Arap coğrafyasında yaşanmakta olan alt üst oluşların nasıl adlandırılması gerektiğiyle ilgili hararetli bir tartışma almış başını gidiyor. Dünya düzeyinde radikal solda, bilhassa Tunus ve Mısır örnekleri için, “devrim” adlandırılması kabul görmüş olsa da bizim solda bu tabir yaşanan sürece bir türlü layık görülemiyor. Söz konusu hadiselere devrim adını vermede yaşanan tereddüdün bir dizi nedeni var […]
Arap coğrafyasında yaşanmakta olan alt üst oluşların nasıl adlandırılması gerektiğiyle ilgili hararetli bir tartışma almış başını gidiyor. Dünya düzeyinde radikal solda, bilhassa Tunus ve Mısır örnekleri için, “devrim” adlandırılması kabul görmüş olsa da bizim solda bu tabir yaşanan sürece bir türlü layık görülemiyor. Söz konusu hadiselere devrim adını vermede yaşanan tereddüdün bir dizi nedeni var ve bunlar daha çok Tunus ve Mısır’daki devrimlerin ve onların tetiklediği ayaklanmalar sürecinin yarattığı ve yaratacağı sonuçlara dair farklı kestirim ve değerlendirmelerin ürünü. Ancak farklı siyasal değerlendirmelerin ötesinde bir devrimden ne anlamamız gerektiğine dair ciddi bir kafa karışıklığının söz konusu olduğunu da itiraf etmek gerek. Bir devrimi “devrim” yapanın ne olduğu konusunda “fırsat bu fırsat” kapsamlı bir tartışma yürütebilmiş değiliz. Oysa devrim sözcüğünün bunca popüler hale geldiği bir devirde, doğru ya da yanlış bu kelimenin tedavüle yeniden girdiği koşullarda, böylesi bir tartışmayı yapmaktan kaçınmamak gerekiyor. Bu yazı, böylesi muhtemel bir tartışmaya dair kaleme alınmakta olan daha kapsamlı bir çalışmadan alınmış bazı notlardan ibaret. Gayesi de aklımızın bir kenarında daima Arap devrim ve ayaklanmalarını tutarak ya da bu örneklerden hareketle devrimi “devrim” yapanın ne olduğunu tartışabilmek, ya da böylesi bir tartışmaya katkı sunabilmek.
Baştan söylemek gerek: Bu yazıda “siyasal” bir devrim tanımı benimseniyor. Sanayi devrimi ya da neolitik devrim gibi on yılları, bazen yüzyılları kapsayan tarihsel süreçlerden bahsedilmiyor. Dahası, klasik tanımını Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirine Katkı‘ya önsözde bulduğumuz, üretici güçlerin gelişiminin otomatik olarak üstyapıda radikal dönüşümlere yol açtığını savlayan “ekonomist-objektivist” devrim tanımı baştan reddediliyor. İlgili pasajı hatırlayalım: “Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder”[1] Bu alıntının ima ettiğinin tersine, gerek Marx gerekse Engels, devrimlerin üretici güçlerin gelişmesinin otomatik bir sonucu olduğu şeklinde özetlenebilecek bu “nesnelci” yorumu reddederler. Marx’ın Fransa üçlemesinde sınıflar arası güç ilişkilerini temel alan çok daha “siyasal” bir devrim anlayışıyla karşılaşırız.
Ezilenlerin Şöleni
Aslında Türkiye solunda da bir hayli yaygın olan, bir biçimiyle içselleştirilmiş olan bu nesnelci devrim algısına karşı bu yazıda, “siyasal” terimlerle bir devrim tartışması yapılıyor ve esas itibariyle Lenin’in metinlerinden hareket ediliyor. Arap coğrafyasında yaşanmakta olanlara tabir caizse “Leninist” bir nokta-i nazardan bakılmaya çalışılıyor. Lenin’in meşhur Devlet ve Devrim‘i ile başlamak sanırım en iyisi. Şöyle yazıyordu Lenin: “Yirminci yüzyılın başındaki devrimleri örnek alacak olursak, elbette Portekiz ve Türk devrimlerinin her ikisinin de burjuva devrimi olduğunu kabul etmemiz gerekir. Fakat bu devrimler birer ‘halk’ devrimi değildir, zira ikisinde de halk kitleleri, halkın ezici çoğunluğu kendi ekonomik ve siyasal talepleriyle gözle görülür bir ölçüde aktif ve bağımsız olarak sokağa inmemiştir. Halbuki Rusya’daki 1905-1907 burjuva devrimi Portekiz ve Türk devrimlerine ara ara nasip olan ‘parlak’ başarılar elde edememiş olsa da, kuşkusuz ‘gerçek bir halk devrimi’ydi, zira halk kitleleri, halkın çoğunluğu, toplumun baskı ve sömürü altında bunalmış olan en alt katmanları bağımsız olarak ayağa kalkmışlardı ve devrime damgasını vuran şey, kitlelerin kendi talepleri, yıkılmakta olan eski toplumun yerine kendi bildikleri tarzda yeni bir toplum kurma yönündeki kendi çabaları olmuştur.”[2]
Lenin’in “devrim” tabirini kullanırken öyle bizde olduğu üzere kılı kırk yaran bir hassaslık içerisinde olmadığı, devrim kavramını dosta düşmana karşı öyle kıskançça müdafaa etmek gibi bir tutum içerisinde olmadığı aşikâr. 1908’de Kanun-i Esasi’nin yeniden yürürlüğe sokulmasını ya da Portekiz’de 5 Ekim 1910’da Kral II. Manuel’in bir darbeyle devrilip cumhuriyet ilan edilmesini de rahatlıkla “devrim” tabiriyle tarif edebiliyor. Ancak esas önemli olan, Lenin’in adına yaraşır bir devrimi, gerçek bir “halk devrimi”ni nasıl tanımladığı, hangi kriterleri devreye soktuğu. Her şeyden önce, bizde çoğu kez sanıldığının aksine, bu kriterler devrim hareketinin başarıya ulaşıp ulaşmamasına dair değil. Lenin için Osmanlı’da “devrim”, anayasanın ilanı ve Meclis-i Mebusan’ın toplanmasıyla “başarı” kazanmıştır; ancak bu onu gerçek bir “halk devrimi”, popüler bir devrim saymak için yeterli değildir. Arap devrimci sürecine de aynı şekilde yaklaşmak gerekir. Bu anlamda örneğin Mısır’da yaşananları adlandırırken başvuracağımız ana kıstas, ayaklanmanın, halk hareketinin zaferle taçlanmış olup olmaması değildir. Mesela ülkede yönetimin fiilen ordunun eline geçmesi ya da Müslüman Kardeşlerin artan gücü, hadiselerin devrim sayılıp sayılmamasının belirleyicisi değildir. Lenin için önemli olan, “halkın ezici çoğunluğu[nun] kendi ekonomik ve siyasal talepleriyle gözle görülür bir ölçüde aktif ve bağımsız olarak sokağa inme”si, “halkın çoğunluğu[nun], toplumun baskı ve sömürü altında bunalmış olan en alt katmanları[nın] bağımsız olarak ayağa kalkma”sıdır. Tayin edici faktör, “devrime damgasını vuran şey”, kitlelerin “kendi talepleri” doğrultusunda “kendi çabaları” ile “kendi bildikleri tarzda”, “aktif ve bağımsız” bir biçimde seferber olmalarıdır. Yani Lenin’e göre, aşağıdan bir devrimin tanımlayıcı özelliği, “başarılı” olup olmamasından ziyade alt sınıfları harekete geçirmesiyle açığa çıkardığı kitlesel siyasal enerjidir.
Lenin bu kritik hususu, yani ezilenlerin siyasal alanı işgal edişini sıklıkla tekrarlar. Meşhur bir ifadesini kullandığı bir pasajda şöyle yazar: “Devrimler baskı altında tutulanların ve ezilenlerin şölenidir. Ancak devrim zamanlarında insan kitleleri yeni bir toplumsal düzenin yaratıcıları olarak bu kadar aktif bir biçimde öne çıkarlar. Böyle zamanlarda insanlar, evrimci ilerlemenin filisten terazisine vurulduğunda mucize sayılabilecek şeyleri yapma kudretine sahip olurlar.”[3] Bu pasajdan yıllar sonra ve araya Ekim Devrimi girmişken aynı temayla bir kez daha karşılaşırız: “Böylece bir devrimin olabilmesi için; ilk önce, işçilerin çoğunluğunun (hiç değilse, bilinçlenmiş olan ve aklı eren, siyasi bakımdan etkin işçilerin çoğunluğunun) devrimin gereğini tam olarak anlamış olmaları ve devrim uğruna hayatlarını feda etmeye hazır olmaları gerekir; bundan başka, yönetici sınıfların, en geri yığınları bile siyasi hayata sürükleyen, hükümeti zayıf düşüren ve devrimcilerin onu devirmesini mümkü kılan bir hükümet bunalımından geçmekte olması gerekir”.[4] Tekrarlarsak, Lenin için bir devrimci durumun iki karakteristiği söz konusudur: a) Tunus ve Mısır’da söz konusu olduğu üzere işçi sınıfının belirleyici bir kesiminin devrimci kitle seferberliğine dahil olması, onu sürüklemesi ve b) geniş ezilen kitleleri siyasal mücadeleye katan bir hükümet bunalımının, bir rejim krizinin yaşanması. Lenin için bilhassa bu ikinci koşul, yani kriz bağşamında gündeme gelen kitle m