Suriye’de kanlı senaryo adım adım uygulanırken, bölgede bu süreçten etkilenmeyecek tek bir kişi, kurum, kuruluş yoktur. Bu provokasyon hali içinde herkes kendine bir cenah belirleyip eyleme geçmektedir. Savaşın korkunç kasvetli havası, Suriye semalarından ağır ağır Antakya’ya ulaşmakta, ortalığı bir sis bulutu kaplayarak göz gözü görmez, hal hali bilmez bir bilmezlik ve kayboluşluk hali egemen olmaktadır. […]
Suriye’de kanlı senaryo adım adım uygulanırken, bölgede bu süreçten etkilenmeyecek tek bir kişi, kurum, kuruluş yoktur. Bu provokasyon hali içinde herkes kendine bir cenah belirleyip eyleme geçmektedir. Savaşın korkunç kasvetli havası, Suriye semalarından ağır ağır Antakya’ya ulaşmakta, ortalığı bir sis bulutu kaplayarak göz gözü görmez, hal hali bilmez bir bilmezlik ve kayboluşluk hali egemen olmaktadır. Okyanus ötelerinde masa başında ağzına kadar ihanet ve kalleşliğe gömülü baron çetelerinin Suriye, Antakya ve tüm bölgede tezgâha çıkarttıkları senaryoları adım adım AKP-Cemaat eliyle aç sırtlan sürüleri kullanılarak yaşama geçirmekteler.
Kerbela’dan Sivas’a, Maraş’tan Dersim’e kadar tekbir ve allahuekber naralarıyla yaşanan kıyımlardan kendine kalanın yarattığı öfke ve benlik durumunun bir dışavurumu olarak binlerce insan, halkların kardeşliğini kutsayarak Antakya sokaklarını işgal etti. Hiçbir kışlık sarayın önünde engel olamayacağı muazzam coşkulu ve heyecanlı halk, nelere kadir olabileceğinin sinyallerini yaydı. Bu durumun farkındalığıyla telaşa kapılan baronlar ve onların yalaka ve yaltakçıları zaman yitirmeden alelacele saldırıya geçti.
Ehlileşmiş basın öncelikle Antakya’daki 1 Eylül barış eylemini görmezden geldi. Görmezden gelinemeyeceğini anlayanlar maniple ederek “izinsiz gösteri” ya da “Esad’a destek yürüyüşü” olarak haberleştirdi. Yetmedi on binlere ulaşan yürüyüşü binlere, üç binlere çekmeye çalıştı.
Yeni Şafak gazetesi eylem haberini “Nefret tezgahı meydana indi” şeklinde verdi. Haberin metinde ise bir sürü karalamadan sonra “…Hataylılar ise gündüz yapılan gösteriye tepki göstererek eyleme katılanların Hataylı olmadığını, otobüslerle dışarıdan geldiğini ifade etti” şeklinde yazdı.
AKP Milletvekili Şamil Tayyar ise sosyal medya üzerinden protestocular için “Hatay’daki provokatörler ‘Esad’a canımız, kanımız feda’ pankartı taşımışlar! Defolun o zaman, hadi Lazkiye’ye! Sizi kansızlar…” “…Bazı şerefsizler akıllarınca Lazkiye-Hatay hattında Nusayri Devleti kurmak niyetindeler! Tezgah bu! İçimizdeki hainler ise saf tutuyor!”şeklinde yazdı. Irkçılığın kökten dincilikle buluşması sonucu ortaya çıkabilecek olağan bir nefret duygusunun ilkel benliklerden şırıl şırıl dışarı akarak coğrafyamızı bir kin ve nefret deryasına döndüreceğinin resmidir bu.
Aynı histeri içinde olan diğer bir kişi de bir süredir cemaatin tetikçi basınının hedef tahtasına bir keklik gibi yerleştirilen Radikal yazarı Cengiz Çandar oldu. 03 Eylül 2012 tarihinde Radikal’de yayımlanan “Türkiye ve Suriye’ye dair yalan-dolan” adlı yazısında Antakya da yapılan eylemden kapıldığı dehşet duygusunun iç gıcıklayıcı dürtüsüyle koşarak hükümeti uyarmakta: “Aylar öncesinde defalarca yazdık; Türkiye, kendi Kürt sorununu kendi içinde çözüm rotasına sokmaz ise, ayrıca Alevi sorununun üstesinden gelmek için samimi gayret göstermezse, izlemek istediği Suriye politikası boynuna dolanır, kolay hareket edemez, manevra alanı daralır. Tam da bu oldu.”
Görüldüğü gibi yazarın hükümete verdiği yol haritasında; yüzyılların geçmişinden gelen sorunların çözümü için insani, demokratik ve kültürel taleplerin yaratacağı özgürlükçü çözümler yerine, “Esas itibarıyla doğru bir siyasi yaklaşımı, bu kadar sorgulanır hale” sokmadan Alevilere, Kürtlere belli açılımlar yaparak onları yedekledikten sonra, bölgedeki sömürge savaşına katılmak ve savaş tiranlığı yapmak yer almaktadır. Bölgesel güç (siz onu emperyalizmin jandarmalığı olarak okuyun) olabilmenin tek yolu; iç meselelerde belli bir düzeyde çözüm ürettikten sonra “ulusal koalisyon” kurmak ve ondan sonra bölgeyi kaos ortamına sürüklemektir. “Kürt sorunu konusunda Başbakan’ın haşin dili, Uludere (Roboski) ile birlikte ortaya konulan hoyratlık, Alevi duyarlılığını göz ardı edecek ne varsa onun yapılması, Suriye gibi hayati bir konuda kurulması gereken “ulusal koalisyon”u imkânsız kıldı.”
Devam edelim:
“Erdoğan’ı, … Suriye karşısında ABD ile Suudi Arabistan-Katar ekseninde ‘mezhepçi’ bir görüntüye yerleştirdi.”(abç)
“…. Asıl “mezhepçiliği” bilinçli olarak Suriye’de Başşar yapmakta…”
Mezhepçi görüntü ve mezhepçilik arasında nitelik olarak bir fark vardır. Mezhepçi görüntüde mezhepçilik yoktur, sadece gayri iradi olarak böyle görünmüştür. Yanlış politikalar sonucu, yanlışlıkla… Bu noktada kendi yazdıklarına Sayın Çandar’ın bile inanıp inanmadığına kuşku duyulabilir. İlk akla gelen, onu bir sinek misali örümcek ağının tam ortasına yerleştiren cemaatin ağından kurtulmak için hükümete göz kırptığı olabilir. Sayın Çandar Osmanlı’dan kalma ama son 90 yılda pek bir şey değişmeyen mezhepçi devlet geleneğini ve onun yarattığı korku sendromunu unutmuş olabilir mi? Halbuki başından bu yana mezhepçi bir noktaya çekilmeye çalışılan provokasyonda, Beşşar Esad’ın Alevi-Nusayri olmasından dolayı, Suriye’nin bir mezhep devleti olduğunu propaganda ettiler. Burada temel amaç, Suriye meselesinde ihaleyi alan TC’nin, öncelikle Sünni muhafazakâr kesim içinde bir meşruiyet sağlayarak destek bulmasıydı. Suriye gündemi patlak vermesiyle Türkiye’de hem yazılı hem de görsel basında, buna siyasileri de ekleyerek Alevi Nusayrilere karşı bir kampanyaya giriştiler. Başbakan “CHP Genel Başkanı’na sesleniyorum. Suriye konusunda dilinizin altındaki baklayı çıkarın. Suriye yönetimine neden sempati duyduğunuzu çark etmeden, kıvırmadan söyleyin” diyerek Kılıçdaroğlu için “Alevi olduğu için Suriye rejimini destekliyor” imasında bulunup, ötekileştirmeye kendi cephesinden destek vermektedir. Ancak bu yeterli olmazdı çünkü Suriye Alevileri ve Anadolu Alevileri ile bir ayrışma yapılmalıydı. Gerici basın Nusayri vurgusunu ön plana çıkartarak Anadolu Alevileri ile bir alakalarının olmadığını, hatta Taha Akyol daha ileri giderek Nusayrilerin İsmaillilerin bir kolu olduğu söyledi.
Taha Akyol 31 Mart 2012 de Hürriyet’te yazdığı “Aleviler ve Nusayriler” adlı yazısında: “Suriye hakkında bütün İngilizce yayınlarda Sünni ve Şii olmayan Müslümanlar ‘Alevi’ olarak tanımlanıyor. Hâlbuki bunlar bizim Anadolu Alevilerinden farklıdır ve İslami literatürde ‘Nusayriler’ denilmekteydi” şeklinde yazdı. Müslüman literatüründe bunlara sadece Nusayri denildiğini vurgulayarak, başta Nusayrilerin Alevi ismini İngilizler ya da batıdan aldıklarını, yazının devamında ise Fransız işgalinden sonra bu ismi tescil ettirdiklerini söyledı. Ülke TV daha da ileri giderek nefret kusan bir programa imza attı. Ehli selim, ,lim irfan sahibi Prof. Dr. Mehmet Çelik, Nusayrilerin sapkın inançlarını anlatırken dehşete kapılan sunucu “Çocukları lütfen ekranlardan çekin” uyarısında bulundu. Anadolu Aleviliği ile bağların kopartılmaya çalışılırken bir şey daha amaçlıyorlardı. Hz Ali ismiyle anılan bu toplumla ortak kutsal değerler bulunması meşruiyet sorunu yaratabilirdi. Böylece Alevi, Arap Alevi, Alevi-Nusayri isimleri bir anda uzaklaştırıldı bütün medyadan. Artık sadece Nusayri adı kalmıştı. Bu örnekleri artırmak mümkün.
Mezhepçiliği hiçbir dönem bırakmayan TC, AKP döneminde had sayfaya ulaştırmıştır. Çandar’ın yaptığı sadece “mış gibi” yaparak destek vermektir. Devam edelim, ne diyor?
“…Antakya’da CHP’nin de solunda yer alan grupların ve kuruluşların “Kanımızla, Canımızla Seni Sarıyoruz ey Başşar” şeklinde sloganlar atarak yaptıkları mitinge yol açtı.”
Külliyen yalan! Açık bir çarpıtma. Eyle
min organizatörlerinden birisinin bile böyle bir slogan attırdığını duyan olmadı. Konuşmacılardan birinin bile Beşşar’ı destekleyecek konuşma yapması bir kenara, bunu ima eden bile olmadı. Aksine Beşşar Esad’ın halıya işli resmini ve diğer posterlerini indirmek için kaç on defa müdahale edildi. “Tertip komitesinin belirlediği sloganlar dışında slogan atılmasın” tarzında yapılan anonsları sayabilen oldu mu? Sol sosyalist güçlerin böyle sloganları yoktur. Onlar ya “savaşa karşı iç savaş” ya “tek yol devrim” ya da “barış hemen şimdi” sloganlarını atarlar. Alandaki mahşeri kalabalıktan “Allah Suriye Başar u Bes” sloganı yükseliyorsa bin yıldır acılara hapsolmuş yasaklanmış bir halkın son dönemlerde artan karalama, nefret ve iftira kampanyasından kendine kalan bir refleksidir. Tarihsel çelişkilerin, resmi devlet politikasının ötekileştiriciliğinin ve bütün Ortadoğu’yu hedef alan klasik böl-parçala-yönet politikası çerçevesinde emperyalizmin ırkçı, mezhepçi söylem ve saldırılarının dayanılmaz birleştiriciliğiyle Antakya ve çevresinde yaşayan Aleviler saf tutmaya zorlanmaktadır. Suriye’de oynanan oyunu alenen gören Antakya halkının, emperyalizmin hedef tahtasına oturttuğu, tarihsel ve kültürel olarak ortak bir geçmişe sahip olduğu Suriye halkıyla bağdaşım kurması olağan bir durum olarak görülmelidir. Bir şey daha belirtmek gerekirse sol sosyalist güçlerin yeteri kadar örgütlü olmamasının halkın henüz sosyalistlere yeteri kadar güvenememesinin ya da sol sosyalist güçlerin halkın bilinç ve örgütlülük düzeylerini yükseltememelerinin de bir sonucudur.
Ayrıca “CHP’nin de solunda yer almak” demek ne demek? Solun bir bölümünü mü oluşturuyor? Hangi bölümünü? Neden bu kadar muğlâk, şekilsiz ve elastiki bir kavram kullanıyor? Bu manipülasyondur, kolaycılık ve toptancılıktır. Bilinç karmaşası yaratarak sol sosyalist güçlerle ilgili okuyucuların bilinçaltında önyargılar oluşturmaya çalışmaktır. Sayın Çandar bilmiyor mu ki her sakallının dedesi olmadığı gibi, her solun sol olmadığını, sosyalist ise hiç olmadığını.
“Türkiye’de solun bir bölümü, sözde anti-emperyalizm ve anti-Amerikancılık adına tarihin en kanlı diktatörlerinin “yedek gücü” olmak gibi bir utanç verici role soyunmuşlardır. Bundan 10 yıl önce Saddam’ın Türkiye’deki barutu onlardı, şimdi Irak Baas’ından sonra Suriye Baas’ı için kendilerine ortaya atıyorlar.”
Diyelim ki solun bir bölümü bu durumda yani “kanlı diktatörlerinin yedek gücü” olmuş; yazar nerede yer alıyor. Kimlerin yedek gücü durumunda, kimlere akıl hocalığı yapıyor. “İleri demokrasi” güçlerine mi? Dinime küfreden Müslüman olsa; Çandar darbenin birinci derece adamı olan Özal’a özel danışmanlık yapmadı mı? Bu sadece yeminli sol düşmanlığıdır. Halkın gücünün yarattığı korku filminden dehşete kapılmaktır.
Devam edelim: “Ne var ki, Suriye’de akan kanın faturasını Erdoğan iktidarına çıkartmak da, gerçeğin insafsız bir çarpıtmasından başka bir şey değildir. Suriye’de patlak veren olayların arkasında Türkiye yoktu. Olaylar, silahsız gösteri yapan insanları, Başşar Esad rejiminin kanla bastırması ve ölü sayısı binlere çıkana dek, Türkiye Başşar’a “reform yapması” için dil döküyordu.”
Konuya ilgi duyan bir ortaokul çocuğu bile esas olayların Cisr El Şuğur’ da 120 polisin eli kanlı selefi çeteler tarafından katledilmesinden sonra başladığını bilir. Bu çarpıtmanın amacı Ortadoğu’da oynanan oyunun eş başkanı olan Erdoğan’a şirin görünmektir; hedef tahtasında duran kınalı kekliğin hükümete ve cemaate biadını açıklayarak hizaya gelmesidir. Yuları sahibinin elinde olan ve gözlüğü sadece bir noktaya odaklanmasına neden olan bir atın yanlışlıkla fazladan sağa sola baktıktan sonra sahibi tarafından yuları çekilerek yola sokulması gibi cemaat Çandar’a ayar vermiştir. Yoksa Çandar o kadar saf olamaz. 11 Kasım 2011’de Radikal’de “Arap Baharı ‘Türk Sonbaharı’na dönüşür mü?” adlı yazısında şöyle demekte:
“Bu yeni dinamiklerin etkisiyle Türkiye, adım adım, ABD’nin bölgedeki ‘taşeronu’ durumuna kayıyor. Bu sıfat, aynen böyle ‘sub-contractor’ olarak Amerikan ve İngiliz basınında kullanılıyor. Suriye, Washington tarafından adeta Türkiye’ye ‘ihale edilmiş’ halde. Öyle olmasa, Tayyip Erdoğan, kardeşi bildiği Başşar Esad ile sırf ‘sözünü tutmadı, reform yapacağım dedi yapmadı’ gerekçesiyle sekiz ay içinde ‘kardeş’ten ‘hasım’ konumuna kayar mıydı?”
Bu ne yaman çelişkidir. Bu iki alıntıyı okuduktan sonra insanın aklına ilk elden Mahzuni Şerif’in fırıldak adam türküsü geliyor.
Çandar Suriye ile ilgili kaynağı nerden aldığı belli olmayan ölü, kayıp, mülteci vs. bir sürü rakam verdikten ve kendince bir hesap yaptıktan sonra şöyle diyor: “Bu tablo karşısında nerede duruyorsunuz? Bu, siyasi değil, özellikle ‘ahlaki’ bir soru.” “Ve maalesef, bu rakamlar büyüyecek. Bu rakamların büyümemesi, rejimin ömrünün kısalmasıyla orantılı. Türkiye’nin rolü burada anlam kazanıyor.”
Pek insani ve ahlaklı yazarımız, bütün kötülüklerin kaynağı gördüğü Suriye rejiminin ömrünü kısaltmadan Suriye’ye huzur gelemeyeceğini, engin birikim ve uzak görüşlülüğü ile dile getirmektedir. Yetmiyor, burada Türkiye’ye de anlamlı bir rol biçiyor. Alıntı dikkatle incelendiğinde yerli bir yazarın elinden mi yoksa Pentagon’un elinden mi çıktığı karıştırılır. Tam da Amerika’nın bölgedeki ideolojik argümanlarını kullanarak, ya katliamdan yana ya da Ortadoğu’ya demokrasi ve özgürlükler dağıtan batıdan yanasınızdır. Üçüncü seçenek yoktur. Bu söylemleri Irak işgalinde batı basını kullanmıştı. Solun, diktatörlerin peşine düştüğünün propagandasını yapan Çandar, tarihin ve mazlum halkların vicdanlarının onu affetmeyeceği bir Amerikancı çizgiyi temsil etmekte ve Ortadoğu da akıtılan her damla gözyaşının sorumlularının hamisi noktasına düşmektedir.
Çandar yazısını vecize bir sözle bitiriyor: “Türkiye’yi eleştirecekseniz, olmayan şeylerden yola çıkmayın; doğru dürüst eleştirin…”
Ne söylenmeli, ne yazılmalı ki bu kadar kendi deyimiyle “yalan-dolan” ve iftira dolu bu yaklaşımlarını tarihin çöp tenekesine atalım.
Amerika’nın bölge çıkarlarının bütün Ortadoğu’yu bir yüzyıllık kaosa dönüştürmek istediği gerçekliğini görmezden gelerek yorum yapan ya da onu örtbas etmek için çeşitli taklalar atıp kurtlar sofrasında kendilerine yer arayanların yedikleri aşın her lokmasında Ortadoğu’da akıtılan kandan damlalar var.
Orhan Altunöz
Eğitim emekçisi