Uluengin’in “Bir avuç azınlık” dediği gençler, gerek kolluk güçleri gerekse “sıradan” yığınların saldırılarına rağmen hala direnmekte
Oldum olası demokrat cilasını parlatıp da yazarlığını iktidar seviciliğine teşmil edenlerin ahvaline gülerim. Hele bunların ”Bu işler Avrupa’da öyle mi azizim” diyen yakınsamalarını da gördüğüm vakit şenliğimiz eksik olmaz. Milli kardeşlik ve beraberlik projelerine/açılımlarına muhtaç olduğumuz zamanlar olduğu üzere, bu zevatın ”azılı azınlıklar” dediklerine karşı sancıları daha da bir depreşir. Hele bir de ”çarpıtma” işini Hadi Uluengin gibi lümpen ve post-modern arabesk bir biçimsellikte ifa etmeyi meslek edindiyseniz, arazlarınızın sonu tükenmez: Bu eski bir hikayedir ki zaten hiç ait olmadığı ”partizanlık” dönemlerine, karga-yumurta nefretini kusmak için fırsat çıkmaya görsün gayrı.
Mesele şu: Geçtiğimiz salı günü İstanbul Üniversitesi’nde ”İfade Özgürlüğü” konferansı düzenlenecekti. AKP’li bazı bakanların da davetli olduğu konferansta birkaç sol tandanslı yazar da konuşma yapacaktı. ”-cak-tı” diyoruz; zira konferans, öğrencilerin protestosuna ve kürsünün işgaline sahne oldu. Protestonun nedenlerine birazdan geleceğiz; ancak, bu vak’a muhafazakarlar ve bir kısım yeminli sol düşmanı liberallerde fena gerilime sebep oldu. Öyle ki, Taraf yazarı Hadi Uluengin ”Üniversiteli Genç Susma” başlıklı yazısıyla işi linç arzusuna kadar vardırdı. Bir avuç ”azınlık” gördüğü protestoculara karşın, ”sıradan çoğunluğa” hitap eden Uluengin şunları yazdı: “Artık böyle bir fırsat tanımayın! Artık susmayın! Artık sultaya boyun eğmeyin! Tükürseniz boğulacak kadar bir ‘azılı azınlık’ olan bu kepaze, bu pespaye, bu rezil sansürcülerin üniversite gibi kutsal bir çatı altında tasallut kurmasına artık müsaade etmeyin!‘”
”… Sen ki muazzam çoğunluksun ve sen ki muazzam kitlesin…” dediği gençlere seslenen yazar, geleceği belli eleştirilere karşı hem tedbiri elden bırakmıyor hem de yöntemi gösterdi:
’Azılı’ azınlık amfi kapısı mı tuttu, asla şiddete başvurma fakat kapıdan da ayrılma!
Salon mu işgal etti? İçeri girmek hakkından vazgeçme! Meselâ oturma boykotu yap!
Seminerde, panelde tatava çıkartmaya mı yeltendi? ‘Haddini bil’ diye tersle!
Üniversiteli genç sen daha bugünden susma ki, üniversitenin evrensel iffetine tecavüz eden totaliter çömezlerin yarın seni ebediyen susturmak hevesi şimdiden kursağında kalsın!”
Hasmıyla, yarattığı semboller düzeyinde muhatap olan bu soğuk savaş diline elbette aşinayız. Aşinayız zira, bu ülkede düşünen ve itiraz eden herkes, devletin soğuk bürokratik merkezlerinden tutun da onun çevresinde ulufe bekleyen medyasına kadar çeşitli kaynakları olan bu dile yıllardır muhatap olmak zorunda kalıyor. Nazım’ın ”kırmızı elma”sından komünizm çıkartan yargı erklerinden, poşudan yahut sıradan bir pankarttan ”terör örgütü” çıkartan yargı erklerine varana kadar değişen tek şey galiba zaman oldu. Medya ise hala aynı medya. Dün ”Allahsız gomunistler” diye başlık atıp ”anarşikler” diye höykürenler bugün ”darbeciler” diyerek höykürmekte. O semalarda da değişen tek şey ”sembollerin dili” oldu desek yeridir. Terörizmse, 80’lerden bu yana hiç değişmedi. Değişmediği içindir ki Hadi Uluengin gibiler, hiçbir zaman muhataplarını tanıma, taleplerini ve eylemlerini bağımsız ve müsterih bir kafayla anlamaya çalışma çabasında olmadı. ”Olmadı” dediğimiz yanıltmasın; nazarı itibarımızca bu zevatın fikir üretmekten öte propaganda üretmek gibi çok daha cilalı dertleri var. Yoksa, daha giriş tümcelerinde ”ulusalcı faşistler, neo-naziler, azılı azınlıklar” diyen birini, asgari demokrasinin işlediği bir ülkede, tez klinik tedavinin ardından üç boyunca hapla uyuturlar ki kimseye zarar vermesin.
Uluslararası medya ve demokratik kamuoylarında bile artık saklanamayan, öğrencilere yönelik “baskı ve tutuklama” gerçeğini özenle zikretmeyen, dahası öğrencilerin özellikle bu soruna itirazını görünmez kılan yazar bu gerçeği bilmiyor mu? BBC gibi küresel medya organlarının bile kayıtsız kalamadığı bir durumu bu yazarın bilmemesine imkan yok. Halihazırda yüzlerce öğrencinin yargı terörüyle ve üstelik yargısızca içeride tutulduğu bu ülkede, üstüne bir de ”YEK”ten kolpalıklarla ve içerik+işleve neredeyse hiç dokunmadan basit isim değiştirmeleriyle ”üniversite yasaları” eklenmeye çalışılmakta! “Hiç değilse 12 Eylül yargılanacak” diyerek cilaladıkları yeni anayasanın değil 12 Eylül’ü yargılamak, düpedüz köy müsameresine dönmesi bir yana; 2011 yılından beri mevcut tutsaklara ilave 8000’den fazla yeni siyasi tutsak eklenmiştir. Yargı reformu hak getire; yargının hepten siyasal iktidarın organı olduğunu muhafazakarlar bile zaman zaman eleştirmekte. Türban ve 28 Şubat ”hülyalarında” demediklerini bırakmayanların; akademideki dekanların ve hocalarının ”sosyal ortam takip sistemleri” ile kurdukları yeni ”ikna odaları” gerçekliğine kör olması, şahsen beni hiç şaşırtmıyor. Muhafazakar tarih mitleriyle sarhoş olup siyaset bilimini ”çiçek falına” çevirenlerin, darbe semalarında yükselmiş olan ”muhafazakar alkışlar”ı görmesini de beklemiyoruz: Bu kadarı, entelektüel namuslarına ters. Hopa vahşetinde ”Ergenekon” arayan ”sakallı Bilgeler” ve çömezleri, 28 Şubat semalarında zuhur eden tarihi uzlaşmaları görecek ve görüp dillendirecek kadar namuslu ve cesur bir vicdana sahip midirler?
İlköğretim sınıflarındaki öğrenci temsilciliği seçimlerinde ”okul-aile birliğinden velilerin” oy kullanması gibi bir garabeti sorsak, “bu bir darbedir” diyecek bu zevatın, üniversite yönetimi seçimlerinde bağışçı kodomanlara da ”oy hakkı” isteyen üniversite reformu taslak metnine itiraz etmemesini anlıyoruz. Anlıyoruz da anlamayanlar için tekrar edelim: Akademi, yapısı gereği ”yönetimce” özerk kalması elzem bir kurumdur. Sermayenin gerek devlet gerekse vakıf okullarında özerkliğe müdahale edebilecek idari yetkilerine kapı aralamak; üstüne üstlük bunu bir de idari-siyasal müdahaleyle taçlandırmak, halihazırdaki mevcut sistemden bile beter bir durumu yaratmaya teşnedir. Şirketlerin AR-GE gibi ciddi yatırımlar yaptıkları takdirde sonuç alabildikleri özerk alanları varken; özellikle akademik eğitimi böylesine ”hedeflemelerinin” arkasında, eğitimden öte kaygıların olduğunu biliyoruz. Bilginin üretim alanlarını ve ulaşılabilirliğini el birliğiyle kolaylaştırıp toplumsallaştıracak bir mekanizmayı düşünmek yerine; uzmanlaşma adı altında her düzeyde ve her türden bilgiyi ticari bürokrasiye indirgeyecek heveslere üniversite gençliği doğal olarak itiraz etmekte.
Uluengin zevatı bunları bilmez mi? Bilir bilmesine de dert o değil; fırsat bu fırsat deyip hasmını derdest etmek. Onu da öyle sağlıklı bir tartışmayla, bilgiyle ve salim fikirlerle değil, en bayağısından propaganda yoluyla itibarsızlaştırma düzeyinde yapmak. Bilinir ki propaganda, gerçeğin tahrifi, görünenin gizlenmesi üzerine kuruludur. Üniversitelerde dönen bu tezgahları özenle dikkatlerden kaçıran yazar, sembolik nefret objeleri aracılığıyla öğrencilerin kişilik hakları ve demokratik haklarını hiçleştirmektedir. Hasmını bu yolla tekil bir nefret simgesine dönüştüren yazarın arzusuysa, bu ülkenin ”sıradan gençliğini” düşündüğümüzde tam bir felaket! Ki o “sıradanlığın” Samsun ve Sinop’ta nasıl zuhur edebileceğini gördüğümüz gibi, ülkenin dört bir yanında TAYAD üyelerinin başlarına gelenler de hafızalarda taze. Üstelik yazar, tam da burada oldukça sinsi bir şey yazıyor: O gün o protestoya katılan gençler homojen bir bütünlük olmadığı gibi, o kitlenin tamamını kendi aklınca tasarladığı nefret imgelerinde aynılaştırıyor. İspatı da akla zarar: Protestoyu haberleştiren bazı ulusalcı yayınları örneklemek.
Çoğunluk olan ”sıradan kitle”yi ”azınlıklara” demokratik(?) müdahaleye çağıran böylesi herhangi bir yazıyı, örneğin Almanya’da yazarsanız feci dayak yersiniz. Nitekim, buna teşebbüs eden neo-nazi manyaklar, karşılarında her zaman sol ve demokrat kitleleri bulmakta. Hatta, polis olmasa da solcular neo-nazi özentilerini okyanus kıyılarına kadar kovalar. Öyle Papalık örnekleri sıradan yığınlara yedirirsiniz de; liselilere varana değin okul işgallerini yapılan Fransa’yı bilenlere zor. Okulları, işyerlerini, meydanları zapturapt altına alan Avrupa demokrasi geleneğini az buçuk bilen herhangi biri dahi bu zırvalıklara güler. Gerçek niyetini, ”barışçıl” yol göstermelerle gizleyen bu aklı evvelin önerdiği şey, düpedüz sıradan ve hepimize aşina faşizan saldırılardır. Toplasınız bir elin parmaklarını geçmeyen müstakil ”liberal” öğrenci topluluklarına “çoğunluk” denemeyeceğine göre, yazar çareyi çeteci faşistleri ve hazır kıt’a kindar gençliği normalleştirmekte bulmakta. Tanzimat romanlarından mülhem bir tarzda ”alafranga” takılan bu özentileri, Şinasi’ye havale ederken sormadan edemiyorum: Ne kadar doğulu ne kadar tanıdık değil mi? Muhteremi mecliste, sokaklarda ve mahpus damlarında solunan gazlar ve yenen dayaklar kesmiyor. Siyasal linçi her yerde, yani tüm satıhta görmeyi arzu ediyor. Tabii, unuttukları bir şey var: “Bir avuç azınlık” dediği gençler gerek kolluk güçleri gerekse “sıradan” yığınların pek de barışçıl olmayı beceremeyen saldırılarına rağmen hala direnmektedir. Dilerse bir gün ”sessiz çoğunlukla” o kampusa gitmeyi denesin…