işsizleşmek… Budur esas mesele buralarda. Ciddi bir başkaldırı başlıyor.
2008 göstergelerine göre, dünyanın yarısı kentlerde yaşıyor, bu büyük bir rakam. Önümüzdeki 200 yıl dünya nüfusu 3 milyar daha artacak ve onlar da gelip bu yoksul kentlerde yaşayacak. Bu demektir ki; dünyada müthiş bir evsizleşmenin, yoksulla varsıl arasındaki çelişkilerin giderek arttığı bir döneme gidiyoruz. Kapitalizm kendi eşiğine geldi. Kendini yeniden üretmesi oldukça zor olacak bence. Eskisi gibi, kendini yeniden üretmek için başka bir manevraya geçme becerisini gösterebileceğini sanmıyorum.
KENTE BAKIN NEREDE HIRSIZLIK VAR, GÖRÜRSÜNÜZ
“Bu düzenin kendisi yolsuzluk düzeni. Ama bizde farklı bir şey var. Bizdekinin adı hırsızlık. Kente bakın, nerede hırsızlık olduğunu görürsünüz. Mesela Göztepe’deki Meteoroloji alanı. Bir kamu alanı burası. Siz bunu bir firmaya veriyorsunuz ve 44 katlı gökdelen yapılıyor, ki daha altını da görmedik biz. Böyle müthiş bir rant sağlıyorsunuz. Bunu nasıl yapıyorsunuz? Bu bir hırsızlık. Biz merkezi ya da yerel otoritelere yetki veriyoruz, benim nefes alma hakkımı, yeşil hakkımı, yaşam hakkımı koru diye. Bir kere sen bunu satıyorsun. Kentlerde her gördüğünüz ayrıcalıklı alanlar, bir yolsuzluk, hukuksuzluk hikayesidir. Çünkü bir çalma vardır. Benim kamusal hakkımı, havamı çalıyorsun, gökyüzümü çalıyorsun, ormanı, nefesimi, çalıyorsun. Bazen de yerinden ederek yaşam hakkımı çalıyorsun.”
NASIL BİR KENT MÜCADELESİ?
“Kenti dönüştürenler aslında bizi de dönüştürüyor. Mekanları inşa edersiniz ve inşa ettiğiniz mekanlar sizi dönüştürür. Eğer siz mekanın inşa safhasında dönüştürücü bir rol oynayabilirseniz, sistemi de dönüştürme hakkını elde edersiniz. Yaşadığınız alanları dönüştürme hakkını elimize almamız gerek. Sen benim ihtiyacım olmayan, sadece sermayenin hakkı olan milyarlarca liralık iş yapıyorsun. Haydarpaşa’yı otel yapacağım diyorsun, benim elimden zorla ulaşım hakkımı aldın. Niye benim çocuğum mahallede ilkokul olmadığı için, servise binip cehennemin dibine gitsin? Niye ben hastalandığımda yarım saat içinde bir devlet hastanesine değil de, özel hastaneye gitmek zorunda kalayım? Bu taleplerin hepsi üstü kapalı. Kent hakkı dediğimiz şeyi biz mülkiyetler üzerinden sürdürüyorduk, Gezi direnişine kadar. Gezi’de ilk defa hiç birimizin olmayan ve aslında hepimizin olan bir şey için mücadele ettik. Sol siyasetler bu meseleyi kavramakta geç kaldı. Ama ben bu durumun çabuk aşılacağını düşünüyorum. Mesela, 3. köprünün bir simitçiye ne faydası var? Ama o faydasını olduğunu düşünüyor. Ben bu ülkenin aydını olarak, bu güne kadar o simitçiye, 3. köprünün aslında onun hayatından çaldığını ikna edememişim, anlatamamışım. Öbürü ikna etmiş. Dönüp kendimize bir kez daha bakmamızda yarar var diye düşünüyorum.”