Davutoğlu, Suriye’ye emperyalist bir askeri müdahaleyi meşrulaştırmak için, orduyla silahlı isyancılar arasında yerleşim yerlerindeki çatışmaları Yugoslavya’nın dağılmasından sonraki Saraybosna ve diğer şehirlere yönelik kuşatmalara benzetiyor. Böylece, Esad’ı Miloşeviç’le eşleştirerek Müslüman duyarlılıklarına da hitap etmek suretiyle, ılımlı İslamcılarla emperyalistlerin kanlarının biraz daha kaynamısına katkıda bulunuyor. Oysa, Balkanların emperyalist işgallerle yeniden sömürgeleştirilmesi, buradaki halklar üzerinde hem kısa […]
Davutoğlu, Suriye’ye emperyalist bir askeri müdahaleyi meşrulaştırmak için, orduyla silahlı isyancılar arasında yerleşim yerlerindeki çatışmaları Yugoslavya’nın dağılmasından sonraki Saraybosna ve diğer şehirlere yönelik kuşatmalara benzetiyor. Böylece, Esad’ı Miloşeviç’le eşleştirerek Müslüman duyarlılıklarına da hitap etmek suretiyle, ılımlı İslamcılarla emperyalistlerin kanlarının biraz daha kaynamısına katkıda bulunuyor. Oysa, Balkanların emperyalist işgallerle yeniden sömürgeleştirilmesi, buradaki halklar üzerinde hem kısa hem de uzun vadede çok ciddi yıkımlara yol açmış ve bundan da en olumsuz etkilenenler Müslüman topluluklar olmuştur.
Yugoslavya’nın parçalanması
Aslında, ABD’nin başını çektiği emperyalist bloğun, Yugoslavya ile, çöküş sürecine girene kadar, tıpkı Ortadoğu’da bugün yıkılmaya başlayan diktatörlüklerle olduğu gibi, ciddi bir sorunu yoktu. Sovyetler Birliği’ne karşı aldığı tavırdan dolayı burası emperyalizmin en gözde sosyalist ülkesiydi. ABD’nin yüz milyonlarca dolarlık askeri yardımından ve kabul ettiği piyasa sosyalizmi sayesinde, Batı Avrupa’la yakın ticari ilişkilerden yararlanmaktaydı. Bu durum, Miloşeviç iktidarının ilk yıllarında da her hangi bir sorun olmadan devam etti. Fakat ne zaman ki, Miloşeviç kendini iktidarda tutma meselesini emperyalist çıkarların önüne getirmeye başladı ve bu amaçla o zamanki anayasayı değiştirerek dönüşümlü başkanlık sistemine son verip, Kosova’nın statüsüne ortadan kaldırdı, işler değişmeye başladı. Kışkırttığı Sırp milliyetçiliğiyle ateşlediği içsavaşta arkasını Rusya’ya dayamaya çalışınca, ABD-AB ittifakı Sloven ve Hırvat ayrılıkçılığını desteklemekte tereddüt etmeyecekti. Bundan sonra, emperyalistler askeri, siyasi, ekonomik müdahaleleriyle eski Yugoslavya topraklarını kendi çıkarlarına göre şekillendirmek içi her türlü önlemi alacaklardı.
Yugoslavya’ya karşı emperyalist müdahaleler öncelikle Avrupa’nın bu bölgesinin Rusya’nın nüfus alanından kesinlikle çıkartılmasını hedefliyordu. Dolayısıyla, kullanılabilecek tüm diplomatik araçlar etkisizleştirilirken, silahlı çatışmalar kaçınılmaz olarak tırmandırılıyordu. ABD ve AB devletleri bu süreçte öncelikle Hırvatları, daha sonra da Boşnak ve Arnavutları silahlandırdı. Sonuçta, çatışmalar öyle kanlı bir noktaya geldi ki, “uluslararası toplumun ahlaki yülümlülüğü” gibi yeni bir norm yaratılarak, NATO operasyonları başlatıldı. Eski Yugoslavya şehirlerinin üzerine tonlarca bomba yağdırılarak binlerce sivilin ölümüne neden olundu. Bu bombalar uranyum içerdiği için bugün bile atıldıkları şehirlerde yaşayan insanların hayatlarını tehdit etmeye devam etmektedir.
Balkanlarda yeni manda rejimlerinin kurulması
Sırpların yenilmesiyle, sonuçları yoksul halklar için bir o kadar acı olacak, Yugoslavya’nın yeniden sömürgeleştirilmesi süreci harekete geçirildi. BM şemsiyesinde eski sömürgelerin emperyalist sistemine entegrasyonuna benzer bir şekilde, AB’nin Badinter Komisyonu gözetiminde Yugoslavya’dan ayrılacak devletlerin tanınmasının koşulları belirlendi. Böylece, yeni ortaya çıkacak devletlerin siyasi ve iktisadi yönetimlerini uzunca bir süre yabancı kuruluşlara bırakacakları 1990 sonrası manda rejimleri kurulacaktı.
BM’nin eski Yugoslavya topraklarında kurmuş olduğu manda rejimleri kendilerini özellikle Bosna-Hersek ve Kosova’da hissettireceklerdi. NATO işgalinden sonra bu ülkelerdeki iktidarın kullanılması hemen BM’in atadığı diplomatlara verilmişti. İnsan haklarının korunması ve demokratikleşme adına emperyalizmin ideolojik hegamonyasını tesis etme görevini, bölgesel bir işbirliği örgütü olarak, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın açtığı misyonlar üstlenmişti. Avrupa Birliği ise bu ülkeleri, ekonomilerini endüstrisizleştirilerek, neo-liberal iktisat politikalarının uygulama laboratuarları haline getiriyordu.
Manda rejiminin Bosna-Hersek ve Kosova’daki sonuçları
Bosna-Hersek ve Kosova’nın yozlaşmış yerel yöneticileri ne kadar aksini iddia ederlerse etsinler, bu ülkeler bugün bir devletten başka herşeye benzemektedirler. Aldıkları kararlar, hiç bir sorumluluğu olmayan BM yüksek temsilcileri tarafından her an iptal edilebilirler. Üstelik bunu yaparken bir yandan da demokratikleşmeyi dillerinden düşürmeme yüzsüzlüğünü gösterebilmektedirler.
AGİT’in her iki ülkedeki insan hakları ile ilgili oluşturdukları yasal ve kurumsal çerçeve yukarıdaki sınırları aşmayacak anlamsız bir demokratik katılım ve tamamen etnik temellere dayalı bir toplumsal düzen oluşturmayı hedeflemektedir. Bosna-Hersek, Sırp Cumhuriyeti ve Bosna-Hersek Federasyonu olarak iki devletçiğe bölündükten sonra Federasyon da Boşnaklık ve Hırvatlık temelinde 10 kantona ayrılmıştır. Kosova’da, Ahtisaari’nin Sırplar tarafından kabul edilmeyen ademimerkezileştirme planına göre, bir çok Sırp kantonu kurulmuş durumdadır . Buralardaki etnik bölünmeler o kadar uç noktalara taşınmıştır ki, Kosova’da daha önce hiç varlıklarından haber olunmayan Roma, Aşkali ve Mısırlı adları altında üç ayrı topluluk yaratılmıştır. Böylece, hertürlü sınıf dayanışmasının önünü kesecek yapay ayrılıkların iyice kökleşmesine, hak taleplerin sadece etnik olarak dile getirilebileceği siyasal bir söylemin yerleşmesine çalışılacaktır.
AB Komiserliğinin uyguladığı neo-liberal politikalar sonucunda işsizlik 2010’da Bosna-Hersek ve Kosova’da % 40’ların üstüne çıkmıştır. Özelleştirmeler sonucunda bugün Kosova’da tüten tek bir fabrika bacası bulunmuyor ve sahip olduğu son derece verimli topraklara rağmen, bu fakir ülke tüm tarım ürünlerini ithal etmek zorunda. Bosna-Hersek’te kamu harcamalarına yapılan kısıtlamalar sonucunda, emekliler asgari ücretin ancak yarısı kadar aylık alabilmektedirler. Siyasi olarak yabancılara bağlı olan bu iki ülke, ekonomik olarak da tamamen onlara muhtaçtır. Dolgun maaşlarla buralardaki uluslararası örgütlerde çalışmaya gelen binlerce danışmanın, daire kiraları, lokantalar, barlar ve yaptıkları diğer lüks harcamalar için ödedikleri paralar olmasa bir çok kişi daha aç kalacaktır.
İşte Davutoğlu’nun Suriye’de olanlara duyarsız kalmayıp, müdahaleye çağırdığı “uluslararası toplum” diye ifade edilen emperyalist bloğun örnek gösterilen Balkanlar’daki müdahalelerinin sonuçlarından sadece bazıları. Aslında bunun çok daha fazla kapsamlı bir dökümünü yapmak mümkündür. Ama bu kadarı bile AKP’nin hangi oyunun bir parçası olduğunu anlamaya yeter. Asıl anlaşılması zor olan, Kaddafi’nin gitmesini yine de hayırlı bir gelişme olarak sunan solcuların kendilerini nasıl hala anti-emperyalist gördükleridir. Üstelik bugün Ortadoğu’da olabilecek tek hayırlı şey emperyalistlerin başlattıkları bu savaşlarda yenilmeleriyken.