Bu ülkede insan olmak; ancak, özellikle kadın olmak ve sağlıklı bir ruhsal yaşam sürmek için insan üstü bir çaba harcamak şart. Gün geçmiyor ki densizin biri çıkıp neye ve kime hizmet ettiği belli olmayan bir biçimde sinirlerimizi zıplatmasın, sabrımızı zorlamasın.Üstelik Sağlık Bakanlığı’nda henüz yeni bir başkan değişimi yaşanmışken skandal bir uygulama ortaya çıktı: ”Yeni doğan bebekler […]
Bu ülkede insan olmak; ancak, özellikle kadın olmak ve sağlıklı bir ruhsal yaşam sürmek için insan üstü bir çaba harcamak şart. Gün geçmiyor ki densizin biri çıkıp neye ve kime hizmet ettiği belli olmayan bir biçimde sinirlerimizi zıplatmasın, sabrımızı zorlamasın.Üstelik Sağlık Bakanlığı’nda henüz yeni bir başkan değişimi yaşanmışken skandal bir uygulama ortaya çıktı:
”Yeni doğan bebekler için hazırlanan formda yer alan ‘Çocuk evlilik içi mi, evlilik dışı mı?’, ‘Bebeğin dini nedir?’ gibi sorular tartışma yarattı. Konuyu gündeme taşıyan CHP Mersin Milletvekili Aytuğ Atıcı, ‘Bu form utanç tablosudur, Bu, insan hakkı ihlali değildir de nedir?’ dedi. ”
Skandal bununla da sınırlı değil:
”Yeni formda ‘bebeğin dini’ hanesinin sadece 6 harf sığacak şekilde düzenlenmesinin Hristiyan aileleri nasıl etkileyeceğinin sorulması üzerine ise Atıcı, ‘İslam dışında hiçbir şeyi sığdıramazsınız. Sorunun cevabı, içinde saklı’ karşılığını verdi.”
Babanın ismi ve kimlik bilgilerinin halihazırda mevcut olduğu bir tarama testinde, bununla yetinmeyip üstüne anne ile baba arasındaki ilişkinin meşruiyetinin sorgulanması ahmaklıktan da öte özel bir art niyeti, densiz bir cür’eti ve had bilmezliği gerektirir. Annenin ve babanın soy isminden pekala kolayca anlaşılabilecek bir durumu, bir de adıyla-sanıyla sormaya kalkmak nasıl bir ileri(?) zekanın ürünüdür, bilinmez; ancak, bu sorunun gerekliliği ve arkasında yatan hesabı sorgulamak şart! Bir kere yapılan şey gerekçesi -ne olursa olsun- ”mahremiyetin gizliliği” ilkesine ters olduğu gibi mevcut hukuka göre bile cezalandırılması elzem bir suçtur. Sayın Vekil’in tespitiyle tam tamına insan hakkı ihlalidir. En fecisi de, apaçık bir tacizdir! Bırakınız asgari demokratik vicdanı, mahalle kültürümüzde dahi yeri olmadığı gibi terbiyesizliğin ve nobranlığın daniskası görülür. Orta iki terk işçi emeklisi annemin meşhur nasihatidir:
Oğlum, bir ayıp görürsen başını çevir, kimseyi bir de sen utandırma. Hele hele sağda solda dedikodusunu yapma. Ayıptır, günahtır! ”
Sorulması gerekeni sormayıp en arızi, lüzumsuz ve işe yaramayanı araştıran meraka biz kabaca erkek ahlakı diyoruz. Elbet, her şeyin bir öncülü ve deruni ilişkiler bütünlüğü mevcut. Ahlakın bu denli zebun, tutarsız, ve sefil biçimi, lanetli bir mirasın geleneksel kazığıdır bize: Tarım sonrası kölelik rejimleri! Öyle bir süreklilik halidir ki bu, kapitalizm sonrası sözde modern toplumda kendine en has mevkiyi üretmekte zorluk çekmemiştir. Türkiye gibi sosyo-iktisadi değişim ve dönüşüm sancıları çeken, sermaye birikim süreçlerinde hegemonik çatışmaların yaşandığı ülkelerde, ”geleneksel olan”ın ürettiği müspet, dayanışmacı ve ilkeli tutumlar dahi görgüsüzlüğün en muhteris biçimlerine kurban giderek içeriksel soysuzlaşmaya uğrar. Türkiye, bu durumu özellikle 80’lerden sonra yaşadı. Milliyetçi mi milliyetçi ve dahi dindar mı dindar paşa-zadelerin öncülüğünde, örneğin sanatsal üretim sahasında en basit içerikteki filmlere dahi sansür gelirken ”tecavüzden zevk alabilen kadınlar”ı unutmak mümkün müdür? Türk Sinemasında Cinsellik ve Seks Furyası Filmleri dosyasında Murat Tolga Şen şu saptamayı yapar:
‘Fakat batıdaki örneklerinin aksine, cinselliğin grotesk bir şekilde eyleme dönüştüğü furya filmleri dâhil, kadın ve erkeğin sevişmesini kutsayan, suçluluk duygusundan tamamen arınmış gösteriler değildir. Perdede, erkeğin cinsel açlığını sömüren bir tür gösteri gerçekleşirken, kadının ve bedeninin aşağılanması aynı muhafazakâr ahlakla devam etmektedir. 1975-80 arasında gerçekleşen “Seks Furyası” filmlerinin özellikle 1978’den sonra çekilenlerinin neredeyse tamamının tecavüz öykülerinden oluşması ancak bu duyguyla açıklanabilir. Bu filmlerde bile namuslu Türk kadınları eşleriyle ya da sevgilileriyle asla sevişmezler. Sevişen kadınlar ya yoldan çıkmış sapkınlardır, ya evlilik vaadiyle kandırılmış zavallılar ya da tecavüz mağdurları…”
‘Gelenek’teki müspetliği bile soysuzlaştırıp bir dönem devlet fabrikaları, işçileri ve bunun yarattığı erken dönem emekçi-kadınsı bilinci yok eden kapitalist ve muhafazakar erkek ahlakı elbette ”erkek şiddeti”ni sorunsallaştırmaz:
”Ocak ayında erkekler 18 kadın, üç çocuk ve üç erkek öldürdü; 11 kadına tecavüz etti; 20 kadına şiddet uyguladı; 15 kadını taciz etti…”
Zira, muhafazakar ahlak için şiddet, aynı zamanda cebri bir düsturdur. Toplumsal yaşamın domine edilmesi, kuşatılması ve hegemonya te’sisinde legal (görünen) ve illegal (gayrı-meşru) tüm biçimleriyle şiddet hem sosyolojik realite hem de yakıcı bir araçtır! Başka bir ifadeyle şiddet hem ahlaka içkindir hem de onun bir aracıdır. Erkek ahlakının ve onun üzerindeki sosyo-iktisadi erkek rejiminin kurucu ve nesnel bir öğesidir:
Örneğin 6284 sayılı ”Ailenin Korunması ve Kadına Şiddetin Önlenmesi” kanunu çıktıktan sonra 15026 kişi ruhsatlı silahını iade etmiş. Buna karşın Umut Vakfı’nın 2012 araştırmasına göre ”Her gün en az 13 kişi bireysel silahlardan çıkan kurşunlara hedef oluyor.”
Sıkı durun:
‘Araştırma, ruhsatsız silah kullanım oranının da önceki yıllara göre 4 kat arttığını ortaya koyuyor. Ayhan Akcan, şunları belirtti; ’Polis ve jandarmada 4 milyon civarında silah var, sivil halkta 14-15 milyon civarında silah var önceki yıllarda ruhsatsız silah kullanımı bundan beş yıl önce yüzde 20 civarındaydı şu anda yüzde 87 civarında.”
Bireysel silahlanma ve suçlar, şiddetin aslında görünmeyen toplumsal yüzüdür. Bir de daha görünür diyebileceğimiz legal yani genel ”güvenlik” harcamaları ve bunlardaki artış söz konusudur. Her ne kadar bu harcamaların denetimi oldukça sorunlu olsa da kamuoyuna ”gurur” katsayısı ile özellikle servis edildiği gibi siyasal bir argüman halini dahi alabilmektedir. Muhafazakar ”erk-ek” ahlakı elbet bunu da sorunsallaştırmadığı gibi sorgulamaz da. Buyrun, 2012 yılı kamu güvenlik harcamalarına:
‘PKK’ya karşı yürütülen operasyonların, 2011 yılındaki Silvan saldırısından bu yana ciddi artış göstermesi ve Suriye ile yaşanan kriz, Türkiye’nin, zaten yüksek olan güvenlik, savunma ve istihbarat harcamalarının, 2013 yılında daha da arttırılmasına yol açtı. 2012 yılı bütçesine göre 2013 yılı bütçe tahminlerinde bu alanlardaki artışın yüzde 57 civarında olduğu hesaplanıyor. Bu oran, Maliye Bakanlığı’nın, kamuoyu ile paylaştığı verilere dayanıyor.”
Bireysel silahlanmanın ve kamu güvenliği bütçelerinin artması ile bireye (ve özellikle kadına) karşı işlenen suçların artması arasındaki paralellik tesadüf yahut kader değil, genel ve özel politik siyasaların nedensel sonuçlarından biridir. Yine, muhafazakar erkek ahlakının sorunsallaştırmaktan imtina ettiği ve ”sosyo-iktisadi” şiddet olarak tanımlanabilecek işçi kazaları ve bu konudaki ölümlerde yaşanan artış da, özel ve genel silahlanma/bütçe artışına adeta koşut biçimde sıçrama yapmış durumdadır:
Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) 2013’ün ikinci ayında nihayet 2011’e ait ‘iş kazaları’ ve meslek hastalıklarına dair verileri açıkladı. Bu verilere göre 2011 yılında 69 bin 227 ‘iş kazası’ yaşanırken, bu ‘kaza’larda 1700 işçi yaşamını yitirdi. 2011’de 697 işçide de meslek hastalığı tespit edildi.”
Ölüm sayısının birkaç yıl önce 1100’lerde olduğunu ayrıca not edelim. Buna karşın, hükümetin revize ettiği yeni sendika ve toplu iş sözleşmesi taslaklarının sonuçları DİSK-AR‘ın araştırmalarında şu şekilde sıralanıyor:
· Taslak bu biçimi ile yasalaşırsa 5 milyon işçi için sendikaya üye olsa bile toplu sözleşme hayal olacak
· 6 işkolunda işçiler yetkili sendika bulamayacak
· %10 olan baraj, %3’e düşerken, istatistiksel oyunlarla gerçek baraj % 24’e yükselecek
· Tanınan 5 yıl süre de, kimi yetkili sendikalar 10 kattan fazla büyümezse yetkisini kaybedecek”
Nitekim, son tasarı ile birlikte sendikalı işçi sayısının 1 milyona gerilediği ön görülmektedir. Hükümetin bile en az 10 milyon kayıtlı işçi olduğu gerçeğini kabul ettiği bir yerde, bizzat Çalışma Bakanlığı analizlerine göre ”Sendikalı olmasına engel olmayan 10 milyon civarındaki işçiye karşın 880 bin civarında sendikalı işçi mevcut.” Elbette yerleşik erkek ahlakımız ve raconumuz bu sefaleti de sorgulamaya muktedir değil.
Kader-kaza-ceza
İş kazaları ve idari ihlaller sonucu meydana gelen kentsel afetler ekseri ”kader yahut takdir-i ilahi” olarak niteleniyor, ma’lum. Takdir-i ilahi olana takdir-i beşer hukuki bir işlem yapılamıyacağına göre, biz naçar kullara şükretmemiz ve sabır dilememiz telkin edilmekte. Meseleyi çok fazla kaşırsanız, ”sizi zorla mı işe aldık, risklerini biliyordunuz” diyen ilahi dindar patronlarımız çıkacaktır. Kar ve kazancın patronun, ölmenin işçinin kaderi olmasındaki ilahi sakatlık bir yana bu metafizik söylemin üretilmesindeki eril işbirliği gözlerden kaçamıyor. Kapitalist iş formasyonunda, piyasanın mukadder belirleyiciliğinden mülhem hiçbir şey tesadüfi olmadığı gibi, doğum ünitelerindeki annelerin sorgulanan ahlakı da tesadüf olmayıp geleneğin semantik içeriğini dahi soysuzlaştıran özel bir dayatmadır. Bunların emekçi annemin vicdanına sahip olmaları için kırk fırın ekmek artı en halisinden bir yüreğe sahip olmaları gerekir ki onun bile kafi geleceğini sanmam. Yine de umutsuzca biraz olsun terbiye ve saygı bekliyoruz. Bari bu kadar düşmeyin…
albatross82@hotmail.com