Geçtiğimiz günlerde Mısır rejiminin birçok askeri vali olarak ataması, darbenin darbeliğini iyice tescillemiş oldu. Bu hamlenin ardından rejimin bir de katliama girişmesi, bizde de, Mısır’da da muhafazakar safları sıklaştırdı. Muhafazakarların bu fırsatı kendi hegemonyaları için kullanmaları anlaşılır bir şey. Tuhaf olan, bazı liberal, İslamcı ve sosyalistlerin de bu konuya muhafazakarların baktığı yerden bakmaları. Yeni İhvan’ın […]
Geçtiğimiz günlerde Mısır rejiminin birçok askeri vali olarak ataması, darbenin darbeliğini iyice tescillemiş oldu. Bu hamlenin ardından rejimin bir de katliama girişmesi, bizde de, Mısır’da da muhafazakar safları sıklaştırdı. Muhafazakarların bu fırsatı kendi hegemonyaları için kullanmaları anlaşılır bir şey. Tuhaf olan, bazı liberal, İslamcı ve sosyalistlerin de bu konuya muhafazakarların baktığı yerden bakmaları.
Yeni İhvan’ın muhafazakar demokrasisi
Adeviyye ve diğer meydanlardaki katliama karşı çıkma konusunda herhangi bir tereddüd olmamalı. İçlerinde silahlı unsurların bulunup bulunmadığı meselesinden bağımsız olarak, çoğunluğu silahsız olan bir gösterici grubunun kanla bastırılması kabul edilemez. Bir kere insanlık suçudur, vicdan dışıdır. Üstelik bundan sonraki her türlü gösterinin bu şekilde bastırılmasının önünü açtığı için, siyasi olarak da bir felaketin habercisidir. Mısır’da yeni yönetimin şimdiye kadar yaptıkları, bundan sonra yapacaklarının teminatıdır.
Katliamın karşısında durmak da yetmez. Darbe hükümetini bir aydır destekleyen, şimdi de utanmadan yaptığı katliamı kınayan uluslararası ve bölgesel güçler; ve bir takım liberal ve “solcu” Mısırlılar da teşhir edilmeli. Bu çevrelerin şu noktada katliama karşı laf etmelerinin bir hükmü yok (bazıları hala etmiyor zaten).
Ancak bu, Adeviyye Meydanı’nın ve taleplerinin yanında durmakla karıştırılmamalı. Bu meydan, eninde sonunda, (gerçek bir çoğulculuğu filan bırakın) biçimsel demokrasinin bile sesi değil. “Yeni” İhvan’ın kurmaya niyetli olduğu totaliter demokrasinin kitle desteğiyle karşı karşıyayız. Bu meydanı “Mısır halkının iradesi” diye yutturmaya çalışanlara kanmayalım. Meydan, kendi iradesi bile olmayan, talimatları muhtemelen (İhvan’ın komuta merkezi olan) İrşad Bürosu’ndan alan bir cumhurbaşkanına sahip çıkıyor. Dolayısıyla da, her türlü seçim ve denetim mekanizmasından uzak, halkın (ve İhvan’ın) üstünde bir güç olan İrşad Bürosu’nun ikitidarını yeniden üretiyor.
Demokratik ilkeler açısından, bir hareketin bu tür gösteriler yapmaya hakkı vardır: Çoğulcu demokrasinin karşıtları, çoğulcu demokrasilerde taleplerini dile getirebilirler. Ancak demokratların bu taleplerin arkasında durmasını beklemek düpedüz saçmalık olur.
Her şeyden önce, Yeni İhvan’ın kendi tarihsel misyonuna bile sahip çıkmadığını, Mübarek’in devrilmesinin hemen ardından askerle (ve dünyamız üzerinde gölge eden bazı küresel güçlerle) pazarlıklara giriştiğini hatırlamakta fayda var. İhvan, açıktan açığa Mübarek döneminin iktisadi ve (bazı) polisiye uygulamalarını sürdüreceğinin de işaretini verdi. Daha da ileri giderek, askerin anayasadaki ayrıcalıklı yerini korudu. Bütün bunlara ek olarak, Mübarek rejimi grevci işçilere nasıl bir muamaleyi layık gördüyse, İhvan da aynısını benimsedi.
Yeni İhvan’ın bu uygulamaları, İslamcılar arasında dahi rahatsızlıklara yol açtı. Selefilerin en örgütlü siyasi gücü olan Nur Partisi’nin bile (bir ay öncesine kadar) İhvan’ın bürokrasiyi ele geçirmesinden şikayet ettiğini unutmayalım. Nur, bu ve başka sebeplerden dolayı, Mürsi’nin devrilmesine zemin hazırlayan Temerrüd hareketine dahi destek verdi (tavrı ancak 8 Temmuz’daki katliamdan sonra değişti).
Sağlıklı işleyen bir demokraside, kendisine verilen oydan daha çok imzayla geri çağrılan (ve akabinde bir o kadar insanın fiili protestosuna maruz kalan) bir başkan, cumhurbaşkanı ya da yetkilinin, o ülkenin koşullarına göre belirlenecek bir kurumsal prosedür sonucu, görevini bırakması gerekirdi. (Kaliforniya örneğinin gösterdiği gibi, burjuva demokrasilerinde bile mümkün bu). Fakat liberallerin, soyalistlerin ve İslamcıların (bir şekilde bulaştıkları) Temerrüd Hareketi’ni kontrol edecek güçleri olmadığı için, devreye eski rejimin kalıntıları girdi ve ayaklanmayı (ve Tahrir Meydanı’nı) göz göre göre çaldı. Adeviyye Meydanı’nın talebi, halkın iktidarı değil, ülkenin ayaklanma öncesindeki haline dönmesi; babaanne postu giymiş kurda (yani İslamcı postu giymiş, fakat Mübarek rejiminin uygulamalarını yenileyerek yaşatacak İrşad Bürosu’na) kendini bağışlaması. Tahrir’de kurt var, burada babaanne, seçim sizin diyorlar kısacası.
Üçüncü cephe, her yerde
Bu durumda, iki meydanı da tanımayarak üçüncü bir meydan çağrısı yapan sosyalistlerin, İslamcıların ve liberallerin tavrı en isabetlisi. (Devrimci Sosyalistler ve Güçlü Mısır Partisi gibi bu çağrıyı yapan sol ve İslamcı çevrelerin, Çarşamba günkü katliamı da anında ve gayet sert bir şekilde kınadıklarını hemen not düşelim.) Elbette Mısır bu kadar kutuplaşmışken, bu çağrının anında adresini bulması imkansız. Önemli olan, üçüncü bir hatta ısrarın devam etmesi.
Türkiye bu noktada öğretici olabilir. 2007-2013 dönemecinde üçüncü cephe vurgusu muhafazakarların ve ulusalcıların çıkardığı gürültünün altında gömülmüştü. Siyaseti her gün olup bitende mutlaka söz sahibi olmak sananlar, kendilerini ya bir, ya öbür şer cephesine teslim etmişti. Bırakın İslamcılarla liberalleri, sosyalistlerden bile bunu yapan vardı. Gezi Direnişi ile birlikte, meşru söz söyleme sahip hakkına tek sahip olan bu kolaycılar değil, üçüncü cephede ısrar edenler oldu. Demem o ki, dipten gelen dalgaya güvenmek Godot’yu beklemek gibi pasif bir edim değil, dalga geldiğinde onu kıyıya taşımak için hazırlığa bu günden başlamaktır.
Mısır’ın bize göre bir avantajı olduğu bile söylenebilir. Aynen Türkiye’nin karanlık yıllarındaki gibi şer cephelerinin sesi daha gür çıksa dahi, kendini muhafazakarlığın veya ulusalcılığın “güvenli” kollarına bırakmayan liberallerin ve İslamcıların sayısı Türkiye’ye nazaran daha fazla.
Şüphesiz ki Mısır 3 Temmuz darbesiyle birlikte çok kanlı bir yola girdi. Bu girdaptan çıkışın yolu, ne olup biteni görmezden gelmek (ya da bunu Arap kültürüne atfetmek), ne de totaliter odakları desteklemek. Çözülmekte olan dünya düzeni, artık muhafazakar veya darbeci kalıplara sığmayacak dinamikler doğuruyor. Bunlar üzerine düşünmek; bu dinamikler üzerinden somut talepler ve programlar üretmek; ve bu programları hayata geçirecek örgütlenmeleri kurmak, Mısır’da da, Türkiye’de de muhafazakarlığın ve darbeciliğin yarattığı dar ve boğucu dünyadan çıkışın yollarını döşeyecektir. Bu da ancak dipten gelen dalgaya güvenerek yapılabilir.