Giovanni Arrighi’nin bir kitabından esinlenerek bu başlığı koyduk. Ancak Mısır’daki gelişmeler söz konusu olduğunda başlığa ilham veren eserden öte Arrighi’nin en temel eseri sayılabilecek Uzun Yirminci Yüzyıl’ı düşünmek önem arz ediyor. Mısır’ın kapitalist jeopolitik ve siyasal jeokültürel önemi, Arrighi’nin Uzun Yirminci Yüzyıl’da dile getirdiği kapitalist ve teritoryal mantık ayrımları bağlamında, süreci anlamamıza yardımcı olabilir. Şöyle […]
Giovanni Arrighi’nin bir kitabından esinlenerek bu başlığı koyduk. Ancak Mısır’daki gelişmeler söz konusu olduğunda başlığa ilham veren eserden öte Arrighi’nin en temel eseri sayılabilecek Uzun Yirminci Yüzyıl’ı düşünmek önem arz ediyor. Mısır’ın kapitalist jeopolitik ve siyasal jeokültürel önemi, Arrighi’nin Uzun Yirminci Yüzyıl’da dile getirdiği kapitalist ve teritoryal mantık ayrımları bağlamında, süreci anlamamıza yardımcı olabilir. Şöyle ki, Mısır’da gerçekleşen, Mursi’yi ve Müslüman Kardeşleri siyasal iktidardan götüren, yönetimi ordunun kuracağı teknokrat hükümete bıraktıran darbe, tam da kapitalist mantık üzerinden okunacak bir düzleme ve bölgede dolaşıma sokulan siyasal İslam projesinin ömrüne ilişkin ipuçları içermektedir. Sırasıyla açalım.
I.
Arap İsyanlarının başladığı günden itibaren Kuzey Afrika’daki yerleşik otokratik nitelikli iktidarları sırasıyla deviren halk hareketleri, içerisinde pek çok değişik siyasal ve ideolojik eğilimi barındırmaktaydı. Bilhassa Tunus’taki isyan dalgasından itibaren öne çıkmaya başlayan ve Mısır’da tabandaki hareketi kuşatmış sayılacak bir siyasi güç olarak İhvanü’l-Müslimin diğer adıyla Müslüman Kardeşler, bölgenin en örgütlü ve kuvvetli siyasi öznesi olarak Batı başta olmak üzere pek çok ülke tarafından muhatap kabul edildi. Müslüman Kardeşler’in geçmişinin 1928 yılında uzanması dışında, İslam dininin kaidelerine uygun bir yaşam ve yönetim tarzı amaçlayan örgüt oluşu, Müslüman Arap coğrafyasındaki nüfuz kapasitesini arttırdı. “Birinci Tahrir İsyanı” ile başlayan ve diktatör Hüsnü Mübarek’in devrilmesi ile sonuçlanan isyan dalgasında örgütlü kadrolara sahip olmanın verdiği avantaj eşliğinde Müslüman Kardeşler ordunun açtığı iktidar koltuğuna seçimler sonucunda oturmayı başardı. Yüzde 53’lük oy oranı ile seçimleri kazanan Mursi, demokrasi forumunu pan-İslamist siyasetle buluşturacak düzenlemelere yöneldi. İhvan’ın giriştiği bu siyasi hamle Mısır halkı için Mübarek döneminden itibaren muzdarip oldukları polis şiddetinin artışı ve Mübarek’in görece seküler baskısı yerine İhvan’ın siyasal İslamcı siyasaları anlamına geliyordu. Ayrıca, Müslüman Kardeşlerin polis kurumunu yeniden yapılandırmak yerine vazife ve salahiyetlerini arttırmaları, otoriterleşmenin başka bir yüzünü ifade etmekteydi.
II.
Müslüman Kardeşler’in siyasal söylemler itibariyle orduya nazaran polisi övmesi, hukuki düzenlemeler itibariyle polisin yetkilerini arttırması, Mısır ordusu için ayrı bir rahatsızlık konusuydu. Ordunun duyduğu rahatsızlık, bizatihi ordunun tarihsel yapısıyla yakından ilişkiliydi. Mısır ordusu, ulusal düzenli ordulardan farklı olarak dünyadaki holdingleşmiş ve iç pazar ile uluslararası ticarette önemli rol oynayan az sayıdaki askeri kurumlardan birisidir. Bu durumu kısaca izah etmemiz, birazdan ordunun yaptığı darbeye Batının neden “darbe” kavramı ile tanımadığını ve AKP’nin duyduğu siyasal kaygının kökenlerini anlamak için gereklidir.
Mısır ordusu 1970 yılında cumhurbaşkanı olan Enver Sedat’ın infitah yani dışa açılma siyaseti ile birlikte dünyanın sayılı holding-orduları arasına girdi. Bu süreçte ekili olan siyasi gelişmelerden başlıca olanı, İsrail ve Mısır arasında imzalanan Camp David anlaşması idi. Anlaşma ile birlikte Enver Sedat’ın infitah siyasetine uygun biçimde Mısır’ın ABD ve İsrail ile uzlaşmasının temelleri atıldı. Bu sadece siyasi-diplomatik düzeyde ilişkilerin kurulmasından öte Mısır’ın bölgesel askeri güç olarak konuşlandırılması anlamına da geliyordu. 1970’ler boyunca Mısır, İsrail dışında ABD’den en fazla dış yardım alan ikinci ülke oldu; ortalama yıllık iki milyar dolarlık yardımın üçte ikisi ise Mısır ordusuna tahsis ediliyordu.[1] ABD hegemonyasının Mısır ordusunu gözeterek yaptığı yardımın arkasındaki dinamikler, İsrail’in korunması dışında, Mısır ve dolaylı olarak kapitalist mantığının bölgedeki çıkarlarını gözetecek şiddet mekanizmasının güçlendirilmesiyle belirleniyordu. Diğer taraftan ordunun kritik yönetim kadrolarının ekonomik yardımlarla oluşan klientalist ağa çekilmesi Mısır ordusunun Mısır hükümetinden önce ABD’yi dikkate alacak bir yapıya bürünmesine imkân tanıyordu; kapitalist mantığının tahakkümündeki bu tip çıkar ilişkileri, ABD’nin bölgesel çıkarlarının korunmasını, devleti-ordu-ABD arasında ittifakı kuvvetlendiriyordu.[2]
Hüsnü Mübarek zamanında Mısır ordusunun yardımıyla ABD hegemonyasını sürdürmeye devam ettirdi. Mısır, askeri düzeyde 1990–1991 Körfez Savaşı’nda diplomatik ve askeri açıklıkla ABD’nin yanında yer aldı ve askeri gücünü seferber etti; diplomatik düzeyde, Mübarek zamanında Gazze şeridindeki ambargoyu destekleyecek önlemler için sinyaller verdi. Mısır’ın ABD’nin spesifik çıkarlarını gözetmesi, dolaylı olarak kapitalist mantığı güçlendirmeye hizmet etti; süreç, Avrupa’nın bölgeye ilişkin ekonomik ve siyasi stratejilerini de tamamlayıcı bir hale büründü. İngiltere’nin 2009 yılında Mısır ordusuna 16 milyar sterlinlik silah satışı gerçekleştirmesi, bölgenin öneminden ötürü ABD ile girişilen bir rekabet olarak yorumlandı.
Mübarek’in Kuzey Afrika’daki isyan dalgası sonrası devrilişi ile siyasal iktidara gelen Müslüman Kardeşler, ordunun küresel güçlerle girdiği ilişkinin dengesini değiştirmeye başladı. Müslüman Kardeşler iktidarının yol açtığı denge değişimi kısa vadeli ekonomik imtiyazlardan daha çok Müslüman Kardeşleri de siyaset sahnesine çıkaran siyasal İslam projesinin akıbetini ve meşruiyetini kapitalistler için sorgulatmaya başladı.
III.
Giovanni Arrighi’nin getirdiği kapitalist ve teritoryal mantık ayrımı, bir ülkenin uluslararası hukuk, uluslararası ticaret, uluslararası mali sermaye, uluslararası konvansiyonel askeri güç ilişkileri başlıklarında ülkelerin iç işleyişini anlamaya dönük bir kavramsal set sunmaktadır. Kısaca özetlersek, ulusal ve uluslararası düzeyde ekonomik ve siyasi ilişkilerden kaynaklı gücün iki yönü bulunmakta; bunlar bir ülkenin sınırları içerisinde kapitalist sınıflar ile devlet yöneticileri arasında belirmektedir. Bir ülke içerisinde kapitalist sınıflar, çeşitli stratejilere ve projelere başvurarak kar imkânlarını maksimize etmek amacıyla mekânsal yayılma eğilimindedirler. Kamu kurumlarındaki bürokratlar ve devlet adamları ise ülkenin hem içeride hem de dışarıda -kendi tekil çıkarlarının gerçekleşmesiyle doğru orantılı şekilde- prestijini gözetirler. Bu ayrımın temelindeki varsayım, kapitalist sınıfların bireysel çıkarlar, bürokratların/siyasetçilerin ise kolektif çıkarlarını temin etmeye yönelik davranışlarından kaynaklandığıdır. Kapitalist sınıfları sınırlamaya dönük maliye, vergilendirme yönetmelikleri, ihale veya teşvik mevzuatları vb. belirli hukuki düzenlemeler bulunurken, bürokratlar görece dar bir alanda, devlet aygıtının siyasal, diplomatik ve askeri kapasitelerince sınırlıdır. Kimi durumda teritoryal mantık, kimi durumda kapitalist mantık ağır basar. Kapitalist mantık sadece sermaye birikim süreçlerinden elde ettiği ekonomik güçle yetinmeyerek, teritoryal avantajları devşirmeye, kendisine bağlı hale getirmeye çalışabilir. Kapitalistler sermaye birikiminde, teritoryal mantık aracılığıyla para, finans, hammadde, emek-gücü başlıklarında pek çok gücü yedeklemek için operasyonlar gerçekleştirir.[3]
Arrighi’nin bu ayrımı Mısır ordusu ve siyaset kurumları arasındaki mantık farklılıklarına da işaret etmektedir. Yukarıda izah etmeye çalıştığımız üzere, Mısır ordusu zaman içerisinde sermaye birikiminde önemli aktör olarak ve birikim sürecine bağımlı hale getirilerek kapitalist mantığa uyumlulaştırılmıştır. Bunu ABD ve Avrupa ülkelerinin Mısır ordusu ile kurduğu ilişkilere bakarak görmek mümkündür. Bizim odaklanacağımız nokta, Mısır Ordusu’nun yaptığı “darbe”ye ABD ve AB’nin neden “darbe” demediğidir?
IV.
Mısır’da Enver Sedat döneminde yürürlüğe sokulan infitah siyasetinden bu yana teritoryal mantık ile kapitalist mantık ayrışmış değil; “ülkenin çıkarlarını koruyacak bir kurum” olan ordu dolayımıyla iç içe geçmiş durumdadır. Ve isyan dalgasında halkın sadece otoriter bir yönetimden değil, yaşam standartlarını içeren sosyo-ekonomik rahatsızlıklarının cisimleşmesi, ordunun kapitalist mantıktan sıyrılıp teritoryal mantığa uygun biçimde ülkenin çıkarlarını düşünerek halkın yanında yer aldığı anlamına gelmemektedir. Kapitalist devletlerle likidite ve ticaret düzeyinde bağlar kurmuş Mısır Ordusu, Mübarek figürünün neden olduğu siyasal ve ekonomik istikrarsızlık dönemine müdahale etmiştir. Küresel kapitalizmin Mısır’da ve bölgedeki işleyişinin aksamaması amacıyla görüngü düzeyinde siyasal iktidar değişimi zaruri bir koşul olarak doğmuş, kapitalistler halk isyanını ordu aracılığıyla sağlanacak yönetime el koyulmasına meşruiyet sağlamak amacıyla işlevselleştirmişlerdir.
Mısır’da Muhammed Mursi iktidarının devrilmesinden sonra başbakanlığa getirilmesi planlanmış Muhammed El Baradey isminin ordu tarafından belirlenmesi, bu bağlamda tesadüfî olmanın ötesine geçmektedir.[4] 2005 yılında Nobel Barış Ödülü kazanan, Birleşmiş Milletler Nükleer Ajansı Başkanlığı görevini yürüttükten sonra 2010’da Mısır’a dönen El Baradey, Hüsnü Mübarek rejimine karşı başlatılan isyanları destekleyen açıklamalarda bulunmuş; Mursi’nin kazandığı seçimlere girmişti. Batının yakından tanıdığı El Baradey’in ordu tarafından teknokrat hükümet için ilk isim olarak seçilmesinde siyasal İslamcı grupların ılımlı yaklaşacağı ve halk arasında Mübarek-karşıtı gösterilerde yer almasından ötürü itiraz edilmeyeceği düşüncesi yatmaktaydı. Bu planlamanın Müslüman Kardeşler’in sokağa çıkma çağrılarını arttırması üzerine aksaması sonucunda Ordu tarafından cumhurbaşkanlığına getirilen Anayasa Mahkemesi Başkanı Adli Mansur, geçiş hükümetini kurma görevini liberal kimliği ile bilinen ekonomist Hazım Biblavi’ye verdi, El Baradey’i ise Dış İlişkilerden Sorumlu Cumhurbaşkanı Yardımcısı olarak atadı.[5] İçerideki siyasal basıncı gözeterek yapılan teknokratik atamalar, anayasa yapım sürecinde etkisini hissettirerek “darbe anayasası”nı teritoryal dinamiklere ihtiyaç veren omurgaya büründürmüştür. Adli Mansur’un 33 maddelik anayasasında “Mısır Arap Cumhuriyeti; sistemi demokratik olan, vatandaşlık ilkesine dayanan, devlet dininin İslam, resmi dilin Arapça olduğu bir devlettir ve İslam Şeriatı’nın ilkeleri (genel delilleri, temel ve fıkhi kuralları ile ehl-i sünnet vel cemaat öğretilerinde tanınan kaynakları da dahil), yasamanın ana kaynağıdır”[6] maddesi getirilerek Selefi grupların hassasiyetleri, siyasal ve ideolojik çıkarları gözetilmiş; rızayı tesis sürecinde hukuki bir metnin dolayımına öncelik verilmiştir.
Kritik nokta, Hazım Biblavi ve El Baradey’in konsensüs sağlayabilecek mahiyette figürler olarak tercih edilmesinden ziyade cumhurbaşkanlığı görevine getirilen Adli Mansur’un “Yeni diktatörlerin oluşmasına izin vermemeliyiz, ve Allah’tan başkasına tapmamalıyız ne bir idole, ne bir puta ne de bir devlet başkanına” açıklamasıdır. Ordunun belirlediği bu isim, yeni dönemin siyasetinin ve toplumsal düzeninin, kapitalist mantığın birikim istikrarına göre nasıl kurgulandığına dair ipuçlarını barındırmaktadır.
V.
Mısır ordusunun Müslüman Kardeşleri siyaset sahnesinden tasfiye edişindeki temel gerekçenin uluslararası ekonomik ilişkilerin istikrarının korunması olduğunu hatırımızda tutarak ilerlersek, İhvan’ın akıbeti siyasal İslam projesinin geçerliliğiyle yakından ilişkilidir. Arap İsyanları ile birlikte MENA olarak CIA ve pek çok istihbarat örgütünün kayıtlarında öncelikli konumda bulunan Kuzey Afrika ve Akdeniz bölgesi, 1980 yılından itibaren post-Sovyet dönemin izlerini silmek amacıyla siyasi stratejilerin hedefindeki bir bölgedir. Bu nedenle ABD ve bazı batılı ülkelerce insani müdahale tipolojisindeki konvansiyonel askeri müdahaleler yerine Baas dönemi sonrası seküler karakterli iktidarlara karşı siyasal İslam’ın kurumsal ve lojistik bakımdan kuvvetlendirilmesine öncelik verilmiştir. Müslüman Kardeşler’in kuvvetlenmesine karşılık gelen isyan dalgaları uluslararası yatırımları kısa vadeli avantajlı konuma getirirken, uzun vadede istikrarsızlığa yol açması nedeniyle kapitalist mantığı aşındıracak bir hale büründü. Bunun en somut göstergesi, Mursi seçilmesine karşın tarihsel bağlamda ABD hegemonyası için önemli bir anlama sahip olan Mısır’ın siyasal istikrarsızlıklar nedeniyle bölgede kapitalist mantığı aşındıracak bir gidişata girmesiydi. İkinci kez ordunun müdahalesi, Mısır halkının rızasını sağlamaya yönelik, teritoryal çıkarların önceliğinde imajı çizilerek gerçekleştirildi.
Müslüman Kardeşler’in üzerinde konumlandırıldığı siyasal İslam projesi, şuan için Batılı kapitalist devletlerin ajandasında sorgulanmaya başlamıştır. ABD Başkanı Barack Obama’nın Mısır’daki “herhangi bir siyasi parti veya gruba destek vermediklerini” söylemesi, Mısır’daki olayları “kınaması”[7], Irak ya da Afganistan’da izledikleri insani müdahale konseptine dayanak teşkil eden demokrasi soslu analizlerden kaçınarak Mısır ordusunun darbesine “şiddet olayı” kavramını kullanması, şaşırtıcı değildir. Şaşırtıcı olan tek durum, AKP’nin Mısır’daki süreci kavramaya çalışırken ABD’nin ve AB’nin söz konusu askeri müdahaleye neden “darbe” kavramıyla karşılamadığıdır.
VI.
Öncelikle AKP kurmaylarının ve üstyapı memurlarının Mısır’daki darbeyi kınamasının, İsrail ile olan diplomatik çatışmalardaki gibi içinin boş olduğunu belirtelim. Savunma Sanayi Müsteşarlığı’ndan yapılan açıklamayan göre Mısır ordusunun yönetime el koyması ve Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi görevinden uzaklaştırması üzerine hükümetten gelen tepkilere rağmen savunma alanında yapılan anlaşmaların süreceği belirtilmiş. Buna göre Başbakan Erdoğan, Mısır’daki darbeyi gerçekleştiren Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı Abdul Fattah Khalil Al-Sisi’yi 9 Mayıs’ta kabul etmiş ve Mısır için savunma sanayi alanında anlaşma imzalanmıştı; Türkiye Mısır’a toplamda 1.2 milyar dolar kredi açmıştı; 250 milyon dolar, Türkiye’den savunma sanayi ürünleri ithalatı için verilmişti.[8]
Şimdi tekrar siyasal söylem düzeyine dönersek, Türkiye’de Mısır’da yaşanlara ilişkin iki genel tavrın ortaya çıktığını söyleyebiliriz. İlki, AKP hükümeti nezdinde Gezi direnişi bağlamında da sıklıkla dillendirilen demokrasiyi seçimlerle eş gören tutumdur. Düzenli aralıklarla yapılan “adil ve hür” seçimleri demokrasinin tek gerçeği olarak dillendiren bu görüş, sandık dışındaki hükümete her türlü müdahaleyi darbe olarak tanımlamaktadır. TDK’nın hükümet tarafından değiştirilmiş “darbe” tanımı şüpheye yer bırakmayacak şekilde açıktır: “Bir ülkede baskı kurarak, zor kullanarak veya demokratik yollardan yararlanarak hükûmeti istifa ettirme veya rejimi değiştirecek biçimde yönetimi devirme işi”.[9] Bu tanım çerçevesinde, hükümet demokratik olmayan yollara sapsa, demokratik meşruiyetini yitirse dahi ancak ve ancak seçimler sonucunda değişebilir. Mesaj açıktır: Yapacak bir şey yok katlanmak zorundasınız. Demokrasiyi sandıkla eşitleyen tavrın Mısır’daki olaylara verilen reflekste de belirdiğini saptayabiliriz. Hükümet sözcüsü Hüseyin Çelik’in ifadeleri:
Darbe kim tarafından ve hangi gerekçeyle yapılırsa yapılsın kabul edilemez. Halkın iradesine vurulmuş darbedir. Mursi, bütün hilelere rağmen yüzde 53 oyla Cumhurbaşkanı seçilmiş bir insandır. Mısır tarihinde ilk defa hür, uluslararası gözetimde yapılmış olan bir seçimle Cumhurbaşkanı seçilmiştir.”[10]
Diğer yüzde 47’nin akıbeti söz konusu edilemez, ne istediklerinin önemi yoktur. Elbette demokrasi fikri belirli bir hoşgörüyü içerir ama bu hoşgörünün hep seçimin kaybedenlerinden beklenir.
Demokrasiye ilişkin ikinci tutum ise demokrasiyi “adil ve hür” seçimleri de içerecek şekilde sivil toplum ve onun tarafından oluşturulmuş örgütlerin eylediği, sivil ve siyasi bireysel hakların ve özgürlüklerin etkin kullanıldığı bir rejim olarak tanımlar. “Hukukun üstünlüğü”, “kadınların konumu”, “siyasal ve sosyal muhalefetin varlığı”, farklı toplumsal grupların toplumdan dışlanmaması ve devletten bağımsız sivil toplum kuruluşlarının etkinlikleri bu demokrasi kavrayışında göstergeler olarak belirir. Bu bağlamda Mısır’daki ordunun davranışı darbe olarak nitelendirilir ancak Mursi’nin sorumluluğuna da dikkat çekilir. Bu tutumu en güzel Fuat Keyman’ın yazılarından takip edebilmek mümkün:
Mursi, demokratik seçimle başa geldi. Ama, bu askerin siyasetten el çekmesi anlamına gelmiyordu. İktidarını, askerle anlaşarak kurdu. Bu bir yıl içinde, Mısır’ı çok kötü yönetti. Verdiği sözleri tutmadı. İşsizlik ve ekonomik sıkıntıların düzelmesi için bir şey yapmadı. Daha da kötüsü, siyaset biliminde ‘güç yoğunlaşması’ dediğimiz, iktidarını mutlaklaştırma, bunun için de tüm güçleri elinde toplamak ve denge ile denetimden muaf olmak istedi. Yeni Anayasa’yla güç yoğunlaşması sürecini başlattı. Kadınları siyasetten ve anayasa yapım sürecinden dışladı. Mısırlı kadınlar, siyasi haklar alanında, otoriter Mübarek döneminden daha kötü bir konuma düştüler. Dini azınlıklar ile ilgili tepki yaratan bir yaklaşım sergiledi. Mursi’nin bir yılı, eline geçirdiği fırsatı kullanamayan; Mısır’ın sorunlarını çözme kapasitesi olmayan; ama, denge ve denetimsiz güç yoğunlaşması isteyen bir lider görüntüsünü ortaya çıkarttı.”[11]
Alıntının bu kadar uzun olmasının sebebi ikinci tutumda beliren demokrasi tanımının daha sofistike olmasından kaynaklıdır. İktidarın sorumluluklarını belirtmesi, muhalefete hoşgörüyü içermesi ve bunu belli mekanizmalara bağlaması açısından ikinci tutumun demokrasi tanımının “ilerici” olduğuna şüphe yok. Bu ikinci tutumun Mısır’a bakışta ABD ve AB tarafında benimsendiği ve ordunun yönetime el koymasını “darbe” olarak nitelememesine temel sağladığı da söylenebilir.
VII.
Mısır’da yaşanan süreç sanki Türkiye’de yaşanmış gibi tartışılmakta, AKP’nin Müslüman Kardeşler ile olan yakın ilişkisi vurgulanarak bölgenin siyasi atmosferi ile Türkiye arasında paralellikler kurulmaktadır.[12] Gerçekten bu durum çok garip ve anlaşılmaz değildir. Öncelikle AKP’nin yürütücüsü olduğu siyasal İslam projesi tüm Ortadoğu’da etkileri olan ve aslen Mısır’daki entelektüel kaynaklardan beslenen bir projedir. Elbette Türkiye belli bir özgünlüğe sahip olmakla birlikte, AKP’nin kaderi de siyasal İslam’ın Ortadoğu’daki kaderi ile yakından ilişkilidir. Yaşananlara bakarak hem siyasal İslam’ın Ortadoğu’da prestij kaybına uğradığına, hem de bu prestij kaybı ile bağlantılı Batılı güçlerin desteğini yitirdiğini iddia edebiliriz. AB ve ABD’nin ordunun müdahalesine “darbe” dememesini desteğin yitirilmesine yorabiliriz.
Şuan için kesin görüşlerde bulunmak yerine sonuca dair çıkarsamalarda bulunmak gereklidir çünkü siyasal İslam’ın proje bazında kapitalist mantığın bölgesel istikrar beklentilerini karşılamadığı hakikatine karşılık, kapitalist mantığı oyun sahasına sürecek oyuncuların akıbeti muammalar taşımaktadır. AKP’nin Mısır’daki darbeyi demokrasiye ve kendisiyle özdeşleştirdiği seçilmişlere müdahale üzerinden yorumlaması, ABD ve AB’nin darbe kavramını kullanmadığı için kızgınlıktan öte şaşkınlık duyması, duyulan şaşkınlığın siyasal bir kaygıya yol açması, siyasal İslam projesinin kendilerini ilgilendiren kısımlarının geçerliliğini sorgulamaları gibi pek çok öğe, siyasi aktörlerin başka projelere eklemlenip eklemlenemeyecekleriyle yakından ilişkilidir. Kapitalist mantık, teritoryal mantığı gözeterek ve kimi özel durumlarda çıkarlarına entegre edemediğinde baskılayarak, üretim ilişkilerini, siyaset kurumlarını ve halkları kapsayan projeler tesis eder. Bu projeler özü itibariyle hegemonya projeleri olduğundan kurumların meşruiyetini ve halkın rızasını sağlamaya dönük aktörleri tekrardan oyuna sokabilir. Mısır’da halkın elinden devrim fırsatını çalan ordunun gerçekleştirdiği darbe, bu bağlamda kapitalist mantığının uzun erimli kolektif çıkarlarını gözetmek amacıyla gerçekleştirilmiştir.
Şayet Tahrir İsyanları, Mısır’da siyasal sınıf savaşımı devam ettikçe, kapitalist mantık oyun kurucu değil, sıradan bir oyuncu haline gelecektir. Bu durumun somutlaşmış halini, Ulusal Kurtuluş Cephesi ve Temerrüd Hareketi’nin ordunun belirlediği seçim takvimini ve anayasal kararnameyi reddetmesinde görmek mümkündür.[13]
[1] Adam Hanieh’in Körfez Ülkelerinde Kapitalizm ve Sınıf kitabı bu zamanları anlamak için önemli bir başucu eseridir: Çev. Bahadır Ahıska-Sevgi Akdoğan, NotaBene Yayınları, 2012; sf. 17-23.
[2] Bkz. Michel Chossudovsky – Was Washington Behind Egypt’s Coup d’Etat? – http://www.globalresearch.ca/was-washington-behind-egypts-coup-detat/5341671?utm_source=feedly ; Mısır ordusunun “demokrasi karnesi” için – http://www.evrensel.net/news.php?id=61219
[3] Giovanni Arrighi, Uzun Yirminci Yüzyıl, Çev. Recep Boztemur, sf. 61-63, 101-109, İmge Kitapevi, Ankara, 2000. Arrighi’nin bu mantık ayrımı daha sonra David Harvey’in Yeni Emperyalizm kitabında da işlenmiştir: sf-22-25.
[4] “Mısır geçiş sürecine liderlik edecek ismi arıyor” – http://tr.euronews.com/2013/07/08/misir-gecis-surecine-liderlik-edecek-ismi-ariyor/
[5] “Mısır’da geçiş hükümetini kuracak isim belli oldu” http://tr.euronews.com/2013/07/09/suudi-arabistandan-misira-buyuk-mali-yardim/
[6] “Darbe anayasasında şeriat 1’inci madde” – http://www.hurriyet.com.tr/planet/23691958.asp
[7] “Neden ‘darbe’ demedi?” – http://haber.gazetevatan.com/neden-darbe-demedi/551211/30/dunya ; “Obama: ABD Mısır’da herhangi bir siyasi parti ya da grubu desteklemiyor” http://www.hurriyet.com.tr/planet/23672793.asp ; Robert Fisk’in Obama yönetimini “darbe” kavramını kullanmadığı için eleştirdiği makalesini hatırda tutmak gerekir: When is a military coup not a military coup? When it happens in Egypt, apparently – http://www.independent.co.uk/voices/comment/when-is-a-military-coup-not-a-military-coup-when-it-happens-in-egypt-apparently-8688000.html ; “’Mısır’da yaşanan darbe mi değil mi?’” – http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/07/130704_misir_darbe_tartismasi.shtml
[8] “Mısır ile savunma işbirliğine devam” http://www.hurriyet.com.tr/sondakika/23672949.asp ; “Sisi’nin kredisi Başbakan’dan” – http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=427780&kn=7&ka=4&kb=7
[9] (Vurgular bize ait) http://www.tdk.org.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.51da9281cf9517.52370929
[10] “Hüseyin Çelik’ten darbecilere, ‘Silahla yönetimde kalınmaz’” http://www.turkiyegazetesi.com.tr/gundem/50467.aspx
[11] “3 Temmuz 2013, saat 19:51, Mısır’da darbe oldu” http://siyaset.milliyet.com.tr/3-temmuz-2013-saat-19-51-/siyaset/ydetay/1732360/default.htm
[12] Deniz Zeyrek yazısında bu “anlaşılmaz” duruma dikkat çekiyor: http://www.radikal.com.tr/yazarlar/deniz_zeyrek/darbe_misirda_oldu-1140767 ; Başka bağlamda ilgili bir görüş: Ergin Yıldızoğlu – Siyasal İslamın Sonbaharı – I http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=427340&kn=58&ka=4&kb=5&kc=58 ; Siyasal İslamın Sonbaharı – II http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=427766&kn=887&ka=4&kb=5&kc=887
[13] “Tahrir’deki muhalefet “söz ve karar hakkı” dedi, ordunun seçim takvimini reddetti” – http://www.sendika.org/2013/07/tahrirdeki-muhalefet-soz-ve-karar-hakki-dedi-ordunun-secim-takvimini-reddetti/
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.