28 Şubat, gerçekten de “son darbe” miydi? Yoksa işin sırrı, gerek ABD ile gerek İsrail ile ve gerekse de taşeron devlet olma rolünü yerine getirmede hiçbir şeyini esirgemeyen AKP’nin her tarafı memnun eden, sözüm ona “Müslüman-Demokrat” (aynı batıdaki Hristiyan-Demokratlar gibi) siyasetinde mi yatıyor? Türkiye’nin yakın geçmişindeki askerî darbeler ve ardında yatan dinamikler konusunda şeffaf bir […]
28 Şubat, gerçekten de “son darbe” miydi? Yoksa işin sırrı, gerek ABD ile gerek İsrail ile ve gerekse de taşeron devlet olma rolünü yerine getirmede hiçbir şeyini esirgemeyen AKP’nin her tarafı memnun eden, sözüm ona “Müslüman-Demokrat” (aynı batıdaki Hristiyan-Demokratlar gibi) siyasetinde mi yatıyor?
Türkiye’nin yakın geçmişindeki askerî darbeler ve ardında yatan dinamikler konusunda şeffaf bir açıklama için sınıf mücadeleleri, analizin ana konusu ve merkezi olmak zorunda.
Böylesine iddialı bir giriş cümlesinden ne anlamamız gerekir?
Özetle değinmeye çalışalım…
Cumhuriyet, peşinden kitleleri sürüklemeden (!) gerçekleşmiş bir burjuva devrimidir. Bu devrim, işçi kitlelerini dışarıda bıraktığı gibi, Kürt ulusal sorunu konusunda baskıcı bir siyaset izlemesi dolayısıyla da anti-demokratik bir karakter taşır.
Türkiye’de ordu her zaman sanayi burjuvazisinin tarafında konumlanmış ve bunun dışında kalan burjuvazinin diğer kesimleri (tarım/ticaret) için de “statüko”nun savunuculuğunu üstlenmiştir. Bunun yanında, emekleyerek ve de dünya kapitalist sistemine entegre bir şekilde gelişen sanayi ile birlikte güçlenen başka bir muhalif güç ; yani işçi sınıfı karşısında da ordu aynı tavrını sürdürmüştür. Sonuç itibariyle, ordu, geçmişten bu yana, azgelişmiş bir ülkedeki sermaye birikimine engel olana bu güçlere karşı, ama özellikle de işçi sınıfı muhalefetine karşı her daim sanayi burjuvazisinin çıkarlarından yana bir tavır almıştır.
Türkiye siyasetinde tarım/ticaret burjuvazisinin çıkarları dinci, millî görüşçü gibi sağ partilerce savunulmuş ve ordu da her zaman laikliğin tehdit altında olduğu gerekçesiyle, bu tür siyasi oluşumlar karşısında engelleyici bir tavır almıştır. Erbakan, 28 Şubat darbesi karşısında şu tespiti yaparken, aslında tartışılmaz bir gerçeği dile getiriyordu:
Anadolu sermayesini [siz tarım/ticaret burjuvazisi diye okuyun] güçlendiriyorduk, bu büyük sermaye çevrelerinin [siz ordu destekli sanayi burjuvazisi diye okuyun] işine gelmedi, bizi iktidardan uzaklaştırmak için senaryolar yazıldı. (Serpil Yılmaz’ın yazısından)
Türkiye’de ordu hep “Batıcı” oldu ve bu çizgisinden hiç ödün vermedi, çünkü hamiliğini yaptığı sermaye kesimi de “Batıcı”ydı.
Erbakan neden mi sözde “laiklik” için bir tehdit olarak görülüyordu?
Hasan Cemal’in Erbakan ile ilgili anılarına başvuralım:
Erbakan Hoca ‘ekonomide devletçi’ ydi. Rekabete açık pazar ekonomisi konusunda itirazları vardı. [!]
Belki ‘Batı tahakkümü’ ne yol açtığını düşündüğü için [!] pek sevmezdi ‘piyasa düzeni’ni. Kim bilir belki de ‘Batı taklitçiliği’nin içine koyardı ‘piyasa’yı da…
Erbakan Hoca’nın aynı nedenlerle ‘Batı demokrasisi’ ne de kuşku beslediği [!] söylenebilirdi.
Aynı şeyi bugün Erdoğan için söyleyemeyeceğimiz yeterince açık değil mi?
Sanırım Erbakan’ın “talihsizliği” Anadolu sermayesini geliştirme konusunda burjuvazinin “öteki” kanadına yeterince güvence verememesiyle, dahası dış politikada da anti-Siyonist ve anti-Amerikancı oluşuyla açıklanabilir. Ayrıca vurgulanması gerekir ki, Erbakan başbakan olduğu dönemde TÜSİAD’la yan yana resim dahi çekilmemiştir!
Aynı gelenekten gelen AKP’nin başarısı ve darbeyle alaşağı edilememesinin asıl nedenini ben, AKP’nin hem sermaye çevrelerinin “bütününü” rahatsız etmeyen bir siyaset izlemesine hem de Avrupa Birliği ve de genel olarak Batı yanlısı (“Batıcı”) siyasetine bağlıyorum. Onun 2003’ten bu yana darbe olmaksızın, dahası her seçimin ardından güçlenerek çıkmasının esas nedeni burada yatıyor.
Meseleyi, laik düzen ile şeriatçı düzenin çatışması vb. bağlamında ele almak işin sözüm ona “kamuoyu” boyutunu ilgilendirir ve bu da olsa olsa yapılacak askerî müdahaleye meşruiyet kazandırmaya zemin oluşturur.
Bugün Birand’ın hazırladığı “Son Darbe: 28 Şubat” adlı belgeseli izlerken insan ister istemez bir kez daha düşünmeye başlıyor. Sorun gerçekten şeriatçılık ve laiklik ekseniyle mi yoksa yukarıda değindiğimiz sermayenin farklı kesimleri arasındaki diş gıcırdatmayla mı bağlantılı?
Bu sorulara bir de şunu ekleyelim: 28 Şubat, gerçekten de “son darbe” miydi?
Cemaat ve Millî Görüş koalisyonu olan AKP’nin bugün orduya karşı tertiplediği atağının “pürüzsüz” işlemesini AKP’nin sözüm ona “ileri” demokrasisinden taviz vermemesi ile açıklayabilir miyiz? Yoksa işin sırrı, gerek ABD ile gerek İsrail ile ve gerekse de taşeron devlet olma rolünü yerine getirmede hiçbir şeyini esirgemeyen AKP’nin her tarafı memnun eden sözüm ona “Müslüman-Demokrat” (aynı batıdaki Hristiyan-Demokratlar gibi) siyasetinde mi yatıyor?
“Eğri oturup doğru konuşalım, ordu artık kışlasına çekildi…” vs. türünden caka satan liberallerin bu kıstasları göz önünde bulundurmaları gerekmez mi?
Not: Yukarıda farklı köşe yazarlarından yapılan alıntılar Milliyet’in 01.03.2011 tarihli sayısına aittir.
02.03.2012
Gencer Çakır
e-mail: lillefured@gmail.com