Yasin Kaya, Ferda Koç ve Aydemir Güler gibi değerli dostların, devlet tartışmalarında, benim katkılarıma verdikleri tepkilere çok teşekkür ettiğimi belirterek başlamak istiyorum.[1] Bu teşekkürü salt dostluğumuzu, aynı saflarda yer tuttuğumuzu vurgulamak için yapmadığımı söylemek isterim. Tabii ki bu da bir etken ama, esas neden, dostların zaman ayırarak yaptıkları eleştiri ve uyarılardan, zaten bekliyor olduğumdan çok […]
Yasin Kaya, Ferda Koç ve Aydemir Güler gibi değerli dostların, devlet tartışmalarında, benim katkılarıma verdikleri tepkilere çok teşekkür ettiğimi belirterek başlamak istiyorum.[1] Bu teşekkürü salt dostluğumuzu, aynı saflarda yer tuttuğumuzu vurgulamak için yapmadığımı söylemek isterim. Tabii ki bu da bir etken ama, esas neden, dostların zaman ayırarak yaptıkları eleştiri ve uyarılardan, zaten bekliyor olduğumdan çok daha fazla yararlanmış olduğum içindir.
Bu katkılardan iki açıdan yararlandım. Birincisi, benim de üzerinde düşünmeye, savunmaya devam etmekle birlikte zaaflarının da ayırdında olduğum noktaları yakalayarak, öncelikle yoğunlaşılması gereken noktalar konusunda karar vermemi kolaylaştırdılar. İkincisi, bu katkılar, daha önce önemlerinin tam olarak ayırdında olmadığım sorunları, akıl yürütmemdeki zaafları, alet çantamdaki eksikleri görmemi kolaylaştırdılar.
Umarım, bu katkılardan yararlanmış olma durumunun ürünlerini aşağıdaki yazıda sunmayı başarabilirim. Bu yazıda, öncelikle Yasin Kaya ve Ferda Koç’un uyarı, eleştiri ve saptamaları üzerinde duracağım. Bu yazının gelecek hafta “sol.org” sitesinde yayımlamayı planladığım ikinci kısmında da sevgili Aydemir’in yazısıyla “konuşmayı” deneyeceğim.
Yasin Kaya’nın “Devlet üzerine: Ergin Yıldızoğlu’nun açtığı tartışmaya bir katkı denemesi (sendika.org; 04 Şubat 2012) başlıklı yazısından başlarsam…
Yasin’in, Devleti kaynağı kendinde bir rasyonalite ve eylem gücü barındıran bir “fail” olarak (antropomorfizm) görülmemesi gerektiğine ilişkin saptaması gerçekten de çok yerinde bir uyarı. Bu “antropomorfizm” yalnızca devleti üreten toplumsal ilişkilerin görülmesini zorlaştırmakla kalmıyor, devletin belli iktidar (karar alma) noktalarındaki insanların sorumluluklarını da saklamalarına yardım ediyor. Bu bağlamda aklıma, Büyük Marmara Depremi’den sonra toplum içinde siyasilere yönelik eleştiriler yükselirken, Demirel’in “aman devleti yıpratmayalım” uyarısı geliyor. O zaman Cumhuriyet’te, “Bu hasarın bu kadar büyük olmasına yol açan kararları kim aldı?” diye sormuştum. Bunları alan hükümetleri, bakanları biliyorduk. Devleti korumaya çalışır görünenler aslında kendilerini korumaya çalışıyorlardı.
Ancak devletin gerek bir organizma, gerekse de iktidar noktalarını birleştiren bir ağ olarak, “yapısal bir belirlenme altında” yaşadığına ilişkin uyarıları da göz önüne almak gerektiğini düşünüyorum.
Kapitalist toplumda devlet yalnızca kapitalist ilişkileri yeniden üretir, Çünkü devlet bu ilişkilerin (isterseniz “siyasi alanda” notunu da ekleyebilirsiniz) bir “fenomenal formudur”.
Bu nedenle kapitalist devletin biçimini, rejimini, halkçı, emekten yana reformlar yoluyla değişmeye zorlamanın, bir mutlak, “varlığa” ilişkin, sınırı vardır. Bu sınırı da emek sermaye ilişkisinin yeniden üretim koşulları koyar. Reformların devam edebilmesi için bu çelişkinin çözülerek sınırın kaldırılması gerekir. Bu anlayışı, Lenin’in “İki taktik” kitabında değindiği “sürekli devrim” kavramında, “Nisan Tezleri”nde, Troçki’nin “geçiş programı” kavramsallaştırılmasında, son bir örnek olarak Küba Devrimi sürecine bakınca da, Castro ve arkadaşlarının, bu sınırla karşı karşıya kalınca daha önce önlerine koymadıkları adımları atmaya başlamak zorunda kalmalarında görebiliriz.
Yasin’in “Devletin varlığı değişmez mi?” başlıklı bölümünde gündeme getirdiği kaygılar uyarılar da bence devleti düşünmeye yardımcı olacak yöndeydi. Örneğin, benim Platon/Eflatun’un materyalist bir okunmasından türetmeye çalıştığım kavramsallaştırmaya ilişkin uyarısı çok yerindeydi:
Yasin “bu üç soyutlama düzeyi arasında geçişler yaparken mekanik çıkarımlardan kaçınmamız gerekiyor. Yüksek soyutlama düzeyinde kavradığımız devletin varlığından, ampirik inceleme yapmaksızın, mantıki çıkarımlarla devletin varoluşuna ve buradan da görüntüsüne ulaşamayız” diyor. Ben “varlık-varoluş- görüntü” kavramlarını düşünme araçları (felsefi bağlamda) olarak kullanıyorum, bir modelin içindeki birinden diğerine geçilen düzeyler olarak değil.
Şöyle örnekleyebilirim sanıyorum: Günlük yaşamda polisin işçilere halka karşı davranışında bir sertleşme, devletin bazı kesimlerinde keyfi, yasaları yok saymaya başlayan gelişmeler, ekonomi alanında, seçimden önce verilen sözlerin, seçimden sonra, bir IMF toplantısının ardından unutulması vb., gibi zamanda ve mekanda sabitleyebileceğimiz olguları soruşturmaya başlayınca, bu görüntülerden hareketle, yaşananları tanımlamaya “teorize” etmeye çabalarken “varoluş” özelliklerine ulaşmaya başlıyoruz. Bu noktada, düşünmeye devam edebilmek için “rejim” ve “devlet biçimi” kavramlarından yararlanabileceğimizi görebiliyoruz. Bu noktada karşımızda beliren olgularda ve ulaştığımız sonuçlarda bir sınıfsal ilişkinin “semptomları” olabileceğini düşündüren bir sapma (bias- “nalıncı keseri”) saptamaya başlıyoruz. Devletin tüm siyasi, ideolojik kültürel çıktıları, devleti topluma sunan söylem hep bu “sınıfsal ilişkiyi” saklama yönünde etki yapıyor. Bunu görmeye başladığımızda, Jacques Lacan’ın “Reel” olarak betimlediği şeyle, devletin “Reel”i ile karşı karşıya kaldığımızın da ayırdına varıyoruz. Bu “Reel”in, tanımı gereği kendini doğrudan değil de yarattığı etkilerde belli ettiğini düşünerek, “bu devleti, zaman ve mekâna ilişkin tüm özelliklerinden (Reel’in semptomlarından) soyutlarsak geride ne kalır?” sorusunu soruyoruz.
Bu soruya cevap olarak da, karşımıza, Marx’ın Kapital III. Cilt’den aktardığım, doğrudan üreticilerle üretim araçlarının sahiplerinin arasındaki ilişkiye, karşılığı ödenmemiş artık emeğin doğrudan üreticilerden alınış biçimine ilişkin saptamaları çıkıyor. Bu ilişkinin hem devletin varlığını düşünmeye ve hem de bu bağlamda farklı devletleri düşünmeye yardımcı olduğunu görüyoruz.
Devletin “varlığı”nın bu bağlamda bizi iki mutlak sınırla karşı karşıya bıraktığını söyleyebiliriz. Birine yukarda değindim, reformlar süreci gelir, emek sermaye çelişkisine dayanır. İkincisi devletten kurtulmak için, Marx’ın vurguladığı ilişkiden kurtulmak gerekir; Ergo, devletten söz ettiğimiz sürece bu ilişkinin bir biçimde devam etmekte olduğunu da kabul etmiş oluruz.
Sonuç olarak “devletin varlığı değişmez mi?” sorusuna evet değişir diyerek cevap verebiliriz. Ancak Yasin’in önemli bir saptamasını daha göz ününe almamız gerekiyor. Yasin şöyle bir soruyla bu saptamayı gündeme getiriyor:
“Birincisi, Türkiye’de devlet yani siyasi iktidar ile sömürü ilişkisi formel olarak ayrışmış mıdır? Yoksa bu formel ayrışma erken kapitalistleşen toplumların özelliği midir? Geç kapitalistleşen ve bağımlı formasyonlarda böyle bir ayrışma gerçekleşmez mi (ya da farklı bir şekilde mi gerçekleşir?) İkincisi, Türkiye’de kapitalist devletin kapitalist ilişkilerin yeniden üretimindeki rolü ne olmuştur bu rol nasıl dönüşmektedir? AKP döneminde özgür emek ilişkisinin üretiminin devletle ilişkisi nasıl değişmiş, devlet nasıl kapitalistleşmiştir?”
Bu, devlet teorisinde çok önemli bir konuya işaret ediyor. Lenin bu konuya, el yordamıyla “yarı sömürge” kavramıyla yaklaşmaya başlıyordu. Devam etmedi. Mahir, karşımızda merkez ülkelerdekinden farklı bir devlet olduğunu düşünerek konuya emperyalizmin “içsel olgu” olması, “sömürge tipi faşizm”, “oligarşik devlet” ka
vramlarıyla yaklaştı ve önemli adımlar attı. Ferda Koç da aşağıda değineceğim yazısında bu konuya dikkat çekiyor. Bu saptamalara, henüz bu konuda yeterince çalışma yapılmamış olduğunu not ederek, şimdilik kaydıyla katılıyorum. Kees van der Pijl‘in New Left Review dergisinin Temmuz/Ağustos 2011 sayısında yayımlanan “Arab Revolt and Nation-State Crisis” denemesinde geliştirilen “post colonial-state” kavramının da “araççı” bir renk içermekle birlikte çok yararlı olduğunu düşünüyorum.
Pijl bu “post-colonial” devlete ilişkin, emperyalist denetimin vites kutusu olarak tanımladığı bir sürece dikkat çekiyor. Bu vites kutusunda, sınırlanmış bir demokrasiden açık diktatörlüğe kadar değişen çeşitli “dişliler” var.
Bu “post-colonial” devletin işlevi, toplumu ve ekonomiyi emperyalizme açık tutmak, devlet dışındaki halk sınıflarının taleplerini sınırlamaktır. Emperyalizm bu vites kutusuyla, devletin/rejimin biçimini (?) bir ucunda demokratik özellikler öbür ucunda açık diktatörlük olan bir aralıkta sürekli değiştirerek bu işlevi sürekli kılmaya çalışıyor. Bence düşünmeye yardımcı olan bir yaklaşım ama yeterli değil.
Yasin’in “analizimizi formalizme düşürmeyip, faşist devlet biçimini Weberyan bir ideal tip olarak görmemek. Faşizmi, kapitalizmin tarihsel gelişimindeki bir dönem olarak görmemiz, faşizmin kapitalizmin tarihselliğindeki özel yerini ufkumuzda tutmamız, yirminci yüzyıl başı kapitalizmi ile yirmi birinci yüzyıl başı kapitalizminin arasındaki farklılıkları gözden kaçırmamamız gerekiyor” uyarısı da önemli.
Ancak buradan ileriye doğru adım atacaksak, şu sorular bizden cevap bekliyor diye düşünüyorum. Faşist devlet, “Nasyonal Sosyalist” devlet bir daha tekrarlanmayacak biçimler midir? Yoksa bu devletlerin evrensel özellikleri var mıdır? Bu evrensel özelliklerin hangilerinin birlikte (bu “birliktelikte” işleyiş de tanımlanmak koşuluyla) varlığı bir başka zamanda bir başka devletin “faşist” olarak nitelenmesine izin verecektir. Yoksa, belki de Foti Benlisoy’un yazısında kullandığı gibi “Faşizm” artık yalnızca bir rejim sorunu mudur?
Ben kendi hesabıma, tartışmaya, değiştirmeye açık olduğumu da vurgulayarak, “evrensel özelliklerin” (neler olduğunu bir başka yazıda tartışmak üzere)var olduğunu düşünüyorum. Bu özelliklerin devletin içindeki varlığının, Bob Jessop’un bir kavramını alırsak, “ekolojik egemenlik” (Ekolojik olarak egemen olanın kendini yeniden üretme kapasitesi, diğer unsurların kendilerini yeniden üretme kapasitesinden yüksektir. Ekolojik olarak egemen olanın diğer unsurların kendilerini üretme kapasitelerini olumsuz etkileme kapasitesi de, o unsurların benzer tarzda karşı yönde etkileme kapasitelerinden yüksektir) düzeyine ulaşmış olması halinde devletin Faşist bir özellik kazandığını savunabileceğimizi düşünüyorum.
Değerli dostum Ferda’nın yazısına geçerken, daha sonra hata yapmamak için hemen bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Yasin Kaya yazısında, bence esas olarak “akademik” bir söylem benimsemiş ve bunun kurallarına bağlı kalmış. Buna karşılık, Ferda’nın siyasi, daha doğrusu “militan” bir söylem benimsediğini ve bunun gereksinimlerine göre ilerlemiş olduğunu düşünüyorum. Olası bir yanlış anlamayı hemen burada önlemek için bu iki farklı söylemden birinin diğerine göre daha az ya da çok karmaşık, “derin”, “değerli”, “işlevsel” olup olmadığı gibi bir sorunun yanlış olacağını düşünüyorum. Fark yalnızca iki söylemin benimsediği metottan, “retorik” araçlardan kaynaklanıyor. Örneğin Yasin tartışmayı kendi sınırları içinde tutarken, Ferda, bu tartışmada ortaya çıkabilecek, çünkü benzer tartışmalarda daha önce ortaya çıktığını düşündüğü sonuçlara işaret ediyor.
Örneğin, “bu sorunun bir yanıtlanma şeklidir ve soldaki liberal ve bürokratik-devletçi yanılsamaların ortak hareket noktasını oluşturur. Bu yaklaşım tarzı, Türkiye devrimci sürecinin, Türkiye’nin burjuva devrimi süreci ile bir süreklilik halinde geliştiği yanılsamasıyla maluldür” saptamalarıyla bu tartışmayı hem eski bir tartışmaya hem de daha genel bir “devrim süreci tartışmasına” bağlıyor. Bunun “militan” söylem bağlamında tamamen meşru, hatta tartışmanın siyasi etkilerini de gözden kaçırmak istemeyen bir yazar açısından yerinde bir tutum olduğunu düşünüyorum. Ama tartışmayı, erkenden (prematüre bir noktada) sertleştirme dinamikleri taşıdığını da görüyorum.
Sanırım, Ferda’nın “Türkiye sosyalist hareketinin AKP’nin yükselişi sürecindeki temel konumlarını değiştirmek zorunda kalması, Türkiye sosyalist hareketi açısından yararlı tartışmaları da beraberinde getirecek gibi görünüyor… Yıldızoğlu’nun ilgi odağı haline getirmeye çalıştığı bu tartışmanın Türkiye sosyalist hareketinin geleceği açısından yararı su götürmez” saptamasından sonra yaptığı uyarı da, dikkatlerin mutlaka tartışmanın siyasi sonuçlarına odaklanmasına, bir an önce siyasi sonuçlar üretmeye başlamasına ilişkin bir arzudan kaynaklanıyor:
“Devletin AKP iktidarında somutlaşan ‘dönüşümü’nü anlama çabamız, AKP iktidarına (tabii ki bu iktidarın temsil ve ifade ettiği egemenlik ve sömürü ilişkilerine) karşı somut siyasi mücadelenin doğru ve devrimci yolunu önerme amacını taşımalıdır. Aksi takdirde kendimizi sözcüğün kötü anlamıyla bitmez tükenmez bir “felsefi” tartışmanın içinde buluruz.”
Ferda’nın bu uyarısının göz önüne alınması gerektiğine inanıyorum. Ancak uzun bir aradan sonra başlayan bir tartışmada, ilerlerken ister istemez kimi “felsefi” tartışmaların içinden geçmek de sanırım kaçınılmaz oluyor. Bu saptamayı yaparken üç gerekçeye işaret edebilirim. Birincisi, kapsamlı, siyasi sonuçlar üreten “ağır” devlet tartışmalarının en son yapıldığı dönemin, eğer yanılmıyorsam 1970’lerin ortası olduğunu söyleyebilirim. Bugün karşımızda 1970’lerin kuşağından, pratik ve teorik formasyonu, klasiklere aşinalığı açısından çok farklı bir kuşak var. İkincisi, o zamandan bu yana gerek kapitalizmin örgütlenmesinde (post fordizm), egemen ideolojinin işleyişinde (Boltanski ve Chiapello), zaman zaman “küreselleşme”, “imparatorluk” gibi kavramlarla ifade edilen, teknolojik gelişmelerle desteklenen ve şekillendirilen, “gösteri toplumu” (Guy Debord) “ağ toplumu” (Manuel Catsell, Hardt vb.) “kontrol toplumu” (Gilles Deleuze) gibi kavramlarla da ifade edilmeye çalışılan önemli süreçler ortaya çıktı. Emperyalizm tartışmalarında, kapitalizmin “mekan düzenleme” dinamiklerine ilişkin anlayışımızda David Harvey’in katkıları sayesinde önemli gelişmeler oldu. Üçüncüsü, AKP özelinde yaşanan sürecin, dünyanın başka yerlerinde yaşanan “Siyasal İslam”ın “Pasif Devrim” süreciyle, bu süreci emperyalizmin bölge dinamikleriyle bir “simbiyotik” ilişki içinde birleştirmeye çalışan kimi önemli benzerlikler taşıdığını düşündüren gözlemler yapmak da olanaklı.
Bu bağlamda, kendimizi Ferda’nın uyarısının çapasına bağlayarak, ilerlemeye çalışmaktan başla çaremiz yok gibi geliyor bana. Belki şunu da ekleyebiliriz. Devlet tartışmalarında, esas amacımız, devletin adını koymak, sonra bu betimlemeden siyasi görevler çıkartmak olamaz. Bu düpedüz, sözcüğün tarihsel anlamında “skolastik” bir tutum olur.
Bence esas anlamlı olan, devlet tartışmalarında, devletin adına ulaşmak değil, bu ada ulaşmaya giden yolda, devleti düşünmemize yardımcı olacak kavramsal alet çantasını ve bu aletleri kullanma bilgisini üretebilmektir. Yakında kayb
ettiğimiz Angelopoulos’un Ulysses’in Bakışı filminden bir alıntı yapacak olursam, devlet tartışmalarında “önemli olan varılacak yer değil yolculuğun bizzat kendisidir”… diye düşünüyorum.
Yeniden devlet tartışmalarında Ferda’nın yaptığı uyarılara dönersem, teorik olarak önemli gelişmeler vaat eden bir saptamasını aktarmak isterim:
“AKP iktidarı vasıtasıyla ‘dönüştürülen’ devlet, 2. Dünya Savaşı’nın ardından inşa edilen yeni-sömürge devletidir. Yıldızoğlu’nun kavramsal avadanlığını kullanacak olursam, dönüşüme konu olan varoluş, “yeni sömürgesel devlet”tir (neo-colonial state). Yeni sömürge devletini burjuva devletin bir “alt türü” olarak değil, kapitalizmin bir dünya sistemi halinde örgütlenmesinin zorunlu bir segmenti olarak ele almak gerekir. Burjuva devletin bu “sömürgesel segmenti”, yeni sömürgecilik ilişkilerinin siyasi üstyapısını tanımlar ki, bu siyasi üstyapı 1970’lerden bu yana “sömürge tipi faşizm” olarak tanımlanmıştır.”
Bu saptamada, bence verimli tartışmaların yolunu açabilecek olan en önemli tanımlama şudur: “Yeni sömürge devletini burjuva devletin bir “alt türü” olarak değil, kapitalizmin bir dünya sistemi halinde örgütlenmesinin zorunlu bir segmenti olarak ele almak gerekir.”
Bu segment tanımlaması, bizi (a) “Kapitalizmin dünya sistemi halinde örgütlenmesinin, zorunlu olarak, merkez devletin yapılanmasının bir uzantısı olarak var olan bir “quasi-devlet” (yarı devlet) biçimi mi yaratmıştır?”; (b) Kapitalizmin dünya sistemi olarak örgütlenmesi, tüm devletleri yeniden şekillendirirken, bağımsız ekonomik mekanı, organik varlığı (göreli otonomisi) olmayan, salt bir üstyapı yapıntısı olarak şekillenmiş ama tam anlamıyla devletleşemeden kalmış bir parazit “güç odakları ilişkileri ağı” mı yaratmıştır?
Buradan iki yönde ilerleyebiliriz sanırım. Birincisi, bu “segment” (quasi) devlet saptaması şöyle bir düşünce sürecini harekete geçirebilir: Karşımızda, yeniden üretim süreçleri açısından gerekli girdi ve ideolojiler bağlamında, kendi coğrafyasının tarihsel kültürel dinamiklerine değil, kapitalist dünya sisteminin hegemonya ilişkilerine bağlı bir siyasi “yapıntı” (ağ, ya da organizma) OLABİLİR. Gerçekten de bu yönde benimsenen ekonomik modellerden, transfer edilen kadrolardan, mali kaynaklardan, tüketim normlarından, felsefi kültürel “moda”lardan, hatta özneliklerin oluşmasında belirleyici rol oynayan özdeşleşme nesnelerinden (imajlardan ve “mem”lerden) kalkarak çok sayıda destekleyici veri bulmak olanaklıdır. Bu saptamalar, siyasi faaliyet açısından öncelikle seçilecek hedeflerin saptanmasında ve mücadelenin söyleminin kurulmasında, çok yararlı bir işlev üstlenebilir. Ne de olsa siyasi mücadele aslında insanların düşünce süreçleri üzerinde de süren bir mücadeledir.
İkincisi, “Yeni sömürge devletini burjuva devletin bir ‘alt türü’ olarak değil, kapitalizmin bir dünya sistemi halinde örgütlenmesinin zorunlu bir segmenti olarak ele almak gerekir” saptaması, bizi karşımızdaki “quasi- segment” devleti, ulus devlet kategorileri dışında düşünmeye YÖNLENDİREBİLİR. Bu Ferda’nın, “Oysa Türkiye’de burjuva devrimi yarım kalmış ve yeni sömürgeciliğin “zaferi” ile bitmiştir!” saptamasıyla ve Yasin’in “Türkiye’de devlet yani siyasi iktidar ile sömürü ilişkisi formel olarak ayrışmış mıdır? Yoksa bu formel ayrışma erken kapitalistleşen toplumların özelliği midir” sorusunun önerdiği yönelimle de sanırım uyumlu olacaktır. Ama bu yönelimler bizi, “ulus devlet paradigması” dışında bir yerde çalışmakta olduğumuzu düşünmeye de yönlendirecektir. Bu noktada, “ulusal bağımsızlık”, “anti-emperyalizm”, “gelişme” gibi kavramlar, kapitalizmin ufkunun aşılması, “proletarya devrimi”, “komünist hipotezin uygulanmaya konması” dışında bir anlama sahip olmayacaktır. Bu saptamanın Kürt sorunu açısından anlamını da Kürt komünistleriyle ayrıca tartışmak gerekecektir.
Son olarak bitirirken Ferda’nın şu saptamasına ve izleyen uyarısına da katıldığımı vurgulamak isterim ““AKP faşizmi” kavramı, “sömürge tipi faşizmin AKP dönemini” ifade etmek için kullanılan bir politik propaganda terimi olduğu ölçüde hatalı değildir. Ama Türkiye’deki faşizmi AKP’ye ve AKP iktidarının dayandığı özel baskı, bağımlılık ve hegemonya yöntemlerine (polisiye baskı, devlet kadrolarına yandaşların yerleştirilmesi vb.) indirgersek işte o zaman “sosyalist hareketin stratejik önceliklerini anti-kapitalist içeriği hayli cılız soyut/sınıfsız bir demokratikleşme hedefine sıkıştırmış oluruz.” Bu saptama siyasi mücadelede propaganda ve ajitasyonda, abartmanın meşru hatta gerekli olduğuna ilişkin saptamalarla uyumludur: Bu söylemde “AKP Faşizmi” teorik bir saptama değil, bir itiraz, uyarı, hatta direniş çağrısıdır.
Bu uyarıdan hareketle de, çok özel bir devlet “biçimiyle” (segment – quasi devlet vb.,) onun belli bir zaman ve mekanda, aldığı görüntüyü (rejimi?) birbirine karıştırmamak, emperyalizmin ve sınıf iktidarının kapitalist niteliğini, “ulus devlet paradigması” dışında çalıştığımızı unutmamak gerekmektedir.
Dipnotlar:
[1]. Eleştirilerini elektronik posta ile yollayan dostlara da ayrıca teşekkür ederim. Ancak bu metinler yayımlanmamış olduğundan, burada alıntılarla değinemiyorum.
ergin.yildizoglu@gmail.com