Şu anki Kürt siyasetinin -gerek Kandil gerek İmralı ve gerekse de BDP- bu gerçeklik üzerinden “sınıf temelli” bir siyaset yürüttüğünü söylemek elbette çok zor. Ancak sosyalist Kürt aydınları Kürt siyasetini bu doğrultuda ne kadar eleştirirlerse mesele o derece “etnik” boyuttan çıkma olanağına kavuşur/kavuşabilir 18 Eylül 2013 tarihli Beşiktaş Abbasağa Forumu’nda gündem konusu “Zorunlu Göç ve […]
Şu anki Kürt siyasetinin -gerek Kandil gerek İmralı ve gerekse de BDP- bu gerçeklik üzerinden “sınıf temelli” bir siyaset yürüttüğünü söylemek elbette çok zor. Ancak sosyalist Kürt aydınları Kürt siyasetini bu doğrultuda ne kadar eleştirirlerse mesele o derece “etnik” boyuttan çıkma olanağına kavuşur/kavuşabilir
18 Eylül 2013 tarihli Beşiktaş Abbasağa Forumu’nda gündem konusu “Zorunlu Göç ve Tanıklıklar”dı. Konuşmacılar 90’lı yılların Türkiye ’sine, Kürt meselesine dair çok çarpıcı şeyler anlattılar. Yakılan, boşaltılan köyler, işkenceler, zorla göç ettirmeler ve tabii savaşın bugün zihinlerde hâlâ canlılığını koruyan yıkıcılığı…
Forumun başlarında söz alan, Koç Üniversitesi’nden sosyolog Erdem Yörük özetle şunları söyledi (aklımda kaldığı kadarıyla aktarıyorum): “1990’larda Türkiye’de iki büyük toplumsal kriz baş gösterdi. Bunlardan biri Bahar Eylemleri diğeri de Kürt hareketindeki yükseliş. Ardından da devletin köy yakmaları ve zorunlu göç süreçleri… İstanbul’un bu göç dalgasından önemli ölçüde payını alması… Kürt nüfusunun ‘işçileşmesi’ ve Türkiye işçi sınıfının ‘Kürtleşmesi’ süreçleri… 1990’lardaki Bahar Eylemleri’nde işçiler ücretlerini iki katına çıkardılar. Aslında bu, devletin ‘doğu’dan gelen tehlikeye karşı ‘batı’daki işçileri kendi safına çekmek için verdiği bir tavizdir.”
Benim bu konuşmada sorunlu bulduğum bir iki şey var. Şimdi bunları açmak istiyorum.
Kürt sorunu konusunda, devletin uyguladığı asimilasyoncu, inkârcı ve yok edici politikalarda devlet olabildiğine eleştirilirken, işçi hareketi konusuna gelindiğinde aynı devlet bu sefer nedense “hak veren baba” rolüne sokuluyor. Eğer işçiler Bahar Eylemleri ile ücret artışlarını ikiye katlamışlarsa, bu, devletin verdiği “taviz”le mi açıklanmalı yoksa sınıf mücadelesindeki güç dengesiyle mi?
89 Mayıs-Haziran’ı
Meseleyi, “tepeden verilen taviz” şeklinde koyduğumuzda, maalesef yine her şeyin devlet eliyle tepeden yapıldığı/yapılabileceği ve tabandaki hareketin, örgütlenmenin, mücadelenin de aslında boş bir çaba olduğu izlenimi veriliyor. Farz edelim ki devlet, Bahar Eylemleri’nde açığa çıkan işçi hareketini yatıştırmak için böylesi bir taktik izledi ve işçilerin ücret artışı taleplerini yerine getirdi. Ancak tabanda böyle bir basınç olmasaydı, işçiler ücretlerini iki katına çıkarabilirler miydi? Bu soruya verilecek cevabın yakıcı olduğu kadar, burada yapılan eleştirinin de nirengi noktasını oluşturduğunu belirtmek isterim.
Ayrıca meseleyi verilen bir taviz şeklinde açıklayacaksak o zaman Bahar Eylemleri sonrasında gelen işten çıkarmalar ve sendikasızlaştırma “karşı dalgası”nı nasıl açıklayacağız? Hatırlatalım: 89 yılının Mayıs-Haziran ayları arasında sadece petrokimya ve lastik işkollarında 6 bin işçi işten çıkarılmıştı! O zaman sorumuzu şöyle değiştirelim: Bu işten çıkarmalarla devlet yanlış bir taktik izlemiş olmuyor muydu?
Sınıf mücadelesi
Sorun, “Devlet Kürtlere karşı işçi sınıfına oynadı” şeklinde konduğu zaman, işçi sınıfı devletle aynı safta ve Kürtlerin karşısında konumlanmış oluyor. Hâlbuki TC’nin kuruluşundan beri gerek işçi sınıfı gerekse de Kürtler, yine aynı devletin baskısına maruz kaldı. Elbette Kürtlerin üzerindeki baskı çok daha fazladır, burası bir gerçek ancak yine de “teoride” işçi sınıfını devletle yan yana ve Kürt hareketinin karşısına getirmeye çalışan bir “akademik” çabanın masumca bir çaba olduğunu düşünmüyorum. Bu aynı şuna benziyor: Emperyalist ülkelerdeki işçilerin “aristokratlaşması”nın aslında az gelişmiş ülkelerin sömürüsüne dayandığı yanılsaması… “İşçi aristokrasisi”nin oluşumunda elbette bu şeyin çok önemli bir payı vardır ancak yine de böylesi bir gerçeklikten yola çıkarak dünya işçi sınıfını karşı karşıya getiren her türlü çabadan uzak durulması gerektiğini düşünüyorum. Mesele temelde sınıf mücadelesiyle ilgilidir. Söz konusu işçi sınıfının “aristokratlaşması” olsa bile, bu aristokratlaşma burjuvazinin hayırhah tutumuyla kesinlikle açıklanamaz! Burada da bir sınıf mücadelesi var. Asıl mesele, bence, işçilere “kırıntılarla” yetinmemenin önemini ve bilincini veren bir partinin eksikliği sorunudur. Böylesi bir partinin yokluğunda işçiler ister istemez kendi mücadeleleri sonucunda elde ettikleri kırıntılarla yetinmek zorunda kalıyorlar.
Türkiye işçi sınıfının “Kürtleşmesi” mi?
Bir diğer konu da sınıf mücadelesi, işçiler ile devlet arasında değil, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında yapılır ve devlet de bu mücadelede burjuvazinin sınıf çıkarlarını koruma adına işçiler karşısında baskı araçlarını harekete geçirir. Meseleyi basit bir “devlet-toplum” dikotomisine indirgediğimizde -bu şey elbette Kürt sorunu için de geçerli- çözüm de ister istemez “sivil toplumcu” bir çözüm olur. Dolayısıyla mesele otomatik olarak burjuvazinin sınıf hâkimiyetini maskelemeye yarar.
Bir de işin “kavramsal” boyutu var… O da şu: Mesele Türkiye işçi sınıfının “Kürtleşmesi” mi yoksa Kürtlerin/Kürt nüfusunun “işçileşmesi” mi?
Bu ayrımın önemsiz olduğu düşünülmesin, zira sorunu “etnik” temelde koyduğunuzda kullanılacak kavram “işçi sınıfının Kürtleşmesi” olur. Ama eğer sorunu “sınıf” temelinde koyarsanız kullanılacak kavram doğal olarak “Kürtlerin işçileşmesi” olur.
Burası neden önemli, çünkü bu kavramlaştırmaların ardında Kürt sorununun hangi temellerde çözüleceğinin anahtarı yatıyor. Kürtlerin işçileşmesi, proletaryaya katılması, proletaryanın saflarını genişletmesi elbette Türkiye işçi sınıfının büyümesine neden olduğu için sosyalist hareket açısından önemli bir gelişmedir. Bu şey aynı zamanda Kürt sorununun, işçi sınıfı mücadelesi çerçevesinde çözümünün de yolunu açacağı için yakıcı bir önemde.
Piyasa barışına kurban gitmesin
Şu anki Kürt siyasetinin -gerek Kandil gerek İmralı ve gerekse de BDP – bu gerçeklik üzerinden “sınıf temelli” bir siyaset yürüttüğünü söylemek elbette çok zor. Ancak sosyalist Kürt aydınları Kürt siyasetini bu doğrultuda ne kadar eleştirirlerse mesele o derece “etnik” boyuttan çıkma olanağına kavuşur/kavuşabilir.
Buraya özellikle vurgu yapmamın bir nedeni var. Madem ki, Türkiye işçi sınıfı, Kürtlerin de işçileşmesiyle, işçi sınıfına dâhil olmasıyla büyüyor -ve bu hâliyle Kürt sorununun çözüm sarkacı etnik temelden sınıf temeline kayıyor- o hâlde amaç bütün bir Türkiye işçi sınıfını her türden milliyetçi temelde bölünmelere karşı bir arada tutmaktır. Dolayısıyla işçi sınıfını bölmeye hizmet eden her türden etnik-milli önyargılara, fikirlere, siyasetlere karşı çıkılması elzem.
“Barış süreci”, her ne kadar “piyasa barışı” formatında ilerlese de bu sürecin “başka” temellerde yürütülebilmesi için de bir fırsat sunuyor.
* Sosyolog