Taşra üniversitesinde akademik hayata atıldıktan sonra, öğrencilikle asistanlık arasında mekik dokuyan “yaşam formunun” muhatap olduğu birçok kategori vardır. Asker-millet olduğunuzu farklı tonlarda ama aynı monotonlukta hatırlatan bir hiyerarşik örgütlenme ilkesi üzerinde şekillenmiş üniversite sisteminin her yerde olduğu gibi taşrada da en mazlumu; rakımı, süksesi ve tabiî ki de “rütbesi” en düşüğü asistanlardır. Bilimsel üretimin en […]
Taşra üniversitesinde akademik hayata atıldıktan sonra, öğrencilikle asistanlık arasında mekik dokuyan “yaşam formunun” muhatap olduğu birçok kategori vardır. Asker-millet olduğunuzu farklı tonlarda ama aynı monotonlukta hatırlatan bir hiyerarşik örgütlenme ilkesi üzerinde şekillenmiş üniversite sisteminin her yerde olduğu gibi taşrada da en mazlumu; rakımı, süksesi ve tabiî ki de “rütbesi” en düşüğü asistanlardır. Bilimsel üretimin en kutsal düzeylerinden olan üç günde makale yazarak (ki yazılan makalenin çalıştığınız alana ait olup olmaması önemli değildir) bölüm başkanına teslim etme, bölüm başkanının o makaleyi kendi ismiyle, ya da kimi zamanlarda siz o yayında adınızın geçmesini hiç istemeseniz bile -size rağmen ama tamamen “iyi duygularla” sizin için- , yayınlamasını izleme; öğrenci danışmanlığı adı altında harç dekontu toplama, toplanılan bu dekontlardaki ücretleri alt alta yazıp toplama ve ortaya bir “yekün” koyma; Bologna sürecine uyum adı altında olmayan dersin, olmayan bilgilerini doldurma; “kültürel değişim” programlarındaki (Erasmus ve Farabi) denklik sorununu çözme gibi (işbu “gibi” edatının derse girme, sınav sorularını hazırlama, fotokopilerini çektirme, kâğıtları okuma ve notları girmeyi de içerdiğini hatırlatmaktan zevk duyarız!) görevler bu kategorinin en prestijli sorumlulukları arasındadır. Bu ulvi görevler, asistanlar arasında bir ortaklık kurduğundan ve üniversite içindeki diğer kategoriler ile asistanlar arasındaki mesafe bir kast sistemi esas alınarak şekillendiğinden (bu sistemi bizzat “rütbe” ve “kıdem” kelimesi ile ifade eden rektörler vardır örneğin) aynı işi yapan bu kişiler arasında “kader ve keder birliğinden” beslenen bir ilişki oluşur. Dolayısıyla taşra üniversitesine “atıldıktan” (kelimenin hem düz hem de mecaz anlamıyla “düştükten”) sonra aynı odayı paylaşıp, sürekli yüz yüze baktığınız; birlikte yemek yiyip, kopya çeken öğrencilere beraber “savaş” açtığınız; dekan birinize kızdığında hep beraber fırça yediğiniz ve sıkıldığınızda dert yandığınız kişiler yine diğer asistanlar olacaktır.
Aman dikkat! Bu kader ve keder birliği sizi yanıltmasın; zira asistanlar arası dayanışmadan türeyen kolektif bir platform yaratmak, şahsi ihtiraslar karşısında mağlup olması mukadder romantik bir akımdır taşra üniversitesinde. Kalbinde rekabet güdüsü olan bir kapitalist çalışma rejiminin yarattığı etkilerden asistanlar da münezzeh değildir elbette. İş yaşamının tüm alanlarında olduğu gibi asistanlar da çoğunlukla kendilerini en alta iten bu kategorik düzeni eleştirmeyi akıllarından bile geçirmedikleri gibi, bu çarpık düzeni benimseyerek, kendilerine üstün bir konum yaratma derdiyle, birbirleri arasında hiyerarşiler üretmeye bile çalışırlar. Sonuçta mezun olduğunuz/okuduğunuz okuldan, yaptığınız yayın sayısına; katıldığınız konferanslardan, taktığınız ya da takmadığınız kravata; bıraktığınız sakaldan, sakalın niteliği ve uzunluğuna kadar birçok veri, sizin asistanlar arasındaki pozisyonunuzu belirlemeye yarayan araçlar haline dönüşebilir.
Kolaylıkla anlaşılabileceği gibi -hayatın her alanında olduğu gibi- taşrada da tek bir “asistanlık halinden” değil “asistanlık hallerinden” bahsetmek gerekir. İstihdam sorununun yarattığı basınçtan dolayı kendisini üniversite koridorlarında bulanlardan, dünyayı değiştirmeye meyyal müdahil bilim zanaatkârlarına kadar geniş bir yelpazedir karşımızdaki.
Asistanlar arasındaki ilişkileri belirleyen temel parametrenin -başta da belirtildiği gibi- “asistan olmak” olması beklenirken kazın ayağı öyle değildir. İlişkileri belirleyen şey “yukarısı” ile olan ilişkilerdir. Konumunu görece akademik liyakat kriterlerine borçlu olanlarla; kişisel ya da dinsel-siyasal “ağ”lara borçlu olan asistanlar arasında bir uçurum vardır. “Büyük”lerinin etkisiyle ya da “el vermesiyle” asistan olmuş bir asistan doğaldır ki aslında hiçbir konuda bağımsız değildir. Vahşi iş piyasasında sahip olduğu biricik ekmek kapısına ancak her yıl sözleşmesi yenilenerek tutunabilen asistanın hem kendisi hem de ona el veren “büyüğü”/”büyükleri” birlikte yarattıkları simbiyotik ilişkinin farkındadır. Akademik sermayeleri bir zamanlar bir yerlerden duyulmuş/öğrenilmiş belirli kalıp/klişe cümleler düzeyindeki “büyükler”, asistana “el vermiş” olmalarını belli bir sisin ardında sürekli kılarak bu belirsizlik alanını bir iktidar alanı haline getirmekte de oldukça mahirdir. Bu sebepten hiçbir zaman söze dökülmese de daha en baştan işe girerken kurulmuş olan bu “boyun eğme” ilişkisi iki taraf arasındaki ilişkinin Yasası olarak yerleşir. Yasa en çok da, ufak bile olsa ortaya çıkan anlaşmazlıklarla su yüzüne çıkar. Böyle bir asistan var olan herhangi bir düzenlemeye karşı çıktığında (aslında karşı çıkmayı tahayyül etmeyi denediğinde) idare/büyükleri/abileri tarafından “doğrudan” azarlanmaz bile. “Büyük”ler informel yollarla devreye girerek, bu torpilli asistanların kulaklarını çekerler: “Seni oraya ortalığı karıştır diye mi soktuk!” Malum kişi kendi iradesine göre davranma yeteneğini bu süreçte tümüyle kaybeder. Sonuçta ilgili asistan modeli büyük ölçüde “aman bana bir şey olmasıncı” asistana dönüşür.
“Torpilli/hamili kartlı asistan” ile “liyakatli asistan” olarak ideal tipleştirebileceğimiz bu iki tür arasındaki mesafeyi arttıran meselelerin bir diğeri de lisansüstü eğitimdir. Taşra asistanları çalıştıkları – ya da taşrada çok sevilen bir ifadeyle “bağlı bulundukları”– üniversitelerinde hoca yetersizliğinden dolayı lisansüstü eğitim verilemediği için (taşrada yokluğundan dolayı tek şükredilen şeydir bu!) genellikle başka bir üniversitede lisansüstü eğitimlerine devam etmeye çalışırlar. Ülkemiz üniversitelerinde lisansüstü eğitim kalitesinin standart bir düzeyde olmaması nedeniyle (lisans eğitim kalitesinin standardı varmış gibi), asistan olarak aynı “işi” yapanlar, tablonun öğrencilik kısmında aynı külfete girmezler. Asistanlar arası ilişkilerde kafa karışıklığına mahal veren bir çelişki de bu noktada karşımıza çıkar. Örneğin farklı okullarda lisansüstü öğrenci olan iki asistan için “yeterlilik”, “tez”, “tez jürisi” gibi ifadeler birbirinden çok farklı zorluk derecelerine tekabül eden anlamlar taşır. Hatta bir taşra üniversitesinde lisansüstü eğitimine devam eden asistan metropolde eğitimine devam asistana “Zaten biz taşrada olduğumuz için çok da fazla çalışmamalıyız” benzeri tavsiyelerle; taşra üniversitesine özgü bir “kalenderliği” yeniden üretmeye ve meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Bunun yanı sıra ders döneminde olan asistanlardan biri, lisansüstü derslerini takip edebilmek için üstlerinden yoğun pazarlıklar sonucu koparabildiği izinlerle (yani YÖK kanunu ile idarenin takdir yetkisine bırakılan ve lisansüstü eğitimine devam eden asistanların 35. madde ile görevlendirilme meselesi büyük ölçüde asistanların görevlendirilmemeleriyle sonuçlanarak), iki okul arasında telef olurken, aynı durumdaki bir diğer asistan “Bizim hocalar çok sıkmıyor asistan olduğumuz için” diyerek derslere devamlılık göstermeyebilir. Bu durumu daha da acıklı hale getiren, idarecilerin devamsızlık yapan asistanın bu takdir ettikleri “özverisini” örnek göstererek, bin bir zorlukla derslerinden geri kalmamaya çalışan asistana izin verme konusunda daha çok arıza çıkarmaya başlamasıdır. “Neden bu kadar kasıyorsun ki alt tarafı yüksek lisans”, “Herkes doktorayı bitiriyor zorlamaya ne gerek var” gibi Allah’ım ben kimim burası neresi du
ygusu yaratan yorumlar taşrada adiyattandır; zira “informel networkler” (KPDS/ÜDS’de 65 barajını “rahatlıkla” aştığını metin altından ve böbürlenmeden dile getirmek için sıklıkla kullanılan bir “akademik jargon”) tıpkı asistanlık vasfını taşımaya hak kazananları belirlediği gibi lisansüstü eğitimi de belirleme de devreye girer: “Aha canım/kardeşim nasılsın?” sorusuyla başlayan “torpilli/hamili kartlı asistanının” lisansüstü eğitim süreci, “Canım/kardeşim, benim bu genç arkadaşa ihtiyacım var burada, mülakatta ver bir 80-85 cebinden çıkmıyor ya” ricalarıyla devam eder. “Cebinden çıkmıyor ya” kalıbı rastgele seçilmemiştir: “Vakit nakittir” şiarının egemen olduğu günümüzde eğitime ayrılacak vakit nakite dönüştürülmeli, saf bir meta haline gelmiş asistan derse “sokulup” işlenmeli, artı değer üretmelidir!
Hayata dair bir merak güdüsünün ve bundan kaynaklanan okuma ya da anlama çabalarının -neredeyse- “aşağılanmasının” nedeni, aslında bizatihi varlığıyla akademi denen şeyin “hayata değen bilim üretme pratiği”olduğunu hatırlatarak süregitmekte olan düzene alttan alta radikal bir eleştiri üreten kişinin yarattığı rahatsızlıktır. Eğitimin sınıflandırıcı etkisi burada da kendisini gösterir ve akademik yetersizliklerden dolayı birinci sınıf üniversitelerde lisansüstü eğitim göremeyen “torpilli/hamili kartlı asistanlar” tam da bu nedenle git gide daha çok konumlarını borçlu oldukları çıkar şebekelerine mahkûm olurlar. Söylemeye gerek yok ki bu durum onları içinde bulundukları pozisyonlara daha çok gömmekte, gitgide velinimetlerine bağımlılıkları artmakta dolayısıyla ortodokslukları katmerlenmektedir.
Eğitim farklılaşmasının asistanları karşı karşıya getiren bir başka görünümü tez ve yayın sürecinde ortaya çıkar. Bir taşra üniversitesinden lisansını aldıktan sonra yine bir taşra üniversitesinde lisansüstü eğitime devam eden, bu sürecin bir yerinde taşra üniversitesi asistanı olarak çalışma hayatına başlayan; velhasıl akademik sosyalleşmesinin tamamını taşrada tamamlayan kişi, bu süreçte ister istemez birçok yatkınlık geliştirir. Örneğin taşrada birkaç öğrenci, “hoca” diye hitap edince aklını kaybedip “artık ne yazsam olur” havasına giren ve akademik çalışma etiğinden nasibini almamış bir hezeyanla tez yazmaya başlayan asistanlar vardır her yanda. Üstelik bu “ne yazsam olurcu asistanlar” tesadüfen işini az da olsa ciddiye alan bir tez danışmanına sahiplerse, tez dışında her şeye benzeyen çalışmalarını beğendirememekten yakınmaya, “bu hoca da hiçbir şeyi beğenmiyor” diye gelip omzunuzda ağlamaya başlayabilirler. Gerçi bu karamsar tablo çok çabuk ortadan kalkabilir ve birkaç ay içinde akademiye yeni soluk getirecek tezler de yazılabilir bu asistanlar tarafından. Dolayısıyla taşra asistanı – taşra lisansüstü öğrencisi bileşimi taşra akademisyeninin yeniden üretiminde temel fidanlık rolünü üstlenmektedir. Çoğunlukla lisansüstü eğitime kabullerinde de networkler/şebekeler/ağlar üzerinden iş gören bu asistanların içinde bulundukları stresin yoğunluğunu ve bunun onlar üzerinde yarattığı tahribatı da elbette es geçmemek gerekir.
Taşra üniversitesinde hem lisansüstü eğitimde hem tez sürecinde hem de akademik yayın konusunda “in” olan kelimeler: “Hızlı”, “Çok”, “Kolay”, “Hallederiz”, “Bir şey olmaz” gibi kelimelerdir. Uzun süre taşraya maruz kalan asistanların bu kelimeleri içselleştirmeleri şaşırtıcı değildir. Dolayısıyla bir dünyayı anlama güdüsüyle, daimonun yarattığı huzursuzlukla teziniz için bitmeyen okumalar yapmanız ya da yazdıklarınızı beğenmeyerek danışmanınıza bile göstermeden yeniden ve yeniden yazmaya çalışmanız taşrada anlaşılmaz ve hâttâ kerih görülür. Sonu gelmeyecekmiş gibi uzayan bu süreç sizin sabrınızı sınarken, gaflete düşüp diğer asistanlara dert yanarsanız, birkaç ay içinde tezlerini tamamlamış olan bu wonderkid akademisyenler, size burun kıvırır ve “Kaç sene oldu yazamadın şu tezi, herkes yazıyor sen niye yazamıyorsun?” diye dalga bile geçebilirler verdiğiniz emekle. Sizinle aynı yıl lisansüstü eğitime başlayan ve fakat siz yüksek lisans ders dönemini bitirmeden doktoraya geçen ve hatta siz yüksek lisansı bitirmeden de doktorayı bitirmeye doğru giden “hız çağı asistanları” bir de bu sürece sempozyumlar, makaleler sığıştırınca ister istemez “ezilirsiniz”. Elbette sizi ezen, arkadaşlarınızın sürekli abonesi olduğu “X İlçesi Kanarya Sevenler Derneği Uluslararası Turizm Sempozyumu” türü ciddi akademik toplantılardır…
Bu yüzden tez süreci taşrayla metropol arasında salınan yaşam formunun okuma aşkını sınaya dursun, taşrada asistanın kendini var edebilmesi için “Bu sene kaç yayın yaptın?” sorusuna verecek afili cevaplar bulması gerekir bir an önce. Taşra üniversiteleri bir nevi matbaa gibi çalışırlar. Espri yaptığımız sanılmasın, hepsinin zibil gibi dergi çıkarması hakikaten buraları matbaa haline çevirmektedir. Yayın yapanlara, tebliğ hazırlayanlara, ya da google translate yardımıyla “abstract” yazmaya çalışanlara okulun her köşesinde rastlanabilir. Bu baş döndürücü akademik üretim hacmi, sizi de yayın yapmaya zorlar. Önceleri akademik kaygılar taşıdığınız için gün aşırı yayın yapmaktan uzak dursanız da, taşra üniversitelerinde akademik yayınlar için yaygın olan bir gerçek sizi yanılgıya sevk eder. Çünkü burada önemli olan yazacağınız makalenin işlevi değil, boyudur. İşte bu yüzden her an herkes birbirine “Seninki kaç santim?” diye sorar. Sorudaki erotizmin sizlerde hafif bir tebessüme sebep olduğunu düşünmekteyiz ancak lütfen tebessüm etmeyin, zira sahnede olanlar erotizmin getirdiği bir zihinsel çalışmanın ürünü değil matbu formlar altında çıkartılmış pornografik yayınlardır. Hatta o derece ki “X İlçesi Kanarya Sevenler Derneği Uluslararası Turizm Sempozyumu” türü ciddi akademik toplantıların katılım belgeleri, herkesin rahatlıkla görebileceği şekilde asılır/çerçevelenir, yayımlanan değil ama “yayımlatılan” makaleler masaların üstüne bırakılır ya da kitaplıkların görülebilecek kısımlarına koyulur; kısacası akademik çaba pornografik bir monotonlukla göze göze “sokulur.” Ancak çalışmanın problematiğinden, kavramsal çerçevesine, konu gerektiriyorsa kullanılması gereken ampirik verilerin elde edilmesine varana kadar bir akademik çalışma için olmazsa olmaz olan sorular bu paralel evrende tedavülde değildir. Elbette “Bu kadar çok yayına gerek var mı?” sorusu evrensel bir soru/sorun dolayısıyla akademinin kendisine içkin. Ve fakat yayın yapılacak konu-mesele ile ilgili bırakın uluslararası literatürü, ulusal anlamda bile neler olduğuna dair hiçbir kaygı taşımadan akademi uzayında sadece ve sadece kendisi varmışcasına pervasızca metin çıkarmaya yoğunlaşmış zihinlerden bahsediyoruz; zira ünlü vecizenin de belirttiği gibi; “yayın hiçbir şeydir ama getireceği puan her şey!”
Asistanlar arası ilişkileri şekillendiren bir başka unsursa meraktır. “Hesaplayan asistanlar” olarak ifade edeceğimiz bir meraklı güruh, kendileri ve çevresindekilerle ilgili her konuda, her şeyi hesaplayarak yaşar. Bu tipe giren meslektaşlarınız, aynı işi yapan aynı dereceli personeller olmanıza rağmen maaş bordronuzu görmek isteyebilir, ne kadar maaş aldığınızı hesaplayabilirler. Siz sınavlarda gözetmenlik yapmakla cebelleşirken, hesaplayan asistan, kim kaç saat gözetmenlik yaptı sorusunun peşindedir. Hesaplayan asistanın ilginç bir özelliği çapraz kurlarla işlem yapabilmesidir! Bu bağlamda, hesaplayan asistanlar
kimin ne kadar yayın yaptığını, o yayınların kaç sayfa tuttuğunu; diğer asistanların kaç öğrenciye danışmanlık yaptığını, mesaiye kaçta gelip, işten kaçta ayrıldıklarını ve buna benzer birçok veriyi kullanarak, formülü gizli bir algoritmayla, asistanlar arasındaki yerlerini de hesaplayabilirler. Bu eğilimi sadece bir “tıynet” sorunu olarak ele almak yetersizdir. Mesele yine konumunu borçlu olduğu mahfillere karşı varoluşunu meşrulaştırma gayretinde temellenir. Akademik etkinliklerine dayanarak var olamayacağı bir dünyada bir bilgi kanalı olarak var olmaya mecbur olan zavallı bir karakter vardır karşımızda; o aktaran değildir “aracıdır”, salt ve saf bir iletkendir.
İstihdam sorununun yakıcı boyutlara ulaştığı ülkemizde akademik bir kariyer hedefi olmayan asistanlar da çoktur. O an için çalışabilecekleri en uygun yer olarak taşra üniversitesini bulmuş ve orada işe başlamışlardır. “Ne iş olsa yaparımcı” asistan, mesleki kaygı taşımadığından, sinir bozucu derecede rahattır. Üniversitenin kütüphanesinin yolunu bilmez, öğrenci olduğu üniversiteye pek uğramaz, tez yazmaz ve hatta ders bile çalışmaz. Bazen masasının üzerinde KPSS soru bankası görülebilen bu tip için üniversite herhangi bir devlet kurumundan, asistanlık da herhangi bir memuriyet kadrosundan farksızdır. Zaman zaman iş sınavlarına giren bu tip, eğer daha yüksek maaşlı bir iş bulamazsa muhtemelen sizinle aynı kürsüde öğretim üyesi olarak “yıllanacak” ve ücra bir taşra üniversitesinde bilim üretmeye(!) ömür boyu devam edecektir. Bu asistanların ilerleyen yıllarda ucunda maddi bir getiri olma ihtimali yüksek “procecilik” işlerinde başat rol oynamalarını beklemek de yanlış olmaz. Ayrıca bu türün azmi yalnızca çeşitli “procelerle” veya “girişimcilikle” sınırlı kalmaz. Örneğin bir başka asistanın düğününde takılacak takılar için, doğum günü partileri için, yılbaşı çekilişleri için, x bölümünde işe giren asistana çiçek almak için, y bölümünde lisansüstü sınavını kazanan asistana çikolata almak için, z bölümünde yeterliğini geçen asistana hediye almak için hatta ve hatta (abeceye baştan başlayalım) a bölümünde ilk tez izleme komitesini başarıyla geçen asistana biblo almak için (unvan alan asistana çekilen muameleye ilişkin bir şey yazmaya gerek bile yoktur bu saatten sonra) para toplama işlerinin de vazgeçilmezi olurlar.
Taşrada asistanlar arası ilişkileri belirleyen son ve en kapsayıcı tip, “aman bana bir şey olmasıncı” tiptir. Zira ister dünyayı değiştirmeye meyyal olsun, ister salt ekmeğinin peşinde olsun hemen her asistanın dönüp dolaşıp varacağı yer burasıdır. Öyle veya böyle yolu taşradan geçip de mevcut çarpıklıkları görmeyen kimse olmamıştır. Bununla birlikte yollar genelde daha en baştan ikiye ayrılır: Var olan oyuna yani hâkim networke/ağa/şebekeye/fraksiyona eklemlenmek ya da kinik bir içe kapanma sürecine girmek. Dolayısıyla sonuç en iyi ihtimalle var olan yanlışlıkları görmemezlikten gelmek ve sabah 9 ile akşam 5-6-7-8-9-10-11 ve hatta 12, bölüm başkanınızın ve bölümdeki diğer rütbelilerin derslerine bağlı olarak “yedek hoca” statüsünde, içindeki zamanda kendiniz olmamaktır.
Sonuç olarak akademik çürümeye direnen, bulunduğu yer ve şartları sorgulayan bir asistansanız taşrada yalnız kalmaya mahkûm gibisinizdir. Zira sendikal bir mücadelenin ve mesleki bir dayanışmanın olmadığı bir vasatta çoğun içe dönmekten/kapanmaktan başka çıkar yol bulamazsınız. Zira “asistan” olmak hepinizi eşitlerken, karşınızdaki asistanın bölüm başkanı ile “informel ağlar” yoluyla bağlantılara sahip olduğunu bilmenizin yarattığı uçurumu vardır aranızda. Sizin gibi ülkenin başka bir ücra köşesindeki bir başka taşra üniversitesinde asistanlığı deneyimleyen yaşam formlarıyla bir araya gelene kadar, yaşadıklarınızı ve yalnızlığınızı içinize atarak biriktirirsiniz.
Ve eğer kendinize bir ya da birkaç hemdert bulamazsanız muhtemelen bir süre sonra üçüncü sınıf işletme öğrencilerinin barınma ihtiyaçlarını nasıl karşıladıkları üzerine yapacağınız araştırmanın sorularını hazırlamaya başlarsınız! Belki de, taşrada bu yalnızlık ve içe kapanma ömür boyu olabilir ancak bu yalnızların “suskunluğu” derin bir sessizliğe gömülmemeli ve adeta bir çığlığa dönüşerek Louis Ferdinand Celiné’nin Morand, Ramuz ve Barbusse için söylediği gibi “his”li bir biçimde yazılmalıdır.
* yazı bir grup asistan tarafından kaleme alınmıştır.