Önümüzdeki günlerin emperyalist oyunlarına karşı parçalı bir sol ve KCK operasyonları ile törpülendirilmeye çalışılmış Kürt muhalefeti kalıyor. Egemen sistemin işleyişi için bu iki gücün panzehiri olarak Türk milliyetçiliği ön plana çıkarılıyor. Tüm bunlara karşın, AKP rejiminin emperyalist güçlerle oluşturduğu neo-liberal faşizmi ve onun “bölgesel emperyalizm” rolündeki milliyetçiliği ile dindarlığı araçsallaştıran politikasını teşhir edip kendi alternatifini […]
Önümüzdeki günlerin emperyalist oyunlarına karşı parçalı bir sol ve KCK operasyonları ile törpülendirilmeye çalışılmış Kürt muhalefeti kalıyor. Egemen sistemin işleyişi için bu iki gücün panzehiri olarak Türk milliyetçiliği ön plana çıkarılıyor. Tüm bunlara karşın, AKP rejiminin emperyalist güçlerle oluşturduğu neo-liberal faşizmi ve onun “bölgesel emperyalizm” rolündeki milliyetçiliği ile dindarlığı araçsallaştıran politikasını teşhir edip kendi alternatifini inşa edebilen bir “anti-emperyalist cephe”nin genişletilerek örülmesi, her zamankinden daha fazla önem taşıyor
26 Şubat 1992’de, Azerbaycan-Hocalı Kasabası’nda Ermeni güçlerin yaptığı tam bir katliamdı. Ancak bu katliama yönelik protestolar ne oldu da bu yıl Türkiye’de AKP’nin aktif katılımı ile bir milliyetçilik hareketine dönüştürülmeye başlandı? Neden daha önce bu kadar yaygın protesto gösterileri yapılmadı da bu yıl buna ihtiyaç duyuldu?
Gerekçe Fransa’nın Ermeni Soykırımı yasa tasarısı olsa rakamlar ortada; Ermeni soykırımına dair yasaları kabul eden ülkelerle kurulan ticari ilişkiler önceki dönemlerden daha fazla yükselmiş durumda. Asıl hedefin Ermenilere yönelik nefret söylemini yaygınlaştırmak mı, yoksa milliyetçilik histerisini arttırmanın yeni keşfedilmiş bir yolu mu, bunun cevabını zamanımızın koşulları ve tarih bize veriyor aslında. Tabi bunun için Türk milliyetçiliğinin kritik zamanlarda nasıl işlev gördüğüne bakmak gerekiyor.
Bu ülkede milliyetçiliğin hep emperyalizmin egemenlik araçlarından biri olageldiğinin farkındayız. Bunu tarihimizdeki rastlantısal olaylardan değil, sistemli ve yaygın bir şekilde yürütülen politikalardan biliyoruz.
Her zaman için yedekte tutulan bu ideoloji, ister içerde ister bölgemizdeki herhangi bir emperyalist işgalde veya savaşta, savaş öncesi ideoloji olarak işlev görmüştür. Savaş sonrasında ise ya tasfiye edilmiştir ya da yerine başka bir ideoloji ikame edilerek pasifize edilmiştir. Ama hiçbir zaman sönmesine izin verilmemiştir.
Milliyetçilik, ülke içinde sınıf savaşımlarının manipülasyon aracıyken, çevre ülkelerde veya kardeş halklar üzerinde ise sosyal, siyasal ve askeri savaşın ideolojik aracı olarak kullanılmıştır/kullanılmaktadır. Nitekim Türkçülüğün ana akımını teşkil eden Turancılığın tarihi olaylarla eşgüdümlü olarak yükselişini ve düşüşüne baktığımız bunu rahatlıkla görebiliyoruz.
İşte Türk milliyetçiliğinin savaşla olan dansının zaman tünelindeki kısa seyri:
1.
İlk dalgaya Osmanlı’nın son yüzyılında rastlıyoruz. Fransız Devrimi’nin de etkisi olsa da asıl siyasi ve ekonomik milliyetçi angajman Alman emperyalizminden gelmiştir bu ilk dönemde.
İlham kaynağını yüzyıllar boyu Tötonik örgütün ideallerinden alan Pan-Cermenizm, kendi yüce soyunu ekonomik, politik, askeri, kültürel ve sanatsal açıdan kendisine rakip gördüğü Yahudi ırkına göre konumlanmıştı. Almanya’nın bunu dünya çapında gecikmiş bir emperyalizmin ideolojisi haline dönüştürmesi elbette Osmanlı zamanındaki Türkçü akımlarının olgunlaşmasında da tesirler yaratmıştı. Özellikle Turancılık akımında Almanların Yakındoğu üzerindeki planlarına paralel bir etki söz konusu olmuştu.
Siyasi birliğini de, emperyalist yayılımını da geç tamamlayan Almanya’nın 19. yüzyıldaki en kritik hamlesi, Fransa ile İngiltere’nin hâkimiyet alanını Yakın Doğu üzerinden kırmak oldu. Bunun yolu ise “Hasta adam” Osmanlı’nın topraklarında alternatif bir emperyalist stratejiden geçiyordu ki, bunun somut karşılığı Bağdat Demiryolu Projesi (3B şeklinde de bilinir: Berlin- Bosfor-Bağdat) olmuştur. Alman emperyalizminin kendine pazarlık arayışının iktisadi ve kültürel yönünü temsil etmesinin yanında bu hamle siyasi-ideolojik projesini de beraberinde getirmişti. Emperyalist ruhunu Pan-Cermenizmin üstün ırkından alan söz konusu emperyalist ideolojinin Osmanlı’daki türevi, Turancılık akımı olmuştur. Aslında İslamcılık Bağdat Demiryolu projesiyle (Hicaz Demiryolu projesi de dâhil edilmeli) daha çok bütünleşen bir akım olmasına karşın Balkanlardaki Türkçülük akımlarının Orta Asya’ya doğru yönelmede daha cezbedici rotalar sunması, ideolojik ve siyasi makas değiştirmeyi de beraberinde getirmişti. Kaybedilen topraklardan ötürü nüfusun Türk-Müslümanlar lehine sonuçlanması da başka bir etki etkiydi.
2.
İkinci dalga ise savaş öncesi dönemde gayri-Müslimlere yönelik yaşandı.
Emperyalist kavganın yaşandığı I. Dünya Savaşı’na gidilen yolda milliyetçiliğin İttihat ve Terakki’nin resmi ideolojisine dönüşmesi ve Turancılık ülküsü ile mayalanarak Enver ve Talat Paşaların başta Ermeni katliamı olmak üzere sonrasında binlerce askerin ölümü ile sonuçlanacak Turan idealleri Anadolu’da nefret tohumlarının derinleşmesinde kritik bir eşik olmuştu.
3.
Cumhuriyet döneminde önce Türkçülük sonra ise halk milliyetçiliği, ardından da Atatürk milliyetçiliği altında başka bir versiyon piyasaya sürüldü.
Türkçülük, Alman-İtalyan faşizmleri ile paralel ilerledi. Güneş dil teorileri icat edildi. İstanbul tramvaylarında “Vatandaş, Türkçe konuş!” levhaları asıldı. Türkçülük şuuru giderek pekiştirildi. Ancak 1929 dünya ekonomik buhranından ve siyasal iklimin basıncından dolayı liberal-milliyetçi itaatkârlıktan “devletçi kapitalizm”e dayalı ekonomik görüşe uygun “halk” milliyetçiliğine doğru bir paradigmaya geçilmek zorunda kalındı. Sovyetlerin etkisini azaltmak, ancak onun yardımını da esirgememek için ve de iktidardaki devlet partisi CHP’nin eski ideoloji ile halkta taban bulamamasının bir gerekçesi olarak Türkçülük görüşü yerine “halkçılık” ilkesi milliyetçilikle yoğrularak devreye sokuldu. Ancak Türkçülük hala unutulmuş değildi. Hep yedekte tutuldu. Nitekim I. Dünya Savaşı’na benzer süreç II.Dünya Savaşı’nda da yaşandı. Türk milliyetçiliği Turancılık ülküsünün Hitlerin yayılımı ile hayat bulacağı düşüncesi yoğunluk kazandı. Saraçoğlu hükümetinin Hitler iktidarı ile kurduğu ticaret ilişkileri de işin başka bir boyutu idi.
Her ne kadar Türkiye savaşa girmemiş olsa da alttan alta Almanya’yı destekledi. Bu destek içeride Turancıların savaş ve Hitler karşıtı ile komünist güçlerin tasfiyesindeki maşa rolünde devam etti. Ne zaman ki Sovyetler savaştan başarı ile çıktı, Türkçülere yönelik göstermelik operasyonlar yapıldı. Ama milliyetçilik yeniden yedek kulübesine alındı.
4.
Soğuk savaş yıllarında da milliyetçilik kullanıldı. Örneğin 6-7 Eylül 1955 olaylarında sermayenin el değiştirmesi projesinde, 1960’lardan sonra solun yükselişini ve Sovyetlerin nüfuzunu engellemeye yönelik Komünizmle Mücadele Derneklerinin ve kontrgerillanın kurulmasında, 1970’lerin sınıf mücadelesini parçalamaya yönelik Alevi-Sünni çatışmanın meydana getirilmesinde, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin psikolojik zemininin oluşturulmasında hep milliyetçilik aygıtı kullanıldı ve işe de yaradı. Bu dönemdeki milliyetçilik akımının ihalesi ise artık Almanlarda değil ABD’deydi. Irak ve İran Savaşında (etnik ve dini açıdan) içeride milliyetçiliğin anlamlandırılmasında en etkili yol ona İslamcılığın da eklemlenmesi olacaktı.
5.
1980 sonrası neo-liberalizme hazırlık, Doğu Bloğunun yıkılmasıyla komünist tehlikenin yerini Kürt hareketinin almaya başlaması, milliyetçiliğin yeniden yedek kulübesinden çıkartılmasını beraberinde getirdi. Türk-İslam sentezciliği, kimi kanallarda İslamcıların milliyetçiliğine eklemle
nmesinde, kimi kanallarda da Türk milliyetçiliğinin Türkmenlik-Alevilik kimliği üzerinden Kürt Hareketini “yarma” projesinde kendisine hayat buldu. Böylece, 28 Şubat 1997’nin milliyetçiliği de postmodern darbesine uygun farklı kimliklere eklemlenmiş postmodern bir milliyetçilikle zuhur etmeye başladı. Bu süreçte de, bundan sonraki dalgalarda da ihale hep ABD’de kalacaktı.
6.
2000’li yıllara gelindiğinde “çok kültürlü milliyetçilik” tarihsel birikime yaslanarak yeni bir sentez ortaya koymaya başladı. Öncüsü elbette AKP oldu. Kent rantının paylaşılmasından, TOKİ’lerin ucuz konut imkanına; taşeronlaşmanın patronaj ilişkilere bağımlılığı artıran ekonomik altyapısından eğitimdeki dershanecilik sistemine; sosyal devletin çözülüşündeki boşluktan cemaat şeklindeki alternatif sosyal devlet ağlarına kadar çok geniş bir sistemde milliyetçilik de yeniden kodlandı. Karizmatik liderlik altında oluşturulan AKP rejimi, artık milliyetçiliği “bölgesel emperyalizme” doğru kaydırarak maksimalist bir paradigma yaratmış oluyordu. Kimi zaman demokrat, kimi zaman teknokrat, kimi zaman dindar, kimi kindar, kimi zaman milliyetçi, kimi zaman küreselci, kimi zaman yerelci görünen AKP rejiminin (Piyasa İslam’ı da denilebilir) bu plastik pozisyonunun kaynağında biraz da sınıfsal tabanın şekil değiştirmesi vardı. Anadolu’da KOBİ’lerin ve inşaat sektörünün yükselişi ve bu sektörlerin başta gıda olmak üzere diğer alanlarla birlikte bölgesel hâkimiyette ekonomik hegemonyaya dönüşmesiyle meydana gelen sermaye birikimi, alt sınıftan orta sınıfa geçişin de öncülüğünü oluşturdu. Kendi tabanının sınıf atlamasında yerel, bölgesel ve küresel pek çok dinamiği yeri geldiğinde en iyi şekilde kullanmasını bilen AKP’nin bu nicel birikimi, ortağı olduğu Gülen cemaatinin paralel şekilde nicel büyüme yaşayarak ‘camia’ya dönüşen yapısıyla nitel bir çelişkiye düşmesi kaçınılmaz oldu. Buna bir de emperyalistlerin yeni Orta ve Yakın Doğu planları ve yaşanan gerilimler eklendiğinde milliyetçilik sigortasının da kime ait olacağı tartışması alttan alta kendini belli etmeye başladı. MİT krizi içsel ve bölgesel paylaşım kavgasının somut işaretiydi.
İşte Hocalı katliamının protestosu böyle bir manzarada işlev görmeye başladı. Kimilerine göre Azeri iş çevrelerinin, kimilerine göre cemaate yakın kaynakların maddi desteği ile örgütlenen bu protestolar, hem AKP içinde milliyetçilik tartışmasını körüklemeye hem de Yakın Doğu’daki bir hareketlilik için ideolojik bir supap vazifesi görmeye doğru gittiğini söyleyebiliriz.
Ancak Türk milliyetçiliği hiçbir zaman yalnız bırakılan bir ideoloji olmamıştır. Hep araçsallaştırılan, meydana gelebilecek olgulara karşı bir sigorta görevi yüklenilen bu ideoloji, militarizmden, devlet kapitalizminden, Türk-İslam sentezciliğinden, Kemalizm’den, Turancılıktan, Osmanlıcıktan ve Batıcılıktan yeri geldiğinde nasiplenmesini bilmiştir.
Son iki yüz yıldır Osmanlıcılığın, Batıcılığın, İslamcılığın ve Türkçülüğün gölgesinde gezinen milliyetçilik, savaş koşullarında militarist, ekonomik rantta Batıcı, bölgesel emperyalizmde İslamcı veya Yeni Osmanlıcı ve öteki ile olan bağında Türkçü olabilen esnek bir yapıya bürünmüştür. Şimdi ise AKP rejiminin esnekliği altında hayat bulmaktadır.
Sadece yerli değil, emperyalist egemenlerin de yedek kulübesinde bekleyen milliyetçiliğin tekrardan ısıtılıp sahneye konulmasının maddi şartları çoktan oluşmuştur. Hem siyasal rekabetin görünen/görünmeyen kısmında bir rekabet aracı, hem de savaş gündeminde emperyalistlerin halklara dayattığı bir sığınak olması vesilesiyle irtifası giderek yükselen yaralayıcı bir histeriye dönüştürülmektedir.
Egemenlerin milliyetçilik hava sahası
Buzdolabının derin dondurucu kısmında değil, kolay erişilebilir kısmında tutulan milliyetçiliğin yeniden ısıtılmaya başlanmasının çok farklı hesapları olduğunu belirtmiştik. Söz gelimi Taraf’ta Baransu’nun halı hazırda sanki Cemaat devleti ele geçirememiş gibi MİT’teki ‘mezhepsel yapının’ tasfiye edilmesini dile getirip bürokrasideki Alevilere gönderme yapması da bu konudan bağımsız değildir. Zira bu haliyle çeşitli kurumlardaki kişileri Alevi kimliklerini ön plana getirerek dolaylı yoldan Kürt sorunu ve Suriye geriliminde komplolar hazırlamakla suçlanması, bu kesimi milliyetçilerin hedefine açık hale getirmekten başka anlam taşımamaktadır. Yine bundan bağımsız düşünülemeyecek başka bir olay da son günlerde Adıyaman’da Alevi evlerine yapılan çeşitli işaretlendirmelerdir. Bu süreçte buna neden gerek duyulmuştur? Çünkü Alevilik üzerinden bir yarılma, aynı zamanda solu bu kimlik içine hapsetmeye ve aynı zamanda İslami kesimi de oluşturulabilecek olası anti-emperyalist cepheden soyutlama amacının güdülmesinden buna ihtiyaç duyuluyor. Başka hesaplar da imkânlar dâhilindedir; ancak onlar daha çok AKP rejiminin iç kavgalarında sürüyor. Cemaatin Suriye’ye müdahaleyi meşrulaştırmaya yönelik basıncı ve milliyetçiliği de bu minvalde körüklemesi bu hesapların başka bir boyutu.
Başbakan’ın 26 Şubatta HAS Parti başkanı Kurtulmuş ile görüşmesi ve HAS Parti’nin yayın organı olan Milat gazetesinin sürekli Esad’ı hedefe koyan bir yayın politikası izlemesi; ayrıca İstanbul’daki Hocalı mitingine bu partinin de aktif şekilde katılımı, Suriye işgalinde ideolojik blokajın İslami tabanda nasıl genişletilmeye çalışıldığının da birer göstergesidir.
Aynı blokajın üniversitelerdeki muhalefeti sindirmeye yönelik kullanılmaya çalışıldığına tanık oluyoruz bu milliyetçi dalgadan. Son olarak Ankara Üniversitesi’nin Cebeci Kampüsünde yaşanan faşist provokasyonlar bunun tipik göstergelerinden.
Başka bir blokaj kanalı ise eğitimdeki 4+4+4 modeli ve dindar nesil tartışmasıdır. Aynı şekilde bu tartışma da dindar-milliyetçi blok yaratmanın bir başka hamlesi gibi duruyor. Neo-liberal piyasanın birincil eğitim kaynakları olduğu koşullarda eğitim üzerinden dindarlığın değil piyasalaştırmanın tartılması gerekiyor. Oysa amaç bölgesel emperyalizme uygun bir hamle yapmak, kendi tabanını bu doğrultuda kazanım sağlama görüntüsü altında motive etmekten başka bir amaç taşımıyor.
Önümüzdeki günlerin emperyalist oyunlarına karşı parçalı bir sol ve KCK operasyonları ile törpülendirilmeye çalışılmış Kürt muhalefeti kalıyor. Egemen sistemin işleyişi için bu iki gücün panzehiri olarak Türk milliyetçiliği ön plana çıkarılıyor. Tüm bunlara karşın, AKP rejiminin emperyalist güçlerle oluşturduğu neo-liberal faşizmi ve onun “bölgesel emperyalizm” rolündeki milliyetçiliği ile dindarlığı araçsallaştıran politikasını teşhir edip kendi alternatifini inşa edebilen bir “anti-emperyalist cephe”nin genişletilerek örülmesi, her zamankinden daha fazla önem taşıyor.
Arş. Gör. Ercan GEÇGİN
Ankara Üniversitesi, Sosyoloji
ercangcn@gmail.com