Gerçek gazetesinin internet sitesinde Sungur Savran “Koç gibi iç savaş!” başlıklı bir yazı kaleme almış. Bu yazısında Savran, AKP ile Batıcı-laik sermaye arasındaki derin çelişkiye dikkat çekip, bu çelişkiyi görmezden gelmenin siyasi olarak yaratacağı sonucun, burjuvazinin bir gücünün kuyruğuna takılmak olduğunu güçlü bir biçimde vurguluyor. Koç grubuna, Gezi sonrasında, AKP eliyle yapılan bir ekonomik saldırıdan hareketle bu derin çelişkinin […]
Gerçek gazetesinin internet sitesinde Sungur Savran “Koç gibi iç savaş!” başlıklı bir yazı kaleme almış. Bu yazısında Savran, AKP ile Batıcı-laik sermaye arasındaki derin çelişkiye dikkat çekip, bu çelişkiyi görmezden gelmenin siyasi olarak yaratacağı sonucun, burjuvazinin bir gücünün kuyruğuna takılmak olduğunu güçlü bir biçimde vurguluyor.
Koç grubuna, Gezi sonrasında, AKP eliyle yapılan bir ekonomik saldırıdan hareketle bu derin çelişkinin inkâr edilemeyecek bir gerçekliğe büründüğünü söylüyor Savran. Hatta bu gerçekliği daha da somut kılmak için yazıda Boydak’ın tanıklığına bile yer vermiş!
Savran’ın meseleyi bu genel hâliyle koyuşuna temelde bir itirazım yok, ancak makalede katılmadığım kimi noktalar var. İlk önce şunu sormak istiyorum: AKP ile Batıcı-laik sermaye arasındaki çelişkiyi, arkamızda bıraktığımız bir 10 yılla sınırlayabilir miyiz? Bu “sınıf mücadelesini” cumhuriyetin kuruluşundan itibaren başlatmak ve bugüne kadar getirmek neden mümkün olmasın? Hâlbuki yazarın, “Türkiye’de Sınıf Mücadeleleri” başlıklı harikulade eseri, gerek “sınıflar-arası” gerekse de “sınıf-içi” mücadelelerin cumhuriyetten bugüne (en azından 1980’e) kadarki süreçlerinin Marksist bir tahlilini yapıyor. Örneğin eserin askerî darbelere de ışık tutan en önemli tezlerinden biri şu: 27 Mayıs Darbesi, burjuvazinin kendi içindeki aşılmaz bir krizinin askerî yöntemlerle aşılması ve siyasal üst yapının da tarımsal/ticari sermaye birikiminden sınaî sermaye birikimine geçişin ihtiyaçlarına uyarlanmasıdır. 1980 ise, işçi sınıfının gelişip büyümesi ve 27 Mayıs’ın “rakip düşmanlarını” yan yana getirecek denli sistemi tehdit eder boyuta erişmesi sonucunda, bir bütün olarak burjuvazinin bir zaferi olarak tahlil edilir. Benim eleştirim temelde şudur: Bu tarihsel arka planı göz önünde bulundurarak, bugünkü “sınıf-içi” mücadeleleri bir 10 yılla sınırlamak ne kadar doğrudur?
İşçi ve emekçi sınıfların militanlaştığı ve sistemi tehdit eder hâle geldiği dönemlerde, burjuvazinin birbirini yiyen “fraksiyonları” arasındaki “iç savaş” hâli yerini belli bir süreliğine “ateşkes”e bırakır. Bu gerçek, sadece Türkiye tarihi için değil, bir bütün olarak ezen ve ezilenin olduğu, sınıflardan birinin diğerini tahakküm altında tuttuğu tüm sınıflı toplumlar için âdeta genel bir “yasa” olarak işlemektedir. Gerek 28 Şubat gerekse de bugünkü “iç savaş” durumunu bu bakışla yorumladığımızda karşımıza işçi sınıfının militan hareketliliğinin –1980 öncesi ve 90’lı yılların (‘89 da dâhil edilsin) başına kıyasla– zayıf olduğu gerçeği çıkar! Bu yaptığımız yorumu sınamak için burjuvazinin örneğin bugünkü “iç savaş” hâline bakmamız tek başına yetecektir.
1960’lardaki sınıf mücadelelerinde karşı karşıya gelenler işçi sınıfı ve burjuvazi değil, burjuvazi içindeki sınıf fraksiyonlarıydı! Bugün de yine benzer şekilde, işçi sınıfı muhalefeti sistemi tehdit eder boyutta olmadığı için burjuvazinin farklı fraksiyonları arasında bir “iç savaş” hâli sürüyor.
Balyoz Davası ile ilgili kararın verildiği günlerde şöyle yazmıştım: “AKP’nin on yıldır, üstelik her seçimden güçlenerek çıkması, sermaye sınıfları nezdinde itibarını her seferinde artırmasında hangi etkenlerin rol oynadığını açıklamak yakıcı bir önem kazanıyor. Her şeyden önce şunu vurgulamak gerek: Bugün AKP ile AKP’nin yargı yoluyla savaş açtığı kesim tek bir noktada buluşuyor: Kapitalizme, sermaye düzenine karşı olmamak! Evet, Türkiye’de egemen sınıfın tek bir ortak ‘iç düşmanı’ var: İşçi sınıfı! Ne var ki, şu sıralar işçi muhalefeti sistemi tehdit eder boyutta olmadığı; bugün birbirini ‘yiyenleri’ yan yana getirme gücü ve basıncına sahip olmadığı için ‘üst katlarda’ şimdi gerilimli bir ‘yer değiştirme’ süreci yaşanıyor.”
Mesele özünde budur! Bugün burjuvazinin kendi içindeki “savaş” durumunu ortaya koyarken bu kerteyi dışarıda bırakamayız. Ayrıca bir de şu gerçek var: Bugün “AKP burjuvazisi” dediğimiz kesim, dünün tarım ve ticaretle uğraşan burjuvazisi değil ki! Hem zaten Savran’ın, İslamcı sermayenin en önemli finans kapital gruplarından biri olan Boydak Holding’in yöneticisi Mustafa Boydak’tan yaptığı alıntı, Boydak’ın da Koç grubuna yapılan bu “taarruz”dan pek de hoşnut olmadığını gösteriyor. Şöyle diyor Boydak: “Memleketi idare eden hükümetimizin, iş dünyası ile diyaloglarda da en üst seviyede çalışmalar yapması gerekiyor. İş dünyası ile meselelerinde taraf olmaması ve iş dünyasıyla ilgili konularda bir takım çevrelerin ifade ettiği gibi 1990’lı yılları yeniden yaşamamamız gerekiyor. (…) Türkiye’yi taşıyan şirketleri gözümüz gibi korumamız gerekiyor.”
Boydak’ın “rahatsızlığı”nın nedenini Savran doğru bir biçimde şöyle açıklıyor: “Boydak, bugün AKP Batıcı-laik sermayeye saldırıyor. İkisi de yanlıştır diyor. (…) Neden dediği ise elbette açık. Kanatlar arası savaşın sonunda sistemin sahibi sermayeye zarar vermemesi için!”
Evet, işte meselenin özü budur! AKP’nin “sınıflar-üstü” olmadığını Savran da teslim ediyor; dolayısıyla AKP’nin kendi sırtını yasladığı sermaye gruplarına rağmen (!) Batıcı-laik burjuvazinin üzerine ara vermeden saldıracağını söyleyebilir miyiz?
Bakın birkaç yıl öncesinde hükümetin vergi yolu ile Aydın Doğan’ı “cezalandırdığını” konuşuyorduk. Peki, tahmin edin, Forbes’ın En Zengin 100 Türk 2013 listesinde Aydın Doğan kaçıncı sırada? Hemen cevap verelim: 22! Doğan Holding’in 2011’deki sırasının 34 olması ise dikkat edilmesi gereken bir başka gerçek! 2012’de ise Aydın Doğan, 2011’de 1 milyar dolar olan servetini 1,1 milyar dolara çıkararak 35 dolar milyarderi arasında servetini artıran iki kişiden biri olmuş!
Yazımda bu türden detaylarla yer vermek istemezdim elbette, ancak burada benim vurgulamak istediğim şey şudur: Erdoğan için, daha çok sermayenin “İslamcı” kanadına yakın olduğu söylenebilir. Türkiye burjuvazisinin iki büyük kamplaşması arasındaki örtük “iç savaş” (yoksa “rekabet savaşı” mı?) hâli de göz önüne alındığında, Erdoğan’ın bu kamplaşmada daha çok İslamcı burjuvaziden yana tavır aldığı da söylenebilir, doğrudur. Ancak temel meseleler söz konusu olduğunda; örneğin işçi sınıfına karşı alınan kemer sıktırıcı tedbirler yahut da “eğitim reformu” gibisinden burjuvazinin her iki kanadını da memnun eden meseleler söz konusu olduğunda, burjuvazi içindeki “iç savaş” hâli nedense görünmez oluyor. Çünkü Erdoğan, Türkiye burjuvazisinin her iki kanadı nezdinde de “saygıdeğer” birisi!
Yanlış anlaşılmasın, burada AKP ve Batıcı-laik sermaye arasında bir “iç savaş” yoktur, ya da bu türden şeyler önemsizdir demek istemiyoruz; sadece bu “iç savaş” hâlinin bir 10 yılla sınırlı tutulamayacağını, dahası bu “iç savaş” hâlinin fazla abartılmaması gerektiğini vurgulamak istiyoruz. Ayrıca meseleyi koyarken bu derin çelişkiyi hesaba katmamanın otomatik siyasi sonucunun “burjuvazinin bir gücünün kuyruğuna takılma” kestirme sonucuna da pek katılamayacağım.
Burjuvazi arasındaki “iç savaş” hâli siyasi bir analiz yaparken önemli olabilir elbette, ancak bu şey işçi sınıfı hareketi açısından ne anlam ifade ediyor diye sormak gerekmez mi? Yarın işçi sınıfının muazzam militan eylemliliği ile karşılaştığımızda burjuvazinin kendi kendisini yemesinin hâlâ süreceğini mi var sayıyoruz yoksa?
Türkiye burjuvazisinin kendi içindeki “savaş” durumunu yadsıma, neden otomatik olarak burjuvaziye angaje olmaya bağlanıyor?! Nirengi noktamız, işçi sınıfı mücadelesinin asıl “ilerletici” mücadele olduğu temel gerçeği değil mi? Burjuva kuyrukçuluğunu da bu mücadeleye inanıp inanmama ekseninde tartışmamız gerekmez mi?
* Gencer Çakır
Sosyolog
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.