Her siyasal örgütlenişin Kürt sorunuyla sınandığı bu süreçte Kürt sorununun sadece Kürt sorunu olmadığını da bir kez daha hatırlatmak gerekiyor
AKP rejiminin Öcalan ile başlattığı görüşmelerle birlikte Kürt sorununda yeni bir sürece doğru giriyoruz. İktidarından muhalefetine ve çeşitli toplumsal kesimlere kadar her siyasal örgütlenişin Kürt sorunuyla sınandığı bu süreçte Kürt sorununun sadece Kürt sorunu olmadığını da bir kez daha hatırlatmak gerekiyor. Zira AKP Ortadoğu ve Yakındoğu’da hegemonya kurmaya çalışmasıyla eşzamanlı şekilde Kürt meselesi ve Kürt Siyasal Hareketi (KSH) de giderek daha fazla hem bölgesel hem uluslararası hüviyet kazanmaya başlıyor.
AKP’nin sözcüleri bu süreci geniş bir “entegre stratejisi” olarak tanımlaması sonrasında Paris’te üç Kürt kadın siyasetçinin katledilmesi, bu entegre stratejinin mahiyetini sorgulamaya muhtaç hale getiriyor. Öte yandan egemenlerin entegre stratejilerine karşı ezilenlerin entegre taktikleri de sınırlarını zorluyor. Ancak birden fazla denklemin iç içe girmiş olması, yerel, bölgesel ve küresel dinamiklerin rolleri gibi karmaşık ilişkiler bağlamında Kürt sorununu ve sürecin aktörlerini ele almak gerekiyor. Dolayısıyla, “fotoğrafın bütününü görme”nin ötesine geçip fotoğrafın nasıl çekildiğini de görebilmek açısından, birbiri ile ilişkili olmak üzere 10 soru çerçevesinde meseleyi ele almak analizi daha berraklaştırabilir.
1. Görüşmeler neden daha önce değil de şimdi başladı?
Bunun pek çok nedeni bulunuyor. En başta Ortadoğu’daki gelişmeleri ve Suriye’deki sürecin Türkiye’nin vereceği tazyikle hızlandırılıp neticelendirilmek istenmesini gösterebiliriz. Medyada ağırlıklı yorum, AKP’nin enerjisini bu süreçte PKK’ye vermek yerine Suriye’ye kaydırmak istediği yönünde. Haklı bir tarafı da yok değil. Ayrıca unutulmamalı ki, Suriye’ye ders verme sevdasındaki AKP’nin bu yöndeki söylemine meşruiyet kazandırması bakımından evinin içini (en azından geçici de olsa) temiz tutması veya tutuyor görünmesi de önemlidir.
Bir diğer önemli neden de KSH’nin evrildiği yeni boyuttur. Özellikle yaz sürecindeki alan hâkimiyeti pratiğinin devlet için riskli duruma gelmesinin yanında Kürtlerin Ortadoğu’nun yeni koşullarında önemli aktörler haline dönüşmeleri de etkili olmuştur.
2- Gelişmelerin ekonomi-politik arka planı nedir?
Sürecin Türkiye’de ve Ortadoğu’daki yeni sermaye birikimi ile doğrudan bağlantısı bulunuyor.
Türkiye eksenli ekonomi-politik çerçeveye baktığımızda Anadolu’daki sermaye birikiminin iki yönünü vurgulamamız gerekir. Birincisi emeğin sömürüsünün değişen rengi; diğeri de Ortadoğu pazarına Türkiye’deki yeni burjuvazinin hâkim olma gayretidir.
Birincisi; giderek yerele yayılan üretimin ucuz emek gücünü büyük oranda yoksul Kürtlerden karşılamaya başlamasıyla ilgilidir. Söz gelimi onlarca sektörü doğrudan etkileyen inşaat alanındaki emeğin örgütsüzlüğü ve bunun yanında enformel kanallardan veya etnik ağlardan sağlanan işgücünün patronaj ilişkilerde boğulması, sermayenin işine gelen hususlardandır. Bunun politik uzantısını da hesaba katmak gerekir. Bu nokta, yani Kürtlerin toplumsal emeğinin veya sivil toplum örgütlülüğünün engellenişi ve bir sınıf hareketi ile bütünleşmesinin dolaylı engellerinin hem müzakere hem KCK tutuklamaları ile doğrudan Paris suikastıyla ise dolaylı bir ilgisi bulunuyor.
İkinci boyut, sermayenin pazar ihtiyacını Ortadoğu ve Afrika’da gidermeye yönelik çabasıyla ilgilidir ki bunu en basit haliyle Türkiye’nin Avrupa dışındaki ihracat yaptığı ülkelerin ikinci sırasında Irak’ın, daha doğrusu Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin gelmesi tesadüfi değildir. Suriye’de istikrarın sıklıkla dillendirilmesinin bir manası da daha sağlıklı kapitalist pazarlar oluşturma çabasından kaynaklıdır. Kürtler ise bölgede arzu edilen bu “istikrar”ın en kritik aktörlerinden biridir.
Toplumsal gelişmeyi ekonomik verilere indirgeyen yaygın kanaatin teşvikler, devlet yatırımları ve çeşitli kalkınma planları çerçevesindeki çabasının Kürt sorununu çözmekten ziyade, Yakındoğu’da ekonomik ve siyasal hâkimiyetin istikrarlı bir geçiş noktası meydana getirme isteğiyle de yakından ilişkisi bulunuyor. Kürt hareketinin siyasal başarısına karşın ekonomik alanda alternatif bir politika geliştirememesinin de verdiği boşlukla hareket eden liberal-muhafazakâr blok, Kürtlerin kolektif haklarını elde etmelerine karşılık kontrolünü piyasa ilişkileri içinde bu hakları emecek şekilde düzenleyeceği oldukça barizdir. Türk burjuvazisi Ortadoğu ve Yakındoğu’da olgunlaştıkça temel hak ve özgürlüklerin kolektif taleplerini kendi özgüveni doğrultusunda değerlendirmekten kaçınmayacaktır. Bugün, TÜSİAD, MÜSİAD ve TUSKON’un bu yönde ortak eğilim göstermesi tesadüfî değildir. Eğer süreç barışın sağlanması ve çeşitli hakların elde edilmesi ile devam edecekse Kürt sorununda ikinci çelişki dalgası ve mücadele sahası bu minvalde gelişecektir. Siyasal birliği tehdit edecek unsur ağırlıklı ekonomi alanında kendini gösterecek ve bu alandaki sınıfsal, dolayısıyla da sivil örgütlülüğün siyasal mücadelesi sadece Türkiye içinde etkili olmayacak, aynı zamanda hem bölgesel hem küresel bir niteliğe evrilmiş olacaktır.
3. Ortadoğu ve Yakındoğu’da emperyalistlerin politikalarının diyalog sürecindeki etkisi nasıl değerlendirilebilir?
Öcalan ile başlatılan diyalog ve ardından oluşacak müzakere sürecinde ABD’nin müdahil olduğu ve olacağı şüphesizdir. Bölgedeki petrol kaynaklarının kontrolü ve güvenlikli bir şekilde pazarlanışı ile bunun Batıya nakli, uzun yıllardır başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistlerin üzerinde durduğu bir projeydi. Keza, İran ve Türkiye rekabeti ile birlikte Rusya’nın da bu mücadelede aktif rol oynadığı pekâlâ biliniyor. Zira artık Kürt Sorunu Kürtlere bırakılmayacak kadar bölgesel ve küreseldir emperyalistler için. Suriye, Irak ve İran konusunda Kürtlerin tavrı ve rolü emperyalistlerin bölgedeki amaçlarıyla yakından ilişkili olduğu için süreç son derece karmaşık ve pek çok denklemi iç içe geçirtmektedir.
Bugünkü manzaraya baktığımızda orta vadede Barzani hâkimiyeti altındaki petrolün Batıya transferinin, Bağdat ile girilen krizin bir şekilde aşılması durumunda Suriye’nin kuzeyinde oluşturulacak güvenlikli bir koridorla (daha önce tampon bölge gündeme getirilmişti) Akdeniz’e taşınması ile sağlanacağı görülüyor. Dolayısıyla Suriye’nin kuzeyinde tampon bir bölgenin oluşturulmasında PYD güçlerinin örgütlü yapısından istifade etmek istenileceği de açıktır. Türkiye’nin ise “Yeni Osmanlıcılık” retoriğine uygun şekilde hem Irak’taki hem de Suriye’deki Kürt bölgesi ile Türkmen bölgelerini hâkimiyeti altına alacak bir federatif yapıyı gündeme getireceği ihtimal dâhilindedir. “Türkiye, eğer Kürt Sorununu içeride çözemezse bölgede gelişen Kürdistan sorununun bir parçası haline gelir” yönünde analizlerin arka planı da bir bakıma burasıdır. Muhtemelen Öcalan ve PKK ile yapılacak müzakerelerin en can alıcı acil gündemlerinden biri bu noktadır. Ama aynı zamanda hem siyasal hem toplumsal anlamda çetin ve çelişkili süreci içinde barındırmaktadır. Zira Suriye’deki kriz, gerek AKP içinde gerekse PKK kanadı içinde çeşitli itirazları da gündeme getirebilecektir.
4. AKP’nin Bölgesel Emperyalizme (Yeni Osmanlıcılık) doğru ilerleyen politikasında Kürtlerin tesir gücü nedir?
Siyasal birikimi ve sermaye birikimi emperyalist sürece doğru kayan bir ülkenin en temel özelliklerinden birisi, kendi iç çelişkilerini dışarıya ihraç edip içeride geçici de olsa bu emperyalizme karşılık gelen bütünleşik bir kimlik (kimi zaman demokrasi adına kimi zaman modernizm veya eşitlik adına) inşa etmektir. Bu durum emperyal politikanın çapına göre değişir. AKP’nin alt-emperyalizm çapının, kendi söylemi ile ‘bölgesel güç olma’ istencinin mekânsal-sosyal-ideolojik etki çerçevesi onu Yeni Osmanlıcılık ile sınırlı tutmaktadır. Bunun altını siyasal mülahazalarla, sermayenin mekânsal genişlemesiyle ve kültürel emperyalizmiyle (medya, yaşam tarzı vb) bütünlüklü/entegre bir hareket olarak gerçekleştirmektedir. Karl Polanyi’nin tezinden gidersek, hem küresel piyasa ilişkilerine doğru “kazan kazan” ekonomi politikasını ve bunun adil olmasa bile toplumsal dağılımını hem İslam ve Türkçülük gibi muhafazakâr eksenli ve toplumsal dayanışmayı sağlan ideolojilerle, yani çifte hareketle bunu gerçekleştirmektedir. İç çelişkiler, bu çifte hareketin ekseninde ihraç edilmektedir. Başta Ortadoğu, Yakındoğu ve Afrika’yı hedef alan ‘sermaye ihracı’, yakın komşularda sadece sermayenin değil içerideki çelişkilerin etnik kimliklere bürünmüş halinin de ihracıdır. Ayrıca yarı-özerk şekilde bağlı olduğu üst-emperyalizm evrenindeki rolünü bölgesinde ‘model olma’ ile sürdürmeye çalışan AKP’nin bölgedeki inandırıcılığı adına içeride başta Kürt sorunu olmak üzere uluslararasılaşan sorunlarını çözüyor görünmesi, çifte hareketin doğası için de beklenilen bir gelişmedir.
Ortadoğu veya Yakındoğu’daki etnik kimliklerin fay hatları, aynı zamanda AKP’nin ihraç etmek istediği iç çelişkilerin kimlik siyasetindeki uzantılarıdır. Dışarıdan içeriye uzanan bu fay hatlarının dıştan içe doğru bir etki gücü vardır ki nitekim Kürtlerin Irak’tan sonra Suriye’de de statü sahip olmaya başlamasının içerideki etkisi kaçınılmazdır. Zira kimliklerin bu karşılıklı diyalektik sürecinde, tarafların kontrolü elinde tutma mücadelesinden daha doğal bir şey olamaz.
Kürtlerin İran, Irak ve Suriye’deki varlığı; Alevilerin bir yönü ile Suriye’de Nusayriler, İran’ın genelinde Şiiler, Azerbaycan’a yakın çevrede Caferilerle sembolik ve duygusal ilişkisi dikkate değerdir. Sünnilik de önemli bir boyut olmakla birlikte en belirleyici temaların başında İslam’ın Ortadoğu’daki koruyucusu ve savunucusu olma idealidir. Bu noktada, Osmanlı’nın Memlükler ve Safevilerden ayıran en önemli özelliğinin halifeliği İslam’ın koruyuculuğu adına gerçekleştirebilmiş olmasını anımsatmakta yarar var. İslamı iyi özümsediği anlamda değil, onu diğer ülkelere (Batıya) karşı fetihçi manada korumaydı bu. Yeni Osmanlıcılıkta ise küresel piyasa içine girip İslam’ı yine piyasa ilişkileri içinde korumak, önderliğini yürütmek ve onun adına piyasada işleyişte bulunmak var ki buna “Piyasa İslam’ı” diyoruz. Şimdi bu tarihsel misyonu yerine getirmenin bir basamağı olarak Kürt sorununun çözümünü görüyoruz. Bir anlamda Kürtlerin Piyasa İslam’ı ile imtihanına tanık olacağız.
İslamcılık, milliyetçilik/Türkçülük, Yeni Osmanlıcılık, Turancılık gibi geçmişte izi bulunan ve emperyalizmin Ortadoğu ile Yakındoğu’daki politikalarının adeta Türkiye’deki distribütörü işlevi görecek şekilde kimi zaman yaygınlaştırılan bu akımların bütünsel bir içkin özellik olarak AKP’nin rezervinde bulunduğunu ve stratejisine uygun şekilde konjonktüre göre birinin taktiksel olarak dolaşıma soktuğunu belirtelim. Bu noktada Almanların 19.yüzyıl sonu ve 20.yüzyıl başlarında Ortadoğu ve Balkanlara uzanmanın stratejisi olarak İslamcılığın, Orta Asya’ya ulaşmanın aracı olarak Turancılığın, Sovyetler Birliğinin etkisini azaltmak açısından ABD’nin Komünizm ile Mücadele Derneklerinin ideolojik dayanağı olarak Türk-İslamcılığın Türkiye’de kamu ideolojisi haline dönüştürme gayretlerini anımsayalım. AKP’nin Yeni Osmanlıcılığı zaten bu akımların toplamından ibarettir. Osmanlının fetihçi mantığının yerini ekonomik ve siyasal fetihçilik, daha doğrusu ekonomik cihat almış gibidir. Bu durumun “yeni emperyalizm” veya “alt-emperyalizm” açısından da bir karşılığı bulunuyor ki buna “bölgesel emperyalizm” olarak adlandırabiliyoruz.
Süreç Kürtler için devletsiz bir Kürdistan formülasyonu ile ikna olmaları ve bu yönde siyasal organizasyonlarını şekillendirmelerine de kayabilir, uzlaşmaz durumda ise halk savaşı stratejinin daha yoğunlaştırılmış bir şekli ile de devam edebilir. AKP için ise hem ekonomik hem siyasal pragmatizme ve yayılmacılığa uygun “kazan kazan” politikası bir dönemi daha garantileyebilir ve cumhurbaşkanlığı seçimi ile fiili başkanlık “Yeni Osmanlının ilk başkanlığı” olarak da neticelenebilir. Uzlaşmazlık durumunda ise farkı ittifaklara yönelim başlayabilir ki Barzani kartı en önemli unsurlardan biridir bu konuda. Bütün bu noktalarda ABD’nin pragmatist politikasının her kesim için ortak bir “kazan kazan” ruhu meydana getirebilir. Peki ya bu ortaklığa itirazlar kimlerden gelecektir? En çok Kemalist ulusalcılardan ve milliyetçilerden elbette. Tabii bir de emperyalizm karşıtı duruşuyla sol ve sosyalistler ile Esad’ın Alevi kimliği ve Suriye’de Sünni ittifakın Alevilere yönelik katliamından rahatsızlık duyan Türkiye’deki ve Avrupa’daki Alevilerden gelecektir. Bunu başka bir soruda değerlendirelim. Zira hem Paris’teki üç Kürt devrimcinin katledilmesi ile devrimci sol harekete yönelik operasyonlarla bağlantılı düşünülebilir bir boyut.
Önemli bir müzakere maddesi olarak silahların susması ve silah bırakılması da tartışılıyor. Silahların susmasının mümkün ama bırakılmasının mümkün olmadığını Suriye-Kürdistan-Irak-İran ve Türkiye denklemi ile emperyalist blokların kendi iç çelişmelerinden anlayabiliriz. Ayrıca Barzani yönetimi ile Bağdat yönetimi arasında çatışma ihtimalinde PKK’nin Barzani güçleri ile birlikte Bağdat yönetimine karşı duracağını belirtmesi de facto olarak PKK ile Türkiye’yi bölgede aynı cephede konumlandırabilir. Benzer durum İran karşıtı bir blokajda da görülebilir.
5- Öcalan’la sürdürülen görüşme de dâhil, tüm diyalog süreci dikkate alındığında AKP Kürt Sorununu çözmek yerine “çözüyormuş gibi” mi davranıyor?
Bugüne kadar tüm iktidarların çözüyormuş gibi davrandığını biliyoruz. AKP’de de bu potansiyel bulunuyor. Diğer taraftan Oslo sürecinin aksine Öcalan ile sürdürülen görüşmelerin kamuoyundan gizlenmeyerek ve hatta aleni olarak bilinmesi için çaba sarf eden AKP’nin bu davranışının bir kaç anlamı bulunuyor. Söz gelimi AKP, Ergenekon, Balyoz gibi davaların ardından artık tüm ipler benim elimde ve artık “devlet benim” imajını Öcalan görüşmeleri üzerinden ilan ediyor olmalı. Bugün Ergenekon davasından içeride yatan kimi ulusalcı askerlerin zamanında Avrasya stratejisi doğrultusunda Öcalan ile görüştükleri ve Öcalan’ın da karşısında devleti bütünüyle görememesinden ve ayrıca güçlü bir siyasal destek ile çözüm iradesi geliştirilemediğinden o zamanki sürecin başarısızlıkla sonuçlandığı biliniyor. Şimdi ise AKP’nin toplumsal, ekonomik ve tüm siyasal süreçlerdeki hegemonyasının iradesi söz konusu. Ancak bu irade, Kürt sorununun kolektif haklar temelinde çözülmesinin değil, kendi çıkarının Ortadoğu üzerinden genişleme ihtiyacının bir sonucudur. Dolayısıyla Kürt sorunu çözülmese bile silahların susması AKP’nin iktidarı için büyük başarıdır. Ufukta yerel seçimler ile Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin beliriyor oluşu bu tutumunu giderek pekiştirecektir.
AKP’nin çözüm iradesinin en bariz göstergesi somut adımlar olacaktır. Yeni Anayasa hazırlık sürecinin hızlanışı, KCK’den tutuklananların bırakılması, anadilde eğitim ve kamusal hizmetin gerçekleştirilebilmesi, yerel yönetimlerle ilgili düzenlemelerin yapılması gibi konulardaki gelişmeler bu göstergelerdendir. Önemli bir gösterge de bu hakların açık müzakere sürecinin, yani Kürt hareketinin mücadelesinin bir kazanımı olacağıdır. Bu noktada AKP’nin milliyetçi tabanını ikna etme gücü devreye girmektedir ki bu ikna tek yönlü bir siyaset eğitimi (daha önce Kürt açılımı çerçevesinde hazırlanan broşürler, yapılan seminerler vb) dışında farklı süreçlere ihtiyaç duyacaktır.
6- Öcalan’ın en büyük muhatap kılınması PKK’yi Öcalan’ın arkasına sığdırmak mıdır?
Kürtlerin zihin dünyasında iki kült çok belirgindir. Birincisi toprakla ve tarihle bütünleşmesinde hem hayali hem gerçek açıdan mistik karşılığı bulunan “dağ kültü”dür. Bugünün silahlı mücadelesindeki dağın simgesel ve imgesel yapısı geçmişin göçebeliğe dayalı üretim ilişkisinin ürünü olan imgenin bir devamı gibi okunabilir. İkincisi ise lider/kahraman kültüdür. Bunun da toplumsal temeli var ki en önemlisi aşiret ağalığı, şıhlık gibi geleneksel liderlik kurumlarıdır. Kürt milliyetçiliğinin ulusal bir devamlılık için tarihte izler bulmak adına Demirci Kawa, Selahaddin Eyübi, Şeyh Sait ve Seyit Rıza gibi isimleri dillendirmesinin bu açıdan toplumsal karşılığı da bulunuyor. Öcalan ise toplumsal ve siyasal bilinçdışındaki kahramanlık figürünün son temsilcisi gibidir. Aynı zamanda Kürtlerin siyasal birliğinin manevi anlamda temsilcisi konumuna sürüklenmiştir. Bu Öcalan’ın örgüt içindeki liderlik mücadelesindeki başarısı kadar Kürt toplumunun liderliğe duyduğu tarihsel ve mistik ihtiyaca cevap vermesinin de bir sonucudur. Kürt halkının siyasi iradesini Öcalan’a devretme çabasının bir yönü de onu kendi varlığı ile özdeş görme düşüncesiyle de ilgili sayılabilir. Bu noktada Öcalan’ın bu işlevi halihazırda sürdürüyor oluşu, devlet/AKP için bulunmaz bir fırsattır. Son olarak ölüm oruçlarının bitirilmesindeki rolü ile “Kürt sorunu çözülecekse bu ancak Öcalan’la olur” düşüncesinin pekiştirmesinde etkili olduğu da söylenebilir.
Bir yandan Kürt halkı, kendisi ile özdeş gördüğü Öcalan’ın serbest bırakılması mücadelesini halkın kendi özgürleşme sürecinin bir parçası sayacak, diğer yandan AKP elindeki bu kozun bilinci ile masaya oturup sürecin kontrolünü elinde tutmaya çalışacaktır.
Öcalan’la sürdürülen diyalog sürecinin tarihsel bir niteliği bulunuyor. Zira süreç aynı zamanda farklı toplumsal belleklerin, daha doğrusu etnisiteye dayalı kimlik belleklerindeki sembolik değerlerin de bir savaşıdır. Bu durumda Öcalan, ya tarihte İdris-i Bitlisi’nin rolünü oynamak zorunda kalacaktır ya da sadece Kürtler için değil Ortadoğu’nun diğer halkların kaderini de dikkate alarak hareket edecektir. Ancak eğer birincisinden, yani Yeni Osmanlıcık stratejisi ile Kürt sorunu çözülecekse tıpkı Çaldıran Savaşı süresinde olduğu gibi Yavuz Selim’in Kürt aşiretlerinin özerkliği karşılığında Anadolu’da binlerce Kızılbaşın katledilmesini ihale ettiği İdris-i Bitlisi’nin elde ettiklerinden pek farklı sonuçlar ortaya çıkmayacaktır. Bu haliyle güney sınırında konuşlandırılan gerçek patriot füzelerinin toplumsal manadaki izdüşümü Kürtler olacaktır. Yani tıpkı Osmanlı’da İran ve güney sınırlarının kontrolü nasıl Kürt aşiretlerine verildiyse bugün için de aynı işlev yenilenmiş haliyle yeniden gündeme gelebilir. Özellikle Şiilerin ve Suriye’de de Nusayri Alevilerinin ABD ve AKP karşıtı duruşları bu açıdan önemlidir. Dolayısıyla bu süreçte içeride ve dışarıda Alevilerin müzakere sürecine dâhil edilmesi için egemenlerce çeşitli stratejiler izlenebilir. (Paris’te katledilen PKK kurucularından Sakine Cansız’ın Dersimli Alevi-Kürt kimliğini taşıyor olması da bu açıdan önemli).
Şüphesiz Öcalan üstlendiği sorumluluğun ağırlığını çok iyi biliyor. Pek çok yazısında Kürtlerin (I. ve II. Dünya Savaşlarında ve öncesinde) emperyalistlerin bölgedeki piyonu halinde kullandıklarını dile getirmişti. Kürtlerin siyasal birliği ve bütünlüğü temelinde bölgesel ve küresel diplomasinin önemine de sıklıkla değinmişti. Nitekim PKK’nin de bu doğrultuda ama devletlere dayanmayan bir diplomasi geliştirmesine olanak tanımıştı. Teoride böyle olmakla birlikte pratikte bunun ne derece doğru olacağını “süreç” gösterecektir.
Ama eğer Öcalan, Yeni Osmanlıcılığın bölgesel emperyalizmini reddedip daha radikal bir tutum alırsa ve Suriye konusunda Türkiye’nin koltuk değneği olmayı kabul etmezse bu sefer müzakerenin de mücadelenin de seyir değiştireceği aşikârdır. Lakin şimdiden daha çok bir orta yol bulma fikrinin ağır bastığı söylenebilir. Nitekim Ahmet Türk ile yaptığı görüşmede Öcalan’ın akil adamlar olarak Ümit Boyner, Osman Kavala ve Mithat Sancar’ı önermesinden de anlaşılıyor ki bir farklı denklemlerde bir ortaklığa kapı aralanıyor. Zira Boyner ve Kavala’nın emperyalizmin de çıkarını kollayabilen bir liberal/liberal sol anlayışa sahip olmaları pek düşündürücüdür.
7. Başta Suriye olmak üzere Kürtlerin Ortadoğu’da özne olma gücünün müzakerelere yansıma gücü nasıldır?
Barzani’nin Kürt yönetimi hariç bölgedeki tüm komşuları ile sıkıntılı süreç geçiren AKP’nin bu sıkıntılardan dolayı da Kürt meselesinde Öcalan üzerinden çözüme ikna olmaya başladığı görülüyor. Zira Suriye’deki silahlı grupları bazılarını el altından desteklemesine rağmen Esad’ın bir türlü düşmemesi, PKK’ye yakın duran PYD’nin Türkiye sınırını kullanan Nursa Cephesi’ni yenilgiye uğratması ve hâkimiyetini özellikle Kürt bölgesinde sürdürmesi, AKP’nin Öcalan ile masaya oturmasına yol açan nesnel durumlar olarak yorumlanabilir.
Bu sürecin aynı zamanda ABD’nin ve de İsrail’in hem güvenlik hem petrol politikalarıyla hem de Doğu Akdeniz’de Kıbrıs ve Yunanistan’ın petrol ve doğalgaz arama faaliyetleriyle de örtüşen bir tarafı da bulunuyor. Birden fazla denklemin iç içe girdiği kompozisyonda Kürtler için nesnel fırsatlar ortaya çıkıyor. Nitekim son görüşmelerin birinde Öcalan’ın Suriye krizi konusunda PYD’ye yönelik belirttiği “Diğer oluşumları tasfiye edin. Diğer grupları tasfiye etmek için gerekirse şiddet kullanın. Esad’a vereceğiniz enerjiyi Araplara verin” şeklindeki ifadesi bu bakımdan kayda değerdir. Ancak 16 Ocak’tan itibaren PYD güçleri ile Ahrar-ı Resul, Ahrar Heran ve Şuheda El Tahiriye adlı gruplarla girdiği şiddetli çatışma ve bu grupların Türkiye sınırını lojistik destek için kullanması yeni bir denklemi de beraberinde getirebiliyor. Böylece ya PYD zayıflatılacak ya da tamamen başarıyla sürecin aktörlerinden biri olacaktır. Bu durum Öcalan’ın elini de güçlendirmiş olacaktır.
Daha evvel “savaşa hazırız” ifadesi kullanmış olan Başbakan Erdoğan’ın 20 Ocak tarihindeki Gaziantep ziyaretinde de “Fetih, Suriye halkı için yakındır” sözlerini kullanması ve Suriye’nin fethedilecek bir kale olduğunu açıkça belli etmesi, söz konusu müzakere sürecine duyduğu güvenden kaynaklı bir açıklama olarak da yorumlanabilir.
8- Paris suikastının en belirgin sonuçları ne olur? Bu durum Alevi-Kürt bütünleşmesi olarak görülebilir mi?
Paris’te katledilen üç Kürt devrimci kadının neden ve kimler tarafından öldürüldüklerine yönelik spekülasyonların ardı arkası kesilmiyor. Öcalan’la görüşmelerin provoke edilmesi, İran-Suriye-İran cephesinin süreci baltalama girişimi, derin devletin/derin PKK’nin/Yeşil Ergenekon’un işi veya çeşitli işbirliklerinin ortak kararı gibi farklı komplo teorileri öne çıkan bazıları.
İnfaz edilen üç kadından Sakine Cansız’ın PKK’nin kurucularından; Fidan Doğan’ın KNK Temsilcisi ve Leyla Söylemez’in ise Gençlik Hareketi Üyesi olduğu açıklandı. Sakine Cansız’ın ve Fadime Doğan’ın aynı zamanda Kürt-Alevi olmalarının sembolik anlamın çok ötesinde etki gücüne sahip olduğunu söylemek gerekiyor. Nitekim gerek Paris ve Diyarbakır’daki törenlerde, gerekse Dersim, Maraş ve Mersin’deki kitlesel sahiplenişte, barışa susamış bir halkın barış vurgusu kadar başka anlamları da beraberinde getiriyor. En önemlisi de Alevi-Kürt kimliklerinin bütünleşmesine yönelik kısmi de olsa bir toplumsal birlikteliğin sağlanmasıdır. Öcalan’ın bu olayı ikinci Dersim katliamı olarak tariflendirmesi de bu açıdan ilginçtir. İkincisi ise özellikle Avrupa’da örgütlü bulunan Kürt tabanının siyasal alanı kadar sivil toplum alanının da hedef haline geldiğinin ve ileride en büyük mücadelenin de bu alanda olacağının göstergesi olmasıdır. Bu noktada, Kürtler kendi sivil toplumlarını aşağıdan yukarıya doğru inşa edemediklerin yukarıdan aşağıya doğru organize etmeye çalışmakta ve bunun için de KCK’yi işlevli kılmak istediklerini ve bu örgütlenmeye rakip yapıların (cemaatler veya diğer siyasi Kürt hareketleri) ise mümkün olduğunca KCK’yi daha fazla tehlikeli bulduklarını belirtelim.
AKP, daha ilk günden ‘örgüt içi hesaplaşma’ iddiasını sürekli gündemde tutup ve bunu çeşitli ihtimallere dayandırıp (Fransa bir kişinin tutuklanışı da dahil) KSH cephesine yönelik psikolojik baskıyı sürdürmeye devam ediyor.
Suikastı planlayanların aslında ‘şüyuu vukuundan beterdir’ sözünü de mutlaka hesaba katmış olmalılar ki buna yönelik ipuçlarını Can Dündar’ın 17 Ocak tarihli köşesinden aktardığı Diyarbakır izlenimlerinden yakalayabiliriz. Olayla ilgili Diyarbakırlı yaşlıca biri ile diyalogu şöyle:
“Eskiden bu tür durumlarda hep ‘Te-Ce’nin (yerel dilde ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin”) işi’ derdik. Bu sefer öyle demiyoruz.”
“-Kimin işi sizce?”
“-Yüzde 80 dış güçlerin… Suriye, İran, İsrail, belki Rusya…”
Suikastın ardından Avrupa’daki Demokratik Alevi Federasyonu (FEDA) ise şu açıklamada bulunmuştu:
“Kürt Özgürlük Hareketi saflarında bir anlamda bizi de inancımızla ve kimliğimizle temsil eden biriydi Sakine Cansız. Çünkü O; Dersim direnişinde sömürgeci-zalim-soykırımcı-tecavüzcü düşmanın eline geçmemek için gözlerini kırpmadan kendilerini uçurumlardan, aşağıya atarak, sömürgeci üçlerin kirli iştahlarına yem olmayacak kadar cesur kadınların: Beselerin, Zarifelerin torunuydular.”
Bu türden genel bir kanaatin yaygınlaşabileceğini ve aynı zamanda Aleviler ile Kürtlerin bir ölçüde buluşabileceğini, suikastı planlayanlar da dikkate almış olmalılar. Dolayısıyla bir dış güç ilişkisi aranacaksa bunun sadece İran-Rusya-Suriye cephesinde değil, bu cephenin Kürtler tarafından işaret etmesini isteyen Batılı emperyalistlerde daha çok aramak akla daha yakın geliyor.
Diğer taraftan Sakine Cansız’ın ailesine başsağlığında bulunan CHP milletvekili Hüseyin Aygün’ün CHP’de tartışmaları beraberinde getirmesi de pek tesadüfî sayılamaz. Zira egemen medyanın ideologların bir kanadı PKK içindeki Alevi kesiminin (bu düşüncedeki Emre Uslu’nun ifadesi ile ‘Alevi hattının’) sonuna kadar silahlı mücadeleden ve savaştan yana olduğunu, bu yüzden Ergenekon’la da bağlantılı bulunduğunu, eğer barış görüşmeleri başlayacaksa bunun da ancak Alevi hattını temsil eden güçlerin tamamen tasfiyesi veya sınır dışına çekilmesi ile mümkün olduğunu ileri sürüyordu.
Dolayısıyla bir yandan PKK kadroları içindeki Alevi-Kızılbaş kanadının anti-emperyalist yönünün törpülenmesine doğru bir yönelim oluşmakta, bir yandan da cenazeler ve sonraki toplumsal histerilerin örgütlenmesi ve yönlendirilmesiyle radikal Alevi kesimin Kürtlerle bütünleşmesi sağlanarak en azından Suriye konusunda daha radikal tutumun alınmasının önü kesilmiş ve ertelenmiş olacaktır. Özcesi bu suikastın en büyük etkisi KSH içerisinde Alevilerin de var olduğunun toplumsal çerçevede anımsatılması olmuştur. Bu anımsatma, Suriye-Irak ve İran konusunda ya bir bütünleşmeye ya da ayrışmaya kapı aralayacaktır. Şunu da eklemek gerekir ki, bu durum belirlenmiş veya tamamen kontrol edilen bir süreç değil, farklı siyasal varyasyonların bir araya gelişi veya mücadele edişi ile mümkün olmakta ve siyasal mücadelelerin türevi olarak şekillenmektedir.
Dikkate değer bir diğer nokta da Paris suikastının emperyalistler arasındaki bir kavganın da sonucu olabileceğidir. Söz gelimi Fransa’yı Kürtler nezdinde Ortadoğu’dan uzaklaştırmanın da bir aracı haline dönüştürülebilir.
9. Gülen Cemaati ile AKP arasındaki klik savaşının bu süreçteki rolü nasıldır?
AKP’nin “kazan kazan” politikasının sadece Kürtler için değil, Cemaat (Hizmet Hareketi) için de geçici bir “sulh” gerekçesi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. AKP’nin Ortadoğu’da Siyasal İslam ile Piyasa İslamı üzerinden ve Sünni mezhebinin sınırları çerçevesindeki hegemonya etkisi Gülen cemaatine göre daha fazla nüfuza sahipken Gülen Cemaati de Kürtler içinde daha ağırlıklı bir güce dönüşmüş durumda. Özellikle Irak Kürdistan’ında yaptığı yatırımlar, açtığı okullar, Kürtçe televizyon-radyo gibi yayınlarla AKP’nin devlet imkanlarıyla gerçekleştirdiğini kendisi sivil alanda daha organik bir bağı ve ağı örecek şekilde yapmaktadır. Dolayısıyla daha toplumsal ve sivil karaktere sahiptir. İşte bu yüzden özellikle de kentsel alanda KSH ile toplumsal alan hakimiyeti rekabeti kaçınılmazdır. Aynı rekabet İstanbul ve Avrupa’da Kürt-Alevi ortak tabanına hitap eden Türkiye’nin devrimci hareketleri ile de zaman zaman yaşanabilmektedir. Ancak cemaatin ağ ve bağ gücü bürokrasiyi de kapsamına aldığından ve dinsel kimliği de içermesinden dolayı daha etkili bir güce sahiptir. Kürt sivil toplumunda cemaatin ağırlığı ile KSH’nin sivil toplum örgütlülüğünü KCK aracılığıyla inşa ve kontrol altına alma çabası arasındaki mücadelenin -müzakereler olumlu sonuçlansa ve anayasal değişimler olsa bile -toplumsal alanda devam edeceğini söyleyebiliriz.
10- Muhalefetin konumunu nasıl değerlendirmek gerekir?
Milliyetçi kesimden gelecek tepkileri AKP hesap ediyor olmalı ki sonbaharda Kürt vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması, idamın geri getirilmesi gibi tartışmaları itina ile gündeme getirebiliyordu. Milliyetçi tabanı ikna etmenin yolunun kanın durdurulması, ekonomik refahın yükseltilmesi, maksimalist politikalarla Türk-İslam ruhunun okşanması ile mümkün olduğunu düşünen AKP, gündelik hayat içinde milliyetçi veya sıradan faşizm taşıyan olaylardan da nemalanmayı becerebiliyor. Üniversitelerdeki faşist provokasyonları bu “entegre” sürecin içinde halayda olmaktan ziyade halay olmayı öncelikli kılmaktadır. Sağ-sol veya Türk-Kürt öğrenci kavgasının kasıtlı çevrelerce çıkarılan olaylar olduğunun, dolayısıyla farklı muhalif eğilimler arasındaki kavgaların üstesinden ancak AKP rejinin geleceği algısının pekiştirilmesine meydan verilir. Sadece üniversitelerde değil yurdun herhangi bir yerindeki Türk milliyetçiliği hassasiyeti ile Kürt ailelerine veya Kürt işçilerine yönelik linç girişimlerinin yegane çözümünün de kudretli AKP’de gizli olduğu inancı, iktidar için son derece işlevseldir. Böylece AKP rejimi, toplumsal farklıların şiddetten arınarak bir arada durabileceği bir yaşam ruhuna bürünmek istemektedir.
Ulusalcıların en etkili isimleri ile ordunun sivri isimlerinin çeşitli davalar ile susturulmuş oluşu; CHP’nin Kürt Sorununda ikircikli konumu ile bu sorunun çözümünde engel olmak istemeyişinin verdiği rahatlık, Kürtlerin KCK davaları ile önemli kadrolarının içeriye alınması; devrimci sol muhalefete benzer şekilde yapılan operasyonlar gibi entegre bir sürecin içinden geçtiğimizi söyleyebiliriz.
Aslında AKP’nin yumuşak karnının Suriye ve Irak’taki gelişmeler olduğunu da dikkate aldığımızda muhalefetin ya ehlileştirilmesi ya kontrol edilebilir bir güce yedeklenmesi veyahut da sindirilmesi gerektiği fikrini dillendirmek için kahin olmaya gerek yok. Söz gelimi Suriye konusunda anti-emperyalist duruş sergileyen solun dayanmış olduğu önemli ölçüdeki Alevi tabanın zihninin bulandırılmasına yönelik çabaları sıklıkla görmemiz olası gibi gözüküyor. ÇHD avukatlarının tutuklanmasını da bağlamda değerlendirebiliriz. Hatta mümkünse solun ulusalcılaştırılması veya Ergenekon süreci ile ilişkilendirilip itibarının düşürülmesi de muhtemeller dahilindedir. Eğer radikal Alevileri sindirmek mümkün olmuyorsa temel hak ve inanç özgürlüklerinin Kürt hareketi ile girilen müzakere ve anayasal değişim süreciyle sağlanacağına inandırılmaları icap ediyor.
Önemli bir nokta da radikal tepki gösteren kesimlerin ulusalcılığa yedeklendirilip toplumun geniş kesiminden koparılması olduğu kadar emek sömürüsüne vurgu yapan ve ulusal soruna sınıfsal çözüm arayışında olan devrimci solun da mümkünse bu süreçteki Kürt siyasal hareketine yedeklendirilmesi de önem kazanıyor. Bundan dolayıdır ki bütün bu müzakere süreçlerinde ekonomik refahın imkanını, bölgesel güç olmanın dayanılmaz özgüvenini, kimlik siyasetinin özgürleştirici sınırlarını ve fetihçi ekonominin herkes için kazan-kazan hırsı sağlayacağı söylemlerini sıklıkla duyacağız. Buna karşın, asgari ücretle çalışan milyonlarca emekçi ile her yıl ülkenin farklı iş alanlarına gidip ailece çalışmak zorunda kalan mevsimlik Kürt emekçisin sömürüsü ise pek duymayacağımız konular olacak gibi görünüyor. Zira sol hareket bu süreçte ne kadar zayıflatılırsa ezilenlerin bu türden sorunlarının Kürtlerin sorunları ile bütünleştirilmesinin de önü de o kadar alınmış olacaktır.
Arş. Gör. Ercan Geçgin
Ankara Üniversitesi, DTCF Sosyoloji
ercangcn@gmail.com