Suriye’de savaş çok yönlü şekilde büyümeye devam ediyor. Bir tarafta ABD, İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği küresel emperyalist blok ve onun alt-emperyalist lojistiğini sağlayan Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye; diğer tarafta ise Rusya, İran ve Irak cephesinde şekillenen başka bir blok… Suriye’deki iş savaş bu iki eksendeki kümelere vekâleten yürütülüyor. Kürtler ise bu eksenler arasında […]
Suriye’de savaş çok yönlü şekilde büyümeye devam ediyor. Bir tarafta ABD, İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği küresel emperyalist blok ve onun alt-emperyalist lojistiğini sağlayan Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye; diğer tarafta ise Rusya, İran ve Irak cephesinde şekillenen başka bir blok… Suriye’deki iş savaş bu iki eksendeki kümelere vekâleten yürütülüyor. Kürtler ise bu eksenler arasında diyalogu koparmadan kendi statülerinin bağımsızlığını savunmaya çalışıyor. Bu yüzden bölgesel ve küresel çaptaki birden fazla güç merkezi ile eş zamanlı satranç oynamak zorunda kalıyorlar. Dolayısıyla fazla hassas ve süreç odaklı davranıyorlar. Ancak birinci yılını dolduran Rojava Devrimi ile girilen özerk yönetim süreci bugünlerde, El Kaideci çeteler ile El Nusra Cephesi tarafından oluşturulan ittifakın katliam seferberliğinin tehdidi altında bulunuyor. Keza bu grupların katliamı sadece Kürtler için değil, Suriye’nin batı şeridindeki (Lazkiye) Alevileri de kapsamına almış gözüküyor.
Rojava’da Kürtlere karşı seferber olan çeşitli Selefi grupların çoluk çocuk demeden sivil halka karşı başlattığı katliam seferberliği yeni bir sürece işaret ediyor. Esad’ın muhaliflere karşı önemli bölgelerde kazandığı zafer ile Lübnan-Ürdün sınırında artan kontrolü ve Kürtlerin Irak sınırındaki kazanımları, Türkiye’yi selefi gruplar için önemli bir soluk merkezi haline dönüştürüyor. Muhaliflerin sıkışan kuvvetlerini Rojava’ya nakletmelerinde güç rekabeti kadar bölgedeki enerji kaynaklarına hâkimiyet kavgası da etkili oluyor. Batı’nın da, Barzani’nin, Türkiye’nin ve Rusya’nın da hesapları arasında söz konusu enerji kaynaklarının denetimi de bulunuyor.
Cihatçı grupların başlattığı katliama karşı bölgedeki dört ülke Kürtleri de, diasporadaki Kürtler de yoğun bir dayanışma ve seferberlik içinde bugünlerde. Kendi varlığını koruma refleksine dönüşen bu seferberlik artık Kürtlerin ulusal bilinçlerinin pekişmesinde de bir kıvılcıma dönüşüyor. Kürtlerin ulusallık ruhu Rovaja’da vücuda geliyor. Dolayısıyla cihatçı grupların başlattığı kuşatma ve saldırı dalgası bir bakıma Kürtler için bir “Çanakkale Savaşı” anlamını da ifade ediyor. Kürt Ulusal Kongresi’ne girilen bir süreçte bu direniş, farklı dengeler açısından önemli tafsilatlar da barındırıyor.
Rojava Devrimi sadece Kürtler için değil, Ortadoğu’nun geneli için de yeni bir siyasi devrim fikrini meydana getirmekte. Oluşturulan Halk Meclislerince özyönetim deneyiminin inşa edilmesi, halkın katılımının her boyutta ortaya konulması ve özellikle de sekülerliği elden bırakmayacak şekilde kadının özgürleşmesine olanak tanınması, Ortadoğu’da özgün ve yeni bir siyasetin ruhunu da ortaya koyuyor. Esad ve Esad-karşıtları cephelerine Üçüncü Seçenek olmasının anlamı da burada açığa çıkıyor. Bu hakikat AKP tarafından da resmi olarak artık kabul edilebilir noktaya varmış olmalı ki PYD ile görüşmeler yapılabiliyor. Lakin AKP, bir taraftan görüştüğü PYD’yi ve askeri güç olarak da YPG’yi Esad’la savaşmaya, özerkliği ertelemeye doğru ikna etmeye çalışsa da diğer taraftan aleni şekilde cihatçı gruplara desteğini de ihmal etmiyor. Bu noktada AKP’nin ister bilinçli isterse siyasi kültüründen kaynaklı bilinçdışı bir politik eğilimi olsun, Rojava’daki katliama karşı sessiz tutumunun ve ikili oyununun kendine göre bir mantığı bulunuyor.
Bölgeselleşen AKP ve Yeni Bölgesel Gladyolar
AKP, Yeni Osmanlıcılık siyaseti ile Ortadoğu’ya İslam kimliği ve neoliberalizmin piyasalaştırma aktörlüğü üzerinden nüfuz etmeye başlarken, aynı zamanda bölgenin çelişkilerinin ve kırılgan etnik fay hatlarının da rengini almaya başladı. Bölgesel siyasetindeki çelişkili halleri biraz da bundan kaynaklı (hem Esad’a karşı olmak hem İsrail’e meydan okumak hem de NATO’da yer almak vb). Bu işin birinci boyutu (dışsal). Diğer boyutu (içsel) ise içeride devletleştikçe ve kendi derin devletini yaratıp tam tahakküm kurmak istedikçe eski devlet geleneğinin ve derin devlet faaliyetlerinin de rengini almaya başlıyor. İdeolojik açıdan kendine göre bir siyasi felsefe oluşturmamasından ötürü; sıradan, gündelik ve çıkarcı ideoloji içinde bir elbise bulmaya çalışıyor. Bu yüzden neoliberalizasyonu sonuna kadar hayata geçirse bile rasyonel bir kurumsallaşma yaratamıyor. Haliyle ister istemez eski tip yöntemlere başvuruyor (söz gelimi liberalizmi sonuna kadar benimsemesine karşın sermayeyi suçlar gibi görünmesi; birbirine iki rakip güç olmalarına rağmen Kürt Hareketi ile Cemaati “idare edebilme sanatı” vs gibi).
Devletleştikçe eski devletin muhalefeti sindirme yöntemlerini de devralıyor AKP yönetimi. Tek farkla: eskiden bu yöntemlerin bazıları çoğunlukla ulusal düzeyde kullanırken şimdi bölgeselleşen siyasetin gizli tercihleri arasına girmişe benziyor. Yöntem değişmiyor fakat çapı genişletiliyor. (Ulusalcıların kendilerini Cumhuriyetin sahibi/koruyucusu olarak görmesi ile AKP’nin milletin/ümmetin bölgesel koruyucusu olarak görmesi arasında yönetim zihniyeti bakımından pek fark bulunmuyor).
Bölgeselleşmeyi emperyalizme özenerek yapan AKP, emperyalizmin yöntemlerini kullanmayı denese de bunu eline yüzüne bulaştırıyor. Önce piyasalaştırma yolu ile tahakküm kurmaya çalışıyor. Bunu başaramayınca savaş ortamında ithal yollara başvuruyor. Emperyalizmin “böl-parçala-yönet-yut” yöntemlerine heveslenip Suriye’deki iş savaşta her kesim için “kurtarıcı” rolüne bürünmeye çalışması bu son seçeneklerden biri oluyor. Her ne kadar Suriye’nin bütünlüğünden yanayız denilse de bu yöntem ‘Afganistanlaştırma’ amacı taşıyor. Tıpkı ABD’nin Rusya’ya karşı zamanında desteklediği El Kaide’yi yıllar sonra Afganistan’a müdahale gerekçesi saymasındaki gibi.
Sadece bunlarla değil, iktidarının sürekliliği için içeride koalisyon kurma mantığını da ihraç ederek uygulamaya çalışıyor. Söz gelimi içeride kimi zaman bazı liberal solcularla ve cemaatlerle ittifaklar kurarken bir yandan Kürt Hareketi ile görüşmeler yapıyor; ama öbür taraftan KCK operasyonları yapmayı ve bu işin sorumluluğunu ittifak kurduğu diğer güçlerin sorumluluğuna atmayı da ihmal etmiyordu. Şimdi aynı mantık Suriye’deki iç savaş için de geçerli hale geliyor. Bir taraftan kendince “Çözüm Süreci” çerçevesinde yine Kürt Hareketi ile aşamalı adımlar atmayı ortaya koyuyor; bir yandan da ÖSO’ya bağlı güçleri destekleyip Kürtlerle Savaşmasına sessiz kalıyor. Birkaç sene önce KCK operasyonunda yürütülen taktik, Rojava’daki Kürtler için devreye sokuluyor.
Osmanlı’dan bugüne gayri resmi politika halini almış olan muhalefet hareketlerini çeşitli arabulucu kanallarla ezme taktikleri AKP’nin ‘bölgeselleşme’ yayılımında ihraç edilir noktaya gelmiş bulunuyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Topal Osman ne idiyse; 1970’lerde sol harekete karşı kontrgerilla ne idiyse, 1990’larda Hizbullah ne idiyse, bugün Suriye’deki ÖSO da, El Nusra da, El Kaide de odur. Aslında bunlara NATO’nun yeni ve aleni “Bölgesel Gladyoları” da diyebiliriz. Bununla birlikte bu örgütlerin Batı emperyalizminden aldıkları tazyik, nitel bir aşamaya gelmiş oluyor ki artık Batı da bunları kontrol edemez duruma düştüğünü ifade ederek müdahale için meşruluk zeminini inşa ediyor. Kaldı ki cihatçı gruplarının esas derdinin sadece Esad’ın gitmesi olmadığı, asıl ondan sonra nasıl bir devlet anlayışının ortaya konulacağı olduğunu herkes biliyor. Şimdilik, köprüyü geçene kadar bu işbirlikleri yürütülüyor. Enerji hatlarına hakimiyet sağlanıncaya kadar farklı ittifakların gündeme gelmesi ve nice köprülerin aşılması muhtemel görünüyor.
AKP’nin Paralaksları: Milliyetçiliğe, İslamcılığa ve Kürt Hareketine Göre Konum Belirleme Mantığı
AKP, Suriye’de PYD’yi önce Barzani baskısı üzerinden kontrol etmeyi, olmadı birebir görüşme üzerinden dengelemeyi ve ikna etmeyi, o da olmadı çeteler aracılığıyla etkisiz kılmayı düşlemişti. Ancak hesaplar bunlarla da sınırlı kalmıyor artık. Suriye’de mücadele çetrefilleştikçe hesaplar da çeşitleniyor.
Bilindiği üzere bölgesel siyaset aynı zamanda iç siyasetin de bir parçası durumunda. AKP, özellikle bölünme sendromunu yaşayan ve Rojava’daki Devrim’i AKP’nin siyasetine bağlayan ulusalcı/milliyetçi çevreleri de bu vesile ile bir imtihana zorluyor. Ulusalcıları seküler PYD veya Esad ile dinci çeteler arasında bir tercihe zorluyor veya etiketlendirmeye çalışıyor. Muhafazakâr taban için ise AKP daha geniş bir siyasal söylemi tercih ediyor. Zira ÖSO ve diğer cihatçı örgütleri doğrudan veya dolaylı yoldan desteklemenin hem milliyetçi hem de İslamcı yönden ikili bir anlamı veyahut Türk-İslam sentezine uygunluğu söz konusu. Bir taşla iki kuş vurulmak isteniyor gibi görünse de bu taşların bumerang gibi riskleri de bulunduğundan dolayı başka faktörlerle durumu sigortalamayı da ihmal etmiyor (zenginleşme, huzur ve refah söylemi veya enerji hatlarına sahip olma fikri gibi).
Rojava’da çoluk çocuk ayırmadan sivil Kürtlere yönelik katliamların başını çeken gruplara sunulan destek içerideki milliyetçili kesime de bir psikolojik yatırım işlevi görüyor. Soysal medyadaki milliyetçi sitelerde “Suriye’de Kürt Temizliği Yapan Nurettin Zengin ve Yavuz Selim Tugayları” işin özünü şimdiden belli etmeye yetiyor. Özgür Suriye Ordusu’nu (ÖSO) Kürtler söz konusu olduğunda daha çok desteklemek, seçim sathı mailine girilen bir dönemde AKP için bulunmaz bir fırsata dönüştürülmek isteniyor böylece. AKP’nin suskunluğu biraz da bundan kaynaklı sayılabilir. Ayrıca YPG’ye karşı oluşturulan cephenin Türkiye’de PKK’yi Suriye’den temizleme operasyonu şeklinde verilmesi de bu mahiyette işlerlik kazanıyor. Kürtlere karşı seferberliğin muhafazakar tabandaki algılama biçimi PKK ile mücadele olarak sunulmasının ne derece psikolojik bir yatırım olduğunu elbette zaman belirleyecek. Ancak AKP’nin konjonktüre göre tabanına uygun milliyetçi ve dini söylemler geliştirme kabiliyetini dikkate aldığımızda işin rengi biraz daha berraklaşıyor.
İslamcılık boyutunda ise zaten cihatçı bir ruhun ve Şii Bloğuna karşı Sünni ittifak oluşturmanın Suriye’deki açık tezahürünü görüyoruz. Ait olmadıkları bir toprakta savaşan cihatçı çete mensuplarının dini motivasyon ile hareket etmesinin Türkiye’deki muhafazakar kesimin bir bölümünde karşılık bulmaması imkansız. Buna mukabil savaşan cihatçılara sadece lojistik destek de yetmiyor; içeride dindarlık söylemini geliştirmek ve buna uygun düzenlemeler yapmak da başka bir motivasyon transferi oluyor.
Mitsel düşünceye has bir akıl yürütmeyle her türlü kötülüğün kaynağının yabancıya/düşmana/ötekiye/dış mihrak tasavvuruna dayandırılmasının bir neticesi olarak egemen hale gelen komplocu görüş, derin devlet/Ergenekon ile Kürt Hareketi arasında bile bir ortaklığı kimi zaman dillendirebilmiştir. (PKK’nin Şahin Kanadı/Ankara Grubu gibi nitelendirmelerde iki çizgiden birinin Kemalistlere yakın olduğu iddiası gibi). Dolayısıyla İslamcı-muhafazakâr kesimde şöyle bir yorumlayışa sıklıkla rastlarız: “Kemalistlerin politikalarından dolayı Kürt Sorunu yaratıldı, hatta düşük yoğunluklu savaş koşullarında siyasi ve ekonomik rantlar da yenildi. Kemalistler otoriterliklerini sürdürürken, beri yandan da Kürt Hareketinin güçlendirilmesi sağlandı. Aradaki muhafazakâr-dindar çoğunluğun bastırılması için savaş ortamları araç olarak kullanıldı.” Muhafazakar/dindar çevrede üç aşağı beş yukarı böylesi bir alımlama kategorisi mevcut. Yeni gelişmelerin de buna göre kodlanmak isteneceği muhakkak. Ancak bugüne bakıldığında Ordu artık eski Kemalist katılığını ve aktörlüğünü Ergenekon süreci ile yitirmiş durumda. Buna karşın siyasal baskıya gösterdiği dirençle çelikleşen bir ulusalcı hareket de gelişmişe benziyor. Şimdi ise aynı pozisyonun simetrisi gündemde. İktidara gelip yer değiştiren AKP, bu algılama/yorumlama kategorisine daha fazla ihtiyaç duyuyor. Başka bir değişle iki farklı hasmı hem ortak bir konumda hem de birbiri ile çatışan güçler olarak gösteriyor kendi tabanına. Tıpkı bir yıldızın Dünya’ya olan uzaklığını hesaplamada başvurulan Güneş’in kullanılmasındaki paralaks gibi, AKP de kendi konumunu iki siyasi teşekkül ile belirliyor. Oluşumlar değişse de bu paralaks değişmiyor. Kendine yakın veya uzak tüm siyasi/sivil oluşumlar bu paralaks mantığına göre konumlandırılıyor ve buna uygun bir akıl yürütme sağlanıyor (Cemaat ve Kürtler ile kurduğu ilişki de böylesi bir paralaks dile getirilebilir).
Suriye’deki iç savaşın aynı zamanda Türkiye’deki etnik ve siyasi fay hatları ile paralellikler taşıdığını düşünürsek, İslamcı örgütlerin hem Esad’a hem de Kürtlere karşı savaşının memleketteki anlamı daha bir belirginlik kazanmış oluyor. Birincisi Alevi-Sünni veya laik-dindar ikiliğine, ikincisi Türk Milliyetçisi-Kürt ikiliğine göre kategorikleştiriliyor. Cihatçı örgütlerin başarısı Katar’ın, Suudilerin, AKP’nin veya emperyalistlerin bir desteği olarak değil de gerçek iman gücünün bir neticesi olduğu yorumu, bu algılama/anlama kategorileri içinde değerlendirilecektir muhafazakar kesimde. Yol- yöntem nasıl olursa olsun, elde edilecek kazanımlar neticesinde egemen iktidar, öncülük etmek istediği Ortadoğu’daki Sünni Bloğa dayalı İslamcılık ikliminin güçlenmesini hesap edecektir.
Önemli bir başka ayrıntı da AKP’nin karşıtlıklardan yararlanarak farklı himayeciliğe soyunma girişimidir. Söz gelimi PYD lideri ile yapılan görüşmede AKP’nin PYD’ye işbirliği karşılığında onları İslamcı militanlardan koruyacağını belirtmesi bu taktiğin bir göstergesidir.
Aslında bu taktik, bölgede önemli bir aktör haline gelen Kürt Yüksek Konseyi’ni Cenevre görüşmelerine katılması gerektiğini dile getiren Rusya’ya karşı da bir manevra anlamı içeriyor.
Desteklediği gruplarla Kürtleri işbirliğine zorlamakla yetinmeyen AKP, Barzani üzerinden de bir markaj uygulamaya çalışıyor. Barzani’nin Sêmalka Sınır Kapısı’nı kapatması, Rojava Kürtlerinin iradesini kırmanın hem başka bir yolu hem de Barzani’nin de bir aktör olarak devreye girmek isteyişinin Kürtler nezdindeki bir görünümü sunuyor. Gerek Batı’ya aktarılacak kaynaklara erişim ve kontrol, gerekse Kürtlerin ulusal önderliğinin hangi güç tarafından daha çok temsil edileceği noktasında Barzani kritik bir konumda bulunuyor.
Gezi Ruhu ile Rojava Ruhu Arasındaki Köprü
Barzani’nin ikircikli tutumunu da dikkate aldığımızda Rojava’daki direniş, Kürtlerin siyasal birliğinin en üst aşamalarından birini temsil ettiği için önem kazanıyor. Rojava’daki başarı, Kürtlerin ulusal temsiliyetini de belirleyecek, haliyle bu durum Ulusal Kongre sürecini de doğrudan etkileyecektir. Varoluşunu korumak kadar Kürt hareketler arasındaki gücün de sınanma sahasına dönüşen Rojava, direniş ruhu ile yeni bir dönemeci sağlayabilir. Türkiye’deki Gezi Ruhu ile Rojava’nın Direniş Ruhu arasında kurulacak köprü, pek çok dengeyi ve hesabı de alt üst edebilir ve yeni bir alternatif inşa edebilir.
Ancak hem coğrafi ve siyasi koşullar hem de tarihsel verilere baktığımız zaman Rojava’nın özyönetimini koruyup bir üst aşamaya geçmesinin karşılaşacağı riskler, her zamankinden daha fazla. Jeopolitik ve jeostratejik koşullar güçlü bir otoriteyi ister istemez gerekli kılıyor. Geçmişte pek çok siyasi oluşum denendi, hatta devlet kurma girişimleri bile oldu. Lakin Kürtlerin bu girişimleri hem aşiret yapılarını aşamadı hem de bir uluslararası güce bağlılıktan ötürü uzun süreli olamadı. Buna karşın uzun erimli mücadelenin sonucunda açığa çıkan siyasal toplumsallaşma Kürtlerin kaderini yeni bir evreye taşıyor. Artık Kürtlerin siyasi bilinci ve birikimi ile bölgesel ve küresel örgütlülükleri bambaşka bir nitel seviyede seyrettiği için adımlar daha kontrollü ve gerçekçi düzeyde atılır gibi görünüyor. Şovenizmden arınmış bir Gezi Ruhu ile kurulacak köprüler ise Ortadoğu’nun ezilen halklarına yeni umut yolları inşa ediyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.