Gezi Parkı direnişiyle bu ülkenin insanı olmaktan gurur duyarken, bu süreçte bazı insanları da daha iyi tanıma fırsatımız oldu diye düşünüyorum. Gezinin bize öğrettiği birçok şeyin yanı sıra, insanlar ölüp yaralanırken hala kendini görünür kılma fırsatçılarını gözlemleme, gezi temsilcilerinin nasıl sahnesini çalmış olduklarını fark etme gibi faydaları da oldu şüphesiz. Eleştirilerimin hedefinde, ilk olarak, mesleğim […]
Gezi Parkı direnişiyle bu ülkenin insanı olmaktan gurur duyarken, bu süreçte bazı insanları da daha iyi tanıma fırsatımız oldu diye düşünüyorum. Gezinin bize öğrettiği birçok şeyin yanı sıra, insanlar ölüp yaralanırken hala kendini görünür kılma fırsatçılarını gözlemleme, gezi temsilcilerinin nasıl sahnesini çalmış olduklarını fark etme gibi faydaları da oldu şüphesiz.
Eleştirilerimin hedefinde, ilk olarak, mesleğim gereği müzik camiası; söz konusu Başbakan olunca nereden fışkıracağını şaşıranlar yer alıyor. “Yetmez ama evet”çilerden tutun da son dönem “âkil adam”lar heyetinin bazı üyelerine kadar iktidara aşağıdan ağzı açık bakan pek çok ünlümüz var. Bu “sanatçı kadrosu” içinde birçoğunun arasından sıyrılıp öne çıkan biri var ki, Başbakan ile en “samimi” ilişki kurabilen de o galiba. Olaylara bir türlü anlam veremeyen sahte küçük kız çocuğu edasıyla, adeta kumpanya izlemeye gelmiş gibi “hele bi bakak görek” mantığıyla parka gelmiş ve son anda kendi kendini temsilci ilan ederek bu fırsatı kaçırmayayım demiştir.
ABD’den getirdiği yeşil çayları çat kapı ziyaretine gittiği RTE’ye hediye ederek; Murat Bardakçı’nın tespitleriyle nokta atışları yaptığı Alaturka (demek doğru olur mu bilmem ama) albümü vesilesiyle gecenin bir yarısı RTE tarafından aranarak şoka girdiğini gözünün gördüğüne anlatarak; Başbakan nereye istese oraya koşarak büyük bir partizan olduğunu fazlasıyla kanıtlamıştır. Memleketimize getirdiği, Eurovision denilen ucube yarışmanın ilk madalyasına dair bir açıklamada, sanki yarışmanın gerçek amacını bilmiyormuşuz gibi “Christina Aguilera gibi sadece bacağımızı açıp dans etmedik” demiştir. Kürtler pek umurunda mı bilmem ama konunun getireceği parayı sıcak bulmuş olmalı ki aceleyle iktidara yakın olmanın avantajıyla voleyi vurup “Hepimiiiz Biriiiz” konseriyle yine samimiyet testinden sınıfta kalmıştır.
Türk kültürünü tanıtmak için onca kişinin arasından seçilmiş olmanın verdiği sorumlulukla olsa gerek koskoca asırlık Anadolu türkülerini Amerikalılaştırıp ‘Shut up and dance’ gibi başlıklarla değiştirebilmiştir. Politik duruş olarak yakın hissetmesem de büyük saygı duyduğumu saklayamayacağım Türk musikisinin üstatlarından Cinuçen Tanrıkorur’un da bir makalesinde belirttiği gibi, “Zaten; iktidarın ölçülerine göre Türkiye’de flaş olmuş, adı neonlarda, gazete ilanlarında yazılı, kısaca Türkleri eğlendirerek para kazandıracak tatlı sesli coşkun sanatçıları yollarlar kültürümüzü tanıtmak için.”
Oturduğu ‘popun divası’ koltuğunu alkışlık hamlelerle sağlamlaştıran bu zat-ı muhteremin bayıldığı aynı iktidar; 13 yaşında 26 erkeğe satılan küçük bir kız çocuğunun bu kişilerle kendi rızasıyla birlikte olduğu kararını Yargıtay’ın 14. Ceza Dairesi’nde onaylatmış, N.Ç. sandalyeye oturabilsin diye doktorlar 4 ameliyat yapmak zorunda kalmıştı.
Bir taraftan başbakanın arkasından koşa koşa Somali’ye gidip ancak moda olunca Kürt meselesine eğilen zatı muhteremin dost meclislerinde insan hakları uzmanlarına “kendilerini kahraman zanneden hiçler” deme hadsizliğini göstermesi herhalde ne Kürtleri ne de memleketlerinde telef olan Somalili insanları umursadığını gösteriyor. İnanmaya çırpındığı liberalizmi bile yanlış anlıyor maalesef.
Peki, iktidarla sorunu olan ve eleştiren sanatçılarımızın durumundan ne haber? Hepimizin aklına gelen ilk isim herhalde Fazıl Say olacaktır. Yeteneği ve yorumuna dair söyleyebilecek bir şeyim yok elbette. Fazıl Say, kendini tüm dünyaya kanıtlamış bir müzisyen. Birçok görüşüne katılmamak elde değil, duruşundan ve fikirlerinden ödün vermeyişi de takdire layık ancak bunları dile getiriş şeklini fazla “sesli” ve popülist olarak tanımlıyorum. Fazıl Say, Ömer Hayyam’ın şiiri meselesine dair değil tabii, ama o noktaya gelene kadar, sosyal medya üzerinden neredeyse herkesle çatışan bir portre çizdi. Şikâyetleri ise iktidarın anlayışına ve ideolojisine eleştiri gibi görünse de aslında çoğunlukla işleyiş-sonuç odaklı ve kişisel sürtüşmeler seviyesinde kaldı ki en azından benim açımdan ufak bir hayal kırıklığı yarattığını söylemek yanlış olmaz.
İyiye örnek vermenin, dayatmacı ve haddimi aşan bir tavır olarak gördüğümden temel sanat ahlakından bahsetmekten yanayım. Sanat, yaratıcılık eylemi içermesi vesilesiyle doğal bir iktidara sahiptir. Sanatçı, sahip olduğu bu ayrıcalığı sayesinde toplumu ve yaşamı etkileme hakkına sahiptir. Sanatçının sahip olduğu bu ayrıcalık, siyasal iktidar sahiplerince hep tehdit olarak algılanır, tarihte sayısız örnekleri mevcuttur. Edward Said’in belirttiği üzere, ister bir müzisyen, isterse yazar ya da ressam olsun, başkalarıyla sanat vesilesiyle iletişim kuran bir insan, besbelli ki hem malzeme hem de ustalık üzerinde belli bir güç edinmeye çalışıyordur.
Siyaset ile sanat ise varoluş biçimleriyle birbirinin tamamen zıddıdır. D. Barenboim bir makalesinde şöyle der: bir siyasetçinin temel görevi uzlaşma sanatında ustalaşmaktır; karşıt fikirlerin, farklı görüşlerin ortak noktalarını ve uzlaşma alanlarını bulmakla, farklı kesimleri mümkün olduğunca birbirine yaklaştırmakla varlığını sürdürebilir. Oysa sanatçının ifadesini belirleyen şey ise uzlaşmayı tamamen reddetmesidir. Bunu cesaret olarak adlandırıyoruz. Bir sanatçı veya entelektüel açısından önemli ve hayati olan, hiçbir uzlaşmaya girmeden ideal olana ulaşmaktır. Dolayısıyla sanatın temel varoluş görevi, iktidarın korumak zorunda olduğu statükoya bir şekilde bela çıkarmaktır. Sanatın bu temel yasasından haberdar olmamak her sanatçının cehaleti ve ayıbıdır.
Elbette ki Gezi Parkı’na, parkın kıymetini bilen herkesin girme hakkı var. Hepimizde şaşkınlık yaratan ve dönüştüren bu halk mücadelesini anlamak isteyen herkesin de sorma, gözlemleme ve anlamaya çalışma hakkı var.
Şimdi mesele, bunca zaman etliye sütlüye karışmayıp söz konusu başbakanın “kör takipçisi, nazar boncuğu, kılı tüyü” olmak olunca önde koşmak ve kamera müptelası olmak mı, yoksa gelen her iktidara eleştirel mesafeyi yitirmeden, omurgasızlaşmadan sanatçıya yakışan haysiyetli duruşu korumak mı?
Sendika.Org
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.