Avrupamerkezcilik bakış açısından Batı ile Doğu birbirlerine karşıt sosyoekonomik, sosyopolitik formasyonlara ve yasallıklara tabi iki ayrı dünyadır. 19’uncu yüzyıldan beri Batı’nın kapitalizme geçecek ve sivil toplumu oluşturacak dinamiklere sahip, Doğu’nunsa bundan yoksun olduğunu öne süren teoriler ortaya atılmıştır. İngiliz tarihçisi Toynbee ikisi arasındaki farkı “medeniyet-barbarlık” kavramlarıyla açıklamıştı. Sosyolog Max Weber ise, Batı’nın üstünlüğünü, siyasi yapı […]
Avrupamerkezcilik bakış açısından Batı ile Doğu birbirlerine karşıt sosyoekonomik, sosyopolitik formasyonlara ve yasallıklara tabi iki ayrı dünyadır. 19’uncu yüzyıldan beri Batı’nın kapitalizme geçecek ve sivil toplumu oluşturacak dinamiklere sahip, Doğu’nunsa bundan yoksun olduğunu öne süren teoriler ortaya atılmıştır. İngiliz tarihçisi Toynbee ikisi arasındaki farkı “medeniyet-barbarlık” kavramlarıyla açıklamıştı. Sosyolog Max Weber ise, Batı’nın üstünlüğünü, siyasi yapı ve kültürü ifade eden patrimonyalizm kavramsallaştırmasıyla tanımladığı ve Doğu’nun prototipi olarak kullandığı Osmanlı devleti üzerinden göstermek istemişti.
Devlet/Toplum İkilemi
Sivil toplumcu (ATÜT’çü) Asaf Savaş Akat, devlet-toplum ilişkisini jeopolitiğin bakış açısıyla şöyle açıklar:
Batı Avrupa feodal düzeni ile Osmanlı düzenini çok farklı (hatta birbirine zıt) toplumsal kuruluşlar haline getiren özellik, toplum-devlet ilişkisinin yönüdür. Feodal Batı Avrupa’da (…) toplum (…) devleti kurar… Osmanlı için, bizim bugün toplum dediğimiz şey, devlet tarafından oluşturulan bir insan topluluğudur: yani, devlet toplumu kurar.” [1]
Bu sözler Batı’nın “uygar”, “doğal”, “akılcı”, “demokrat”, Doğu’nunsa “statik”, “akıldışı”, “despot” olduğunu söyleyen Avrupamerkezcileri doğrulamaktan başka bir şey değildir. İnsanlığı üst ve alt diye ikiye bölen Norbert Elias da, uygarlığı dünyaya Batılı uluslarının getirdiğini ve yaydığını söylerken aynı ayırımdan yola çıkmıştı. Doğu’yu uygarlaşma ve demokrasi dinamiğinden yoksun bir nesne olarak gösterirken, kendini tarihin öznesi sayan Batı emperyalizmi sömürgeciliğini, işgalciliğini, sermaye ihracını, yoz kültürünü, yaşam tarzını her düzeyde (ekonomik, politik, ideolojik, askeri ve kültürel olarak) haklılaştırmak, Doğu’yu kendi tarihinin aynasından yansıtmak için bunu yapıyordu.
Osmanlı’da, Batı’nın tersine, toplumu devletin kurduğu iddiasına gelince, coğrafi-mekânsal farklılığa dayanılarak Marksist devlet teorisi tersyüz edilmektedir. Sınırları Viyana’da biten zamanın “Osmanlı Avrupa’sı”nda veya AB üyesi bir Türkiye’de hangi formülün geçerli olacağı sorusunun cevabını bir yana bırakıyoruz. Sanki feodalleşme ve sınıflaşma diye bir şey yoktu, Ataosman önce Söğüt’te bir devlet kurdu, sonra da göçebe Türkmenleri ve Bizanslı Rumları gönüllü ya da kılıç zoruyla kendi bayrağı altında topladı. Devlet nasıl toplumdan tamamen ayrı, onun haricinde ve üstünde bir güç olabiliyor? Batı’da ya da Doğu’da toplum ile devlet arasında böyle dışsal ve sırasal bir ilişki yoktur ve olamaz da. Aksi iddialar sınıflar üstü devlet anlayışına varır. Nitekim, “Türkiye’de devlet kurumunun topluma karşı örgütlenmiş olması Cumhuriyet dönemine özgü değil, Osmanlı geleneğinden olduğu gibi alınan bir miras” diyen Ahmet İnsel’in vardığı sonuç budur.[2] Eğer‘Türkiye’de devlet topluma karşı örgütlenmiş’ ise, “devlet sınıflar üstüdür, üst ve alt sınıflara karşı eşit mesafede duruyor” demek gerekecektir.
Önce devlet mi vardı
Marx hiçbir yerde sosyoekonomik, sosyopolitik oluşumun ürünü sınıfları ve devleti karşıt varlıklar olarak konumlandırmamıştır:
Ödenmemiş artı-emeğin doğrudan üreticilerden çekilip alınmasının özel iktisadî biçimi, doğrudan üretimin kendisinden doğan ve kendisi de belirleyici bir öğe olarak onu etkileyen, yönetenler ile yönetilenlerin ilişkisini belirler. Ama, bunun üzerine de, üretim ilişkilerinin kendilerinden doğan iktisadî topluluğun tüm oluşumu, böylece de aynı zamanda onun özel siyasal biçimi yerleşmiştir. Tüm toplumsal yapının ve onunla birlikte egemenlik ve bağımlılık ilişkisinin siyasal biçiminin, kısacası, buna uygun düşen özel devlet biçiminin, en içteki sırrını, gizli temelini açığa vuran şey, her zaman, üretim koşullarına sahip olanlar ile doğrudan üreticiler arasındaki ilişkidir.” [3]
Toplumsal yapıda üretim tarzı, sınıflar (sömüren ve sömürülen) ve üstyapı birbirine bağlı, karşılıklı etki ve çelişki içinde dinamik bir bütünlük oluştururlar. Sınıflar arası ilişkiler, sömürü tipi ve sınıf egemenliği arasında içsel bir bağ vardır. Toplumun iç uzlaşmaz karşıtlıklarına, sınıflardan birinin ötekini nasıl sömürdüğüne eğilmeden devlet çözümlenemez. Temel çelişkinin aranacağı yer, toplum ile devletin arası değil toplumun kendi içidir.
Devlete öncelik tanımaktan kaçınmayanlardan biri de Hikmet Kıvılcımlı’dır:
Nasıl olur? Sosyal sınıflar dışında devlet olur mu? Olmaz. Ama, ya Osmanlı’da görüldüğü gibi, sosyal sınıflar kurulup keskin sınırlar edinmeden önce devlet kurulduysa? Ve memleket bu devleti devletleşme kemikleşmesi sırasındaki fütuhatla biçimlenmişse?” [4]
“Önce devlet vardı”, “sınıfları devlet yaratır” kuralı Kemalist ve klasik çağ Osmanlı tarihçiliğinin temel dayanaklarından biridir. Bu, Marksizm öncesi ve dışı tarih görüşlerine ait bir anlayıştır. Devletin önce Asya’da geliştiğini, işlevinin gruplaşan toplulukların ortak çıkarlarını korumak olduğunu Marx da söylemiştir ama bu sınıflı toplumlar için değil, toprakta özel mülkiyetin olmadığı ilkel toplumlar içindir.
Lenin’in Engels’ten yaptığı şu alıntı bunu açıklamaktadır:
Öyleyse, devlet ezelden beri var olmuş değildir. Geçmişte işlerini onsuz da görebilen, devlet ve devlet iktidarı diye bir şeyden haberi olmayan toplumlar var olmuştur. Toplumun sınıflara bölünmesine kaçınılmaz olarak bağlı olan belirli bir iktisadi gelişme aşamasında devlet, bu bölünme yüzünden bir zorunluluk durumuna gelmiştir… Onlarla (sınıflarla-nba) birlikte devlet de kaçınılmaz olarak ortadan kalkacaktır.” [5]
Önceliği Batı’da topluma, Doğu’da devlete vermek, şarkiyatçılığın garbiyatçılığa çevrilmiş halidir. Bir yandan “küreselcilik”ten, “global köy”den söz edip, öte yandan dünya tarihinin evrenselliğini ve ortak yasalara dayandığını inkâr etmek çelişkidir. Önceki çağlarda kıtalar ve bölgeler arasında bağlantı ya yoktu ya da zayıftı diyelim, peki tarihi iyiden iyiye bir dünya tarihi haline getiren kapitalizmin bugünkü evresinde bu nasıl olacak? Aynı sistem içinde pek çok farklılıklar, özel oluşumlar olabilir, ancak birbirine zıt yasalara tabi iki ayrı dünya olamaz.
Dühring, Proudhon, Bakunin…
Altyapı ile üstyapı, ekonomi ile siyaset, toplum ile devlet arasındaki ilişkide temel olan ilk sıradakilerdir. Altyapıyı, ekonomiyi, sınıfları ikincil, türevsel, güdümlü kabul edenler her zaman başta Hegel olmak üzere idealistler olmuşlardır. Bugün onların yerini artık ekonomiyi siyasetin belirlediğini, toplumun yapılanmasında ayrıcalığın siyasal momentte olduğunu savunan Laclau ve Moffe gibi postmarksistler almıştır. Devlet, üretim güçleri, üretim biçimi, sınıflar karşısında elbette aktif bir role sahiptir ama ne kendi kendine var olabilir ne de yoktan bir şey yaratabilir. Topluma nazaran devlet bir araçtır. Devletsiz toplum olur ama toplumsuz devlet olmaz. Tabii ki, bu düzeyler arasındaki bağlantılar, kaba deterministler/mekanik materyalistler gibi tek yanlı ve mutlak şekilde de ele alınmamalıdır. Bütünün parçaları arasında hem edilgen olmayan bir etkileşim vardır hem de kimi uğraklarda ikinciler de belirleyici, baskın olabilirler.
Yine de Alman İdeolojisi’nde bunun net bir yanıtı vardır:
Bireylerin, kendi iradelerine asla dayanmayan gerçek koşulları ve maddi hayatları… hiçbir şekilde devlet iktidarı tarafından yaratılmış değildir. Bunlar daha çok onu yaratan kuvvettir.” [6]
Marx ve Engels bunu tek yerde de söylemediler; A. S. Akat ile aynı soydan Dühring, Proudhon, Bakunin gibi reformistlere karşı polemiklerinde defalarca tekrarladılar. Engels siyasal zor ile iktisadi etkenler arasındaki ilişkiyi tersyüz eden Dühring’i, siyasal zora ve siyasi iktidar sistemine, iktisadi ve toplumsal etkenler karşısında belirleyicilik ve öncelik tanıdığı için alaya almıştır. Her kötülüğü devletten bilen Bakunin’in “sermayeyi yaratanın devlet olduğunu, kapitalisti kendi sermayesine ancak devletin bir lütfü olarak sahip olduğunu iddia etmesi”ni de eleştirmiştir.[7] (Türkiye solunun çoğunluğu bu konuda Bakuninistir)
Engels devletin toplumla ilişkisi konusunda Hegel’i şöyle eleştirir:
Hegel’in kendisinin de onayladığı eski geleneksel anlayış, devleti belirleyici öğe, uygar toplumu ise bu birincisi tarafından belirlenen öğe olarak görüyordu.” [8]
Çarlık Rusya’sında toplumu devletin yarattığını iddia eden çok sayıda idealist kesim vardı. Kapitalizmin yetersiz gelişmesi, bu görüşlerin özel bir yaygınlık kazanmasına sebep olmuştu. Rus düşünce yaşamında “etatist ekol”a mensup liberal hukukçu, filozof ve tarihçiler “devlet toplumu yarattı” görüşündeydiler. Baş temsilcilerinden biri olan S. Solevyev, “Rusya’da devletin her zaman toplumun başlıca örgütleyicisi ve gelişmenin başta gelen ajanı olduğu” görüşündeydi.[9] “Halkın İradesi” örgütünün Jakoben kanadının baş kuramcısı Lev Tihomirof da, “Rus tarihinde devletin, her zaman, toplumsal sınıfların yalnızca bir aracı değil, aynı zamanda onların yaratıcısı, tüm toplumsal yaşamın en üst örgütleyicisi olduğu”nu savunuyordu.[10]
Güçlü Devlet/Zayıf Toplum
Türkiye’de “toplumu devlet yarattı” diyenler, bunu ya Batılı ATÜT’çülerden ya da Weberci sosyolojiden devralmışlardır. Weber yandaşlığını saklamamış Halil İnalcık, “Osmanlı ailesi olmaksızın bir Osmanlı İmparatorluğu olamazdı” diyecek kadar devleti (devlet bile değil) yücelten bir tarihçidir.[11] Devletin oluşumunda Köprülü ve Wittek’e dayanarak vurguyu “iktisadi amil” yerine, “ananevi gazi ruhunun büyük rolü” yönünde yapar.
Çünkü ısrarla üzerinde duruyoruz ki, Osmanlı siyasi nizamı bir iktisadi vahdetin mekanik neticesi değildir; belki aksi vakidir. H. See ve Bratianu gibi iktisatçı ve tarihçiler, tamamıyle siyasi mahiyette hadiselerin, mesela bir imparatorluğun büyümesi ve intihatının, bir iktisadi organizasyonun şartlarını tayin edeceğini bilhassa belirtmişlerdir.”[12]
Bu görüşler sonraki kuşak sosyologlar tarafından işlenmeye devam edilmiştir:
Doğumunu 1071 Malazgirt zaferi ile başlattığımız Türkiye’de, durum bu bakımdan bambaşka olmuştur. Bunun başlıca nedeni de, Hıristiyanlardan alınmış olan bütün ülke topraklarının… devletin elinde bırakılması idi… Türkiye’nin daha kuruluşunda, devlet toplumun gidişatına göre biçimlenecek yerde, tersine, toplum devletin elinde yoğrulmuş, toplumsal sınıflaşmayı geniş çapta siyasal gerekler bu sayede biçimlendirebilmiştir. Demek oluyor ki, Türk toplumunun sınıfsal ayrışımını yaratan faktör devletin kendisi olmuş bulunmaktaydı.”[13]
Bu şekilde profeodal, feodal ve kapitalist bütün aşamalarında devletin toplumu yarattığının savunulması, Türk varlığı ile devleti özdeş kılan özcü, tarih dışı bir anlayışın sonucudur. Türklerin Orta Asya’dan beri “devlet” sahibi oldukları, bu sayede neredeyse her uzun konakladıkları yerde toplumlar kurdukları savunulacaktır. Liberal, muhafazakâr-İslamcı, Kemalist tarihyazımları bu anlayışı her defasında zamanının ihtiyaçlarına göre kendi renginde boyayıp piyasaya sürmektedir. Şimdi de Oryantalistlerden, ATÜT’çülerden, kurucu Osmanlı tarihçilerinden alınan aynı yorumlar, klonlanmış akademisyenler ve Ş. Mardin, M. Heper, Ç. Keyder, A. İnsel, F. Başkaya, H. B. Kahraman gibi gayretkeş liberal yazarlar tarafından tekrar tekrar yeniden üretilmektedir.
[1] Asaf Savaş Akat, Alternatif Büyüme Stratejisi, İletişim Yayınları, İstanbul-2004, s.13
[2] Ahmet İnsel, Türkiye Toplumunun Bunalımı, Birikim Yayınları, İstanbul-2012, s. 282
[3] Karl Marx, Kapital, cilt:3, Sol Yayınları, Ankara-1979, s. 829-830
[4] Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, Bibliotek Yayınları, s.62
[5] Lenin, Devlet ve İhtilal, Aydınlık Yayınları, İstanbul-1978, s. 22-3
[6] Aktaran H. Lefebvre, Marx’ın Sosyolojisi, Öncü Kitabevi, İstanbul, s. 176
[7] Engels’ten Milano’daki T. Cuno’ya, 24 Ocak 1872, Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, c.2, s.507
[8] Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, C. 3, Sol Yayınları, Ankara-1979, s. 450
[9] Andrzej Walicki, Rus Düşünce Tarihi, V Yayınları, Ankara-1987, s. 134
[10] a.g.e., s.20
[11] Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ, YKY, İstanbul-2010, s.65
[12] a.g.e., 153
[13] Doğan Ergun, Türk Bireyi Kuramına Giriş, Gerçek Yayınları, İstanbul-1991, s.133
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.