“Terör” kavramının bugünkü kullanlışının altında geçen yüzyılın sonunda güçlenen otoriteryen neoliberal politikalar yatıyor. Amaç “devrim”in, yani kişinin ya da toplumların kendi kaderlerini belirlemeye yönelik politik fikir ve girişimlerin tasfiyesi. Türkiye’deki cezaevleri de Guantanamo da bu mantıkla doluyor. Terör. Terörist. Terörizm. Hatta Türkiye’ye özgü bir de “terörist başı” var. Çok duyuyoruz. Özellikle devlet ve hükümet yöneticileri […]
“Terör” kavramının bugünkü kullanlışının altında geçen yüzyılın sonunda güçlenen otoriteryen neoliberal politikalar yatıyor. Amaç “devrim”in, yani kişinin ya da toplumların kendi kaderlerini belirlemeye yönelik politik fikir ve girişimlerin tasfiyesi. Türkiye’deki cezaevleri de Guantanamo da bu mantıkla doluyor.
Terör. Terörist. Terörizm. Hatta Türkiye’ye özgü bir de “terörist başı” var. Çok duyuyoruz. Özellikle devlet ve hükümet yöneticileri çok seviyor bu sözcüğü ve bununla kullanılan tamlamaları, cümleleri, nutukları. Sadece Türkiye’dekiler değil, diğerleri de. İşte, özgürlüklerin ülkesi ABD’yi yönetenlere mesela Guantanamo’yu sormaya kalkarsanız, yanıt hazır: “ama terör…”
Kavramlar üzerinde hakimiyet meselesi, bir politik mesele; kavrama içerik açısından, kullanıldığı fikri alanda hâkim olmak, onu yerli yerinde kullanmaktan bahsetmiyorum. Kavram aracılığıyla yürütülen söylemin hedefine ulaşması aracı olarak, kavramın içeriği, sunuluşu, algılanışı ve kavram yoluyla belirlenen zihnin işleyişi üzerindeki hâkimiyetten bahsediyorum. İdeolojik ve politik hâkimiyetten. “Terör” de politik mücadele alanındaki hâkim söylemlerin hem tanınması, tanımlanması hem de neyi gösterirken neyi gizlemek istediklerini bulabileceğimiz kilit kavramlardan biri. Çok sevmelerinin nedeni var.
Guantanamo Ve Olağanüstü Hal
Guantanamo’yu andık, Türkiye’deki cezaevlerini de anabilirdik; ikisini de dolduran politik iradelere özgürlük, hukuk, insan hakları vb. perspektiflerden her soru yöneltildiğinde cevap hazır: “ama terör.” Terör sözcüğü, işaret ettiği içeriğin etkisini kendi kullanımında da üretiyor böylece: Korku yaratan için “başka bir hukuk”umuz var itirafını içeriyor bir yandan, bir yandan daha söylenişinde “uzak durulması gereken bir alanı” çiziyor.
Giorgio Agamben, “olağanüstü hal” mantığı ve ona dayanan yönetim tekniklerinin modern Batılı yönetimler için nasıl olağanlaştırıldığını anlatırken Guantanamo’yu örnek verir. (Olağanüstü Hal, Varlık Yayınları) Gerçekten de Guantanamo’yu ve diğer bütün terör sözcüğüne atfen kurulup doldurulan zındanları çözümlemeye yarayacak hukuk anlayışı için “olağanüstü hal” ne kadar önemli ve işlevliyse, olağanüstü hali anlamak için terör kavramı o kadar önemli ve işlevli.
Neoliberal Otoriteryenlik
Bugün Türkiye’de yargı eliyle yürütülen ve hukuki görünümüne pek de aldırılmayan yoğun operasyonların haklılaştırılmasına yönelik tüm söylemlerin mimarisinde kilit taşı olarak görüyoruz “terör”ü. Öğrenci ve işçi eylemleri, “sivil toplum kuruluşu” diye adlandırılan örgütlenmelerin etkinlikleri, sosyalist hareketler ve elbette Kürt hareketinin bütün örgütlenme, eylem ve etkinlikleri “terör” kavramı aracılığıyla hukuki, polisiye ve askeri operasyon hedefi oluyor, anlaşılan daha olacak. Fakat yapılan şey, sadece doğru ya da yanlış devlet eylemlerinin meşruluğunu sağlamak için bir söylem kurmaktan ibaret değil. Yapılan şey aynı zamanda mevcut politikalara karşı dönüştürücü arzuyla müdahil olan herkesi, her şeyi bir fikirden uzak tutmayı hedefliyor: Devrim fikrinden, devrimci politik mücadele fikrinden. Türkiye bu konuda bir mucit filan da değil, güçlü ve mütehakkim devletlerin ürettiği bir ideolojiyi, otoriteryen neoliberal ideolojiyi uygulamaktan ve bu yönde bir taklitten ibaret yaptığı.
Devrimci fikir ve örgütlenmelerin “terörist” olarak adlandırılması süreci, yaklaşık olarak Sovyetlerin yıkılış süreciyle birlikte hızlanıp egemenleşti. Arif Dirlik anlatıyor: “Devrimlerin reddi, sosyalist devrimlerin de ötesine geçerek, siyasi modernitenin paradigmatik başlatıcısı olan Fransız Devrimi’ne kadar uzatıldı. (…) Devrimin nihai olarak terörizme indirgenmesi için başka bir on yıl geçmesi ve ABD’deki 11 Eylül olaylarını beklemek gerekecekti, ama devrimin terörizmle birleştirilmesi 1990’larda zaten açıktı.” (Kriz, Kimlik ve Siyaset, İletişim Yayınları)
Tahrir Korkusu
Neoliberal ve otoriteryen kurgunun hedeflerine yönlendirilebilecek hareketler “devrim” diye nitelendirilebilirken, buna uyumlu olmayan her şey “terör” kavramının yardımıyla terörize ediliyor. “Arap Baharı” ya da “Tahrir Meydanı” etrafındaki tartışmalarda görülen ikircikliğin nedeni de bu; o kitlelerin rızaları neoliberal otoriteryanizme yönlendirilecek şekilde elde edilebilirse onlara devrimci diyecekler, aksi yöne dönerse kısa süre içinde onlar da “terörist” olarak kaydedilecek. Yine Arif Dirlik: “Devrimin değer kaybetmesinin bir anlamı vardır. Eğer devrimlere can veren hedefler, ütopyacı hayaller diye reddedildiyse, o zaman devrimler, savunucularının devrimlerin ilerlemenin itici güçleri olduğu iddialarının aksine, başarılı oldukları toplumlarda ilerlemeyi geri çeviren siyasi sapmalar ve zararlı şiddet kullanımlarından daha fazla bir anlama gelmezler.”
Türkiye’deki her muhalif kıpırtıya yönelik polisiye, adli ve askeri aculluğun altında da, 1917 devriminin düşünür ve eylemcilerinden Troçki’nin, “Kitleler ilk defa tarih sahnesine çıktı” sözünden 100 yıl kadar sonra “kitlesel devrimlerin” yeniden mümkün olabileceğini gösteren Arap Baharı’nın yarattığı kaygı var.
Evet, bugün Türkiye dahil, neo-liberal ittifak içinde “terör” kavramına başvurularak yürütülen bütün söylemsel ya da fiili operasyonların olduğu yerde, “devrim” ve “devrimci” kavramlarını aramak gerek. Şiirde, resimde, sinemada, sanatta “terör” gören bakan İdris Naim Şahin, devrimin bir imkân bile olarak tasfiyesine dönük politikaların hem ulaşabileceği uçları gösteriyor, hem de bilinç altı kaygılarını deşifre ediyordu: Evet, oralarda başka bir hayat imkânını canlı tutan şeyler var; başka bir hayat imkânının peşine düşen her kese, bu imkânı canlı tutan her şeye terör diyorlar, diyecekler. Ve terör yaratmaya devam edecekler.