“Savaşın ilk şehidi; hakikattir” demiş Aiskhylos… Biz; savaşın “kötülüğünden” korunması gereken bir grup “masum” , sebeplerinden, sonuçlarına kadar savaşla ilgili her türlü gerçekten uzak tutuluruz. Bilgi kirliliği olmasın, panik olmayalım,korkmayalım, “yalan-yanlış” haberler duymayalım diye “büyüklerimiz”; haber alma hakkımızı tümden elimizden alırlar. Çünkü biz; savaştan korunması gereken “masum” vatandaşlarız. Dünyanın neresinde yaşıyor olursak olalım, savaş; her […]
“Savaşın ilk şehidi; hakikattir” demiş Aiskhylos… Biz; savaşın “kötülüğünden” korunması gereken bir grup “masum” , sebeplerinden, sonuçlarına kadar savaşla ilgili her türlü gerçekten uzak tutuluruz. Bilgi kirliliği olmasın, panik olmayalım,korkmayalım, “yalan-yanlış” haberler duymayalım diye “büyüklerimiz”; haber alma hakkımızı tümden elimizden alırlar. Çünkü biz; savaştan korunması gereken “masum” vatandaşlarız. Dünyanın neresinde yaşıyor olursak olalım, savaş; her zaman “gitmediğimiz, görmediğimiz ama yine de bizim olan köyleri” vurur, bizse, büyükler ne kadar isterse o kadar biliriz.
Sabah 5.35 uçağına binerken aklımda buna benzer şeyler vardı. Ben Antakyalıyım, annemse Reyhanlılı. Benim için özel bir yer. Aslına bakarsınız; Reyhanlının her Antakyalı için memleket demek olduğunu düşünüyorum. Şehirlerarası otobüsle Antakya’ya doğru giderken, Belen’i geçtikten hemen sonra Kıcı virajını dönünce ya da uçakla gidiyorsanız, inişe geçtiğinizde pencerenizden bakınca , toprağı yamalamış gibi duran, renk renk tarlalarıyla göz alabildiğine Amik Ovası karşılar sizi. İşte o an memlekete geldiğinizi anlarsınız. Bereketli topraklar üzerine kurulu, kardeşlik diyarı memleketim… Şimdi kan, gözyaşı, öfke, çaresizlik,yalnızlık içinde…
Ben erken geldiğim için, ailemi görüp biraz sohbet etme fırsatı buldum. Bombalar sadece Reyhanlı’da değil, her yerde patlamış gibi… Antakya’da da bir belirsizlik, endişe, öfke hakim… Fakat herkesin en çok hissettiği şey, yalnızlık ve terk edilmişlik… Sanatçı dostlar öğleye doğru inince buluştuk ve Reyhanlı’ya doğru yola çıktık. 45 dakika sonra ilçeye girdiğimizde ilk dikkatimizi çeken caddelerin, sokakların boşluğuydu. Bize eşlik edecek olan Casim Şanverdi ve kardeşleriyle buluşacağımız Yenigöl kıyısında bir çay bahçesinde, bunun normal olup olmadığını sorduğumuzda; eskiden olsa buralarda oturacak yer bulamayacağımızı, fakat kimsenin dışarı çıkmadığını söylediler. Oturduğumuz yerde garsonluk yapan iki kişi de Suriye’liydi. Biri avukatmış daha önce, diğeri ise bir fabrikada müdür. İkisi de iktidar yanlısıymış ama savaş işte, fark etmiyor kimden yana olduğun… O yüzden ailelerini alıp 1 yıl önce Reyhanlı’ya gelmişler. Zamanı özellikle yazdım. 1 yıl… Yani söylenen yalanların aksine, Reyhanlı halkının sığınmacılarla, gelmeye başladıkları ilk günden bu yana hiç bir gerginlikleri olmamış ki hala yok. Öfkeleri; geceleri sınırı geçip çatışan ve sonra dönüp Reyhanlı’da konuşlanan militanlara…
Hep beraber kalkıp basın açıklamasını yapacağımız, ikinci patlamanın olduğu postanenin ve meydanın önüne gittik. Yayın yasağının öncesinde ve sonrasında bir tane bile haber verme gereği duymayan ana akım “haber” kanallarının da aralarında olduğu muhabirleri ve sanatçıları gören halkın etrafımızda toplanması 2 dakikayı bulmadı. Basın açıklamasını bitirir bitirmez taziye ziyaretlerimizi yapmak için yürümeye başlamıştık ki, önce bir kadın; Yavuz Bingöl’ün önünü keserek “Neden? Neden bu kadar yalnız bırakıldık? Ben 21 yıldır burada yaşıyorum. Biz burada hepimiz kardeştik. Neden yaptılar bunu bize ? Neden kimse gelip acımızı paylaşmadı?” diye haykırdı. Başka bir vatandaş ise Edip Akbayram’a “Lütfen Hakan Albayrak denen adamın söylediklerine inanmayın. Kimse buraya gelmiyor, konuşmuyor, gerçekleri yazmıyor. Lütfen inanmayın ve gördüğünüz gerçekleri anlatın “ dedi. Etrafımızda toplananlardan sağlık görevlisi olarak çalıştığını söyleyen vatandaşlardan biri cesetleri kaldıran ekipte olduğunu, ölü sayısının 51 değil 150 civarı olduğunu, söyledi. 2. Patlamanın olduğu bölgedeki enkaz kaldırılmıştı fakat dehşeti görebiliyordunuz. Patlamanın ve içinde çıkan yangının etkisiyle viraneye dönmüş bir ayakkabı mağazası söylenecek her şeyi anlamsız kılıyordu. Hemen yanı başında taziyeye gideceğimiz ilk ev vardı. Oğulcan Tuna’nın evi. Bahçede bizi, bütün gücüyle ayakta durmaya çalışan babası Ahmet Tuna karşıladı.Hepimiz oturduktan sonra, karşımıza geçip oturdu. Gözleri dolu dolu ama metanetle anlatmaya başladı.”Oğulcan 17 yaşındaydı.Temiz, çalışkan bir çocuktu. Öğretmenleri dershaneye yazdırmamız gerektiğini söyledi, ben de yazdırdım. Patlamadan sonra enkazın altından ben çıkardım.” Herkes için için ağlıyordu, Sessizce gözyaşlarımızı siliyorduk. Tek tek sarıldık Ahmet Tuna’ya…Mustafa Kaya’nın evine doğru yürümeye başladık. Başka bir ev, başka bir acı… Mustafa 23 yaşında bir genç, üniversiteye hazırlanıyormuş. Patlama günü arkadaşıyla evden çıkmış, arkadaşı kendi evine uğrarken, Mustafa postanenin önünde bekliyormuş onu…Bedenini enkazın altından 4 gün sonra çıkarabilmişler, 3 gün de DNA raporunun gelmesini beklemişler. Bu şekilde bir çok ceset enkazın altında kalmış ve teşhis edilebilmesi için DNA testine ihtiyaç duyulmuş. Can kaybı sayısındaki farklılıklar bundan kaynaklanıyor diyorlar. Babası bunları anlatırken, dedesi sessizce boşluğa bakıyordu. Hepimiz sustuk, tek kelime yoktu sessizliği delecek. Casim Şanverdi tam bu sırada anlatmaya başladı. “Biz ulaşabildiğimiz her yerde anlatmaya çalıştık.Yerel,ulusal basın,medya kime ulaşabilirsek.Cilvegözü patlamasından bu yana Reyhanlı bombanın üzerinde oturuyor dedik, kimse dinlemedi bizi. Sınırlar yol geçen hanı, nüfusumuz 60 bindi, şu anda 121 bin. Kimin sığınmacı, kimin muhalif terörist olduğunu bilmiyoruz. Burada muhaliflere ait sağlık merkezi, basın bürosu, restoran, evler var ama hiç kontrol yok. Örneğin ileride Zirai Donatım Kurumu diye kapalı bir bina vardı. Şimdi en yiğit milletvekili buyursun girsin oraya bakalım. İçerisi eli silahlı militan kaynıyor. CIA,MOSSAD aklına gelebilecek bütün istihbarat örgütleri burada. Apaydın kampına hala girilemiyor. Savaş resmen Reyhanlı’dan yönetiliyor.” Evden çıktığımızda şunu düşünüyordum. Acının ırkı yok… Biri arap, biri kürt, iki gencecik insan, aynı yerde, aynı eli kanlılarca katledildiler. Bu düşüncelerle gittiğimiz Hüseyin Çolak’ın evinde, kardeşleri karşıladı bizi. Hüseyin 35 yaşında, çay ocağında çalışan bir emekçiymiş. İlk patlamadan sonra eşi arayıp camların kırıldığını, çocukların ve kendisinin iyi olduğunu söylemiş. Hüseyin motoruna binmiş, karısına, çocuklarına giderken postanenin önünde yakalamış onu ölüm. Bu sırada yanımda oturan 15 yaşındaki Aziz soruyor.”Barış Abi. Bizim cumhurbaşkanı kadar değerimiz yok mu abi? Bir konuşma yapacak diye 3500 polis geliyor. Biz burada ölüyoruz abi, hala gelen giden yok!” Ne diyeyim Aziz? Ne diyeyim kardeşim? Hangimizin ne kadar değeri var ki? Keşke bize hiç değer vermediklerini bu kadar genç yaşta ve böyle öğrenmeseydin! Son durağımız Mehmet Ali Şamlıoğlu’nun evi. Babası Hasan Şamlıoğlu, kardeşi yanımızda oturuyor, benim gözüm bize su getiren küçük kardeşinde… Çok acı çekiyor ama dayanıyor. Evden çıkarken dış kapının önünde duruyordu. Başın sağolsun dedim, sarıldık. Öyle sarıldık ki kardeş gibi, can gibi…
Oralar; benim bereketli topraklar üzerindeki memleketim. Annemin; pamuk tarlalarında geçen, Antakya’ya gelirken Amik Gölü’nü kayıkla geçtikleri zamanları gülümseyerek anlattığı çocukluğunun Reyhanlı’sı… Bizi “insan öldürmekle,neo-nazi olmakla itham edenlere”, canlarımızı, “emperyalist oyunlarda, etkili aktör olmak adına, kaçınılmaz maliyet sayanlara” inat; bin yılların yaşanmışlığını görebileceğiniz, yıkılmaz,sarsılmaz kardeşliğin, tek vücut olduğu şehir orası… Güç yetmez bozmaya, yok etmeye… Reyhanlı;Antakya,Samandağ, bütün Hatay ; zulme karşı dimdik ayakta… Reyhanlı katliamı unutturulmayacak!!!