“…kapitalist bir ekonomide yatırımlar, dolayısıyla emek tahsisi, göreli olarak üretim dışı (yani ticaret ve finansal) sektörlere daha çok yönelirse büyüme yavaşlar. Hatta, durur ve ekonomi krize, depresyona girer. ABD’de özellikle 1970’lerden beri yaşanan ve bugünü açıklayan sermaye birikim dinamiklerinin başında sermaye açısından üretim dışının cazibesi gelir” Kapitalist ekonomi 1929’dan bu yana en derin krizlerinden biri […]
“…kapitalist bir ekonomide yatırımlar, dolayısıyla emek tahsisi, göreli olarak üretim dışı (yani ticaret ve finansal) sektörlere daha çok yönelirse büyüme yavaşlar. Hatta, durur ve ekonomi krize, depresyona girer. ABD’de özellikle 1970’lerden beri yaşanan ve bugünü açıklayan sermaye birikim dinamiklerinin başında sermaye açısından üretim dışının cazibesi gelir”
Kapitalist ekonomi 1929’dan bu yana en derin krizlerinden biri ile debelenmekte. Finans sisteminin krizi, reel ekonomiyi de içine alarak büyümekte. Üstelik bu, şimdi, içinden daha bir çıkılmaz hâl aldı.
Banka ve şirket iflaslarının devletlerin iflaslarına yol açtığı -çünkü devletler, banka ve şirketleri kurtarmak için kasalarını, kimseye hesap vermeden sonuna kadar boşaltmışlardı- şu sıralarda; üstelik bir tarafta Arap Baharı, diğer taraftaysa Wall Street İşgal Hareketi; Avrupa, Rusya ve dünyanın daha pek çok yerinde meydana gelen kitlesel gösteriler, kapitalist sistemi ve onun meşruiyetini sözüm ona “orta sınıf”lara ama aslında işçi sınıfı ve onunla beraber toplumun diğer tüm kesimlerine sorgulattırırken; yalnızca ekonomileri ve devletleri değil, ama insanlığın genelini de içinden çıkılmaz krizlerin içine sürükleyen kapitalist sistemin işleyişi üzerine Kapital merkezli bir tartışma yürütmek yerinde olabilir.
Daha krizin ilk yıllarında belli başlı ülkelerde “Bestseller” listesinde yerini alan; insanların okumak için daha önceki dönemlere kıyasla daha bir yöneldikleri Kapital, yaşamakta olduğumuz krizle de birlikte bir kez daha güncelliğini korumuş oldu. Elbette bunun neden böyle olduğunun cevabını Kapital‘in kendisinde değil, ama kapitalizmin, daha ortaya çıkışından bu yana aynı yasalarla işlemeye devam etmesinde aramak gerekir.
Kapitalizm, yaşlanan ve çürümeye yüz tutmuş dış kabuğuna rağmen, çekirdek hâlinde, onu var eden asli unsurları ile birlikte yaşamaya (ya da ayakta kalmaya) devam ediyor.
Rekabet ve kâr, tekelci kapitalizm çağında hâlâ, hem ekonominin işleyişine hem de onunla birlikte insanlığın geneline hükmeden biricik yasa! Acaba bu temel dinamiklerin ortadan kaldırılıp, onun yerine ekonominin insanlığın yararına olacak şekilde dönüşümü nasıl gerçekleşecek, işte önümüzde duran asıl sorun bu!
Kriz kelimesi “kritik bir an” ya da Yunancadaki anlamıyla “karar anı” demektir. İnsanlığın şu an içinde bulunduğu bu kritik eşiği aşıp aşamayacağı, elbette sadece zaman meselesi değil ama ondan da önemlisi kapitalizm karşıtı mücadelelerle doğrudan ilintili. Tabii bu işin sadece başlangıç tarafı, bir de sonrası var…
Biz bu kısa makalede, ilk olarak, kapitalizmin kriz yaratan temel mekanizmasının anatomisini çizmeye çalıştıktan sonra, yaşamakta olduğumuz krizin nedenleri üzerinde durmak istiyoruz.
Kapitalizmin normal bir işleyişi
Kapitalist sistemin doğasından (işleyişinden) gelen bir eğilim olarak krizleri açıklamaya çalışır Marksist kriz teorisi. Bunun için kapitalizmin nasıl işlediği meselesine yoğunlaşmak bir öncelik kazanır.
Kendisinden önceki üretim ilişkilerinden farklı olarak kapitalizm, emek gücünün de metalaştığı genelleşmiş bir metalar birikimi, Marx’ın sözleriyle “muazzam bir meta yığını” şeklinde karakterize olur. Onun bir başka ayırt edici tarafı, genelleşmiş (toplumsallaşmış) iş bölümü (ya da üretim) ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişki, uyumsuzluk hâlidir. Ya da bunu bir başka şekilde de ifade edebiliriz: Kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki uzlaşmaz çelişki. Marx, Kapital‘in ilk cildinde bu konuya şu şekilde yaklaşır:
“Her satış bir alış ve her alış bir satıştır diye, meta dolaşımının, satışla alış arasında zorunlu bir dengeyi gerektirdiği dogmasından daha saçma bir şey olamaz. (…) Hiç kimse, bir başkası alıcı olmadan, satıcı olamaz. Ama, kimse, kendisi satış yaptığı için, doğrudan doğruya alış yapmak zorunda değildir. (…) Bir metanın tam başkalaşımının birbirini tamamlayan iki evresi arasındaki zaman süresi çok uzayacak, satışla alış arasındaki ayrılma çok açık ve belli bir hâle gelecek olursa, bunların iç birliği, kendisini zorla, bir bunalım yaratarak ortaya koyar. Metanın özünde var olan kullanım değeri ile değer arasındaki çelişki, (…) metaların başkalaşımları sırasında doğan çelişkilerde en gelişmiş hareket biçimlerini bulur. Bundan ötürü bu biçimler, bunalım olasılığını (ama yalnızca olasılığını) içerir.“[1] [vurgular bana ait]
Bu temel olgu bizlere krizleri açıklamada olsa olsa bir “ipucu” verir. Konuyu biraz daha açmaya çalışalım… Kapitalizm kâr için, bunun azamileştirilmesi için üretim yapıyorsa; rekabetin olduğu, tekil kapitalistlerin adeta birbirlerinin gözünü oyarcasına hareket ettikleri bir ortamda (pazarda) bunların birlikte hareket ederek üretimi planlı ve eşgüdümlü bir şekilde yürütmeleri söz konusu olamaz. Üretimdeki bu “anarşik” durum, her bir kapitalistin kârını azamileştirmesi için diğerini yok etme pahasına bunu yapmak zorunda olması ya da pazardaki rekabet koşullarının bunu kendisine dayatmasından ileri gelir. Böylesine bir yarışın ortasında kapitalist kendisini nasıl “birinci” olmaya zorlayacak peki? Üretilen metaların birim maliyetlerini düşürerek. Bu maddi şartların kendisine dayattığı zorunluluk da mekanizasyonu artırmak; yani daha büyük, daha karmaşık makineler ile üretimi reorganize etmek, iş bölümünü yoğunlaştırmak, işçi başına düşen iş yoğunluğunu yükseltmek (üretkenlik) vs.dir.
Marx, Kapital‘de, “emeğin üretkenliğini yükseltmek, sermayenin içsel bir dürtüsü ve devamlı bir eğilimidir.“[2] der.
Elbette bu genel eğilim tek bir kapitalist için geçerli olduğu gibi diğerleri için de geçerlidir.
“Komşum, az emekle çok şey üreterek ucuza satabilirse, ben de onun kadar ucuza satmaya çalışmak zorunda kalırım. Böylece, daha az işçinin emeği ile yapılan veya çalıştırılan ve dolayısıyla daha ucuza iş çıkaran her hüner, her usul veya her makine, diğer yerlerde de, herkes aynı hizaya gelsin ve komşulardan hiçbiri diğerlerinden daha ucuza satamasınlar diye, ya aynı hüneri, aynı usulü veya aynı makineyi kullanmak ya da bunların benzerlerini bulmak gibi bir zorunluluk ve bir yarışma yaratır.”[3] [vurgular bana ait]
Mekanizasyondaki artış, kâr oranı hesaplamasındaki şemayı hatırlayacak olursak [S / C + V], değişmeyen sermaye [C] oranının büyümesine yol açar. Bu da mantıksal olarak kâr oranının düşmesiyle sonuçlanır. Artık-değer oranını artırma amacına yönelik olarak mekanizasyondaki artış, Marx’ın “Kapitalist üretimin gerçek engeli sermayenin bizzat kendisidir” deyişini anımsatırcasına kâr oranlarına aşağı yönde bir basınç uygular.
“Emeğin artan üretkenliği kendisini sermayenin azalan kârlılığında açığa vurur.“[4]
Marx ayrıca, “Kâr oranı, emek daha az üretken hâle geldiğinden değil, aksine emeğin üretkenliği arttığı için azalır. İşçi daha az sömürüldüğünden değil, aksine daha fazla sömürüldüğünden azalır…“[5] der.
Kriz açıklamasına sermayenin organik kompozisyonundaki büyüme üzerinden hareket eden Marx, kriz durumunun derinleşmesinin, kendi içinde kâr oranlarını yükselten karşıt eğilimlerine de vurgu yaparak her kriz durumunun genişleme / daralma çevriminin koşullarını taşıyan ikili doğasına da göndermede bulunur
.[6] Şöyle ki: Krizin derinleşmesi, güçsüz sermayelerin piyasadan ekarte olmasını ve güçlü olanların da bunların servetlerine el koymalarını gündeme getirir. İşsizliğin artması ile ücretlerdeki düşme, sömürü oranındaki artışla el ele gider. Bu da kâr oranlarına yukarı yönde bir basınç uygular ve kârlılık kriz öncesi seviyelere dönmeye başlar.
Marksist kriz kuramı, bizlere, kapitalist uzun üretim çevriminde kâr oranlarının düşme eğiliminin periyodik bir düzenlilik izlediği ve krizlerin de altında yatan asli unsurun bu olduğunu anlatır.
Bugünkü krize doğru…
I
’29 Büyük Buhranı’nın dünya ekonomisinde yarattığı tahribat ve bundan çıkış, bütün dünya halkları için tam bir yıkım olmuştu. Krizin faturası, gerek Avrupa’da gerekse de ABD’de işçi sınıfına ödetilmeye çalışıldı ve sistem bunda başarılı da oldu.
Avrupa’da faşizmin ve diktatörlük rejimlerinin yükselişi ve ardından dünyayı ikinci kez paylaşma savaşlarının -her ne kadar bu iğrenç siyaset “faşizme karşı demokrasinin savaşı” olarak maskelenmeye çalışılmışsa da- gündeme gelişi; Avrupa’nın yerle bir oluşuna, Yahudi soykırımına, Hiroşima ve Nagasaki’ye ve buna benzer daha pek çok şeye yol açmıştı.
Kapitalizm, kendi krizinin faturasını, elde bunu başka yollarla (“demokrasiyle” örneğin) çözüme kavuşturabilecek araçlardan yoksun kaldığında, insanlığa nasıl ödetebileceğini göstermişti. Tüm bu olanları kapitalist üretim çevriminde 1914-39 yılları arasında yaşanan istikrarlı düşüşle bağlantılı olarak ele almak gerektiğini düşünüyorum.
Savaş sonrası kapitalizm, devletlerin sermayeye koltuk değneği olması ile birlikte göreli bir genişleme evresine girdi. Ekonomistlerin “altın çağ” olarak adlandırdıkları bu uzun genişleme dönemi (Boom), 1973 petrol krizine kadar sürdü. Petrol krizi, “artık kriz mıriz yok”, “krizsiz kapitalizm” vs. türünden sözüm ona “insanî kapitalizm” propagandası yapanları utandırırcasına bir bumerang gibi geri dönmüştü. Petrol krizi, 1980’lerden günümüze değin uygulamaya konulmuş ve bugünkü sokak eylemlerinin alttan alta tetikleyicisi olan bir dizi uygulamalarla, işçi sınıfına savaş sonrası verilen ödünlerin geri alınması sürecini başlattı. Sınıflar arasındaki gerilim, sermayenin karşı saldırıya geçmesi ile değişikliğe uğrayacak, işçi sınıfı da mevzilerini korumak ve yer yer bunları kaybetmek ile bu süreci genel olarak aleyhine olacak şekilde adeta bir geri çekilme dönemi olarak yaşayacaktır.
Bu dönem, dünyada ve tabii Türkiye’de işçi sınıfına karşı son derece sert önlemlerin uygulandığı bir dönemdir. ABD’de Reagan, Britanya’da Thatcher -ve aynı neoliberal politikaların Türkiye’deki mimarı Özal- bu dönemin öne çıkan sadece birkaç figürü.
Yeri gelmişken, Türkiye’de darbe öncesi uygulamaya sokulan ve darbe ile birlikte daha rahat bir uygulama alanı bulan, ve o zamanlarda “alternatifi olmayan” model olarak sunulan neoliberal model, dünyadaki benzerleri ile aynı işlevi görmüştü: İşçi sınıfından daha fazla artık-değer sızdırmak için onu daha az ücretle daha fazla çalıştırmak, güvencesizleştirmek, daha yoksul ve yoksun hâle getirmek vs.
Özelleştirmeler, eğitimin, sağlığın, kamu hizmetlerinin o günlerden bu yana azar azar tırpanlanması, gerek dünyada gerekse Türkiye’de bu döneme damgasını vuran ve bugün de devam etmekte olan uygulamalardı. Kısaca neoliberalizm dedikleri şey aslında, sermayenin son derece azgın bir şekilde işçi sınıfına karşı tüm dünyada karşı saldırıya geçmesinden başka bir şey değildir. Günümüzde ağızlarda sakız olan, o çok allanıp pullanan “küreselleşme” denilen şeyin altını kaldırdığınızda karşılaşacağınız şey de yine budur.[7] Ne bir eksik ne bir fazla!
II
Sistemi bugünkü krize sürükleyen temel dinamikler üzerinden meseleyi tartıştığımızda karşımıza çıkan şey, sermaye birikiminin yavaşlaması olgusudur. Bunun sebebi ise krizdeki bir kapitalizmin kâr getirisi olmayacağı düşüncesiyle yatırımlardan uzaklaşması eğiliminde yatıyor. Bu da hâliyle büyümeyi yavaşlatan bir sonuca getirir bizi.
“…kapitalist bir ekonomide yatırımlar, dolayısıyla emek tahsisi, göreli olarak üretim dışı (yani ticaret ve finansal) sektörlere daha çok yönelirse büyüme yavaşlar. Hatta, durur ve ekonomi krize, depresyona girer.
ABD’de özellikle 1970’lerden beri yaşanan ve bugünü açıklayan sermaye birikim dinamiklerinin başında sermaye açısından üretim dışının cazibesi gelir.“[8]
1980’lerde büyük kapitalist ekonomilerde (örneğin ABD’de) görülen sözüm ona “ekonomik canlanma”, faiz oranlarının dramatik bir şekilde aşağı çekilerek tüketicilere kredi verilmesi (borçlandırma) suretiyle gerçekleşen bir canlanmaydı. Ama bundan da önemlisi bu canlanma, aslında, neoliberal saldırı denen şey ile işçilerdeki göreli yoksullaşma, yani reel ücretlerdeki artışların işçilerin üretkenliklerindeki artıştan geride kalması, yani satın alma gücündeki göreli düşüş ve işçi sınıfının artan sömürüsü ile sağlandı. Satın alma gücünün düştüğü bir ortamda -hele de kredi almak son derece kolaylaşmışken- borçlanma son derece cazip hâle geldi ve bu da kişisel borçlarda bir patlamaya yol açtı. Kapitalist sistem bu şekilde borçla dönen bir ekonomik canlanma yaşadı, ta ki bugünkü çöküşe kadar.[9]
Konuyu ABD örneği üzerinden biraz daha açmaya çalışalım…
ABD, Büyük Buhran’dan sonra 40 yıl süren uzun bir büyüme yaşamıştı. Ekonominin sıkı bir şekilde denetlendiği (regüle edildiği) bir dönemdi bu dönem.
1980’lere gelindiğinde finans sektöründe büyük bir patlama yaşandı. Yatırım bankaları kamuya açıldı. Bu dönemi takiben Wall Street’teki kişiler muazzam zenginleşmeye başladılar. Reagan yönetimi; ekonomistler, lobiciler tarafından çokça destek gördü bu dönemde. Reagan, finans piyasalarının önünü açan 30 yıllık kuralsızlaştırmayı (deregülasyonu) başlatmıştı.
Bu dönem neoliberalizm diye adlandırılan, kâra susamış sermayenin başka bir saldırı hamlesinin ön koşullarının gelişmeye başladığı döneme de tekabül eder. Piyasaların mali kuralsızlaştırılması, işçi sınıfının savaş sonrasında elde ettiği kazanımlarına yönelik bir dizi saldırının fitilini ateşleyen dönemin de başlangıcını oluşturuyordu.
Piyasaların mali kuralsızlaştırılması ile dev bankalar büyüdükçe büyüdü, öyle ki kendilerinden kaynaklanacak en ufak bir çuvallama bütün bir sistemi tehdit edebilirdi. Peşi sıra gelen ABD başkanları bu süreci, frenlemek bir yana daha da körüklediler.
George Soros’u dinleyelim:
“Piyasalar doğaları gereği istikrarsızdır ya da en azından istikrarsızlığa meyillidir. Mesela bunu şöyle bir metaforla açıklamaya çalışalım. Örneğin petrol tankerleri… Çok büyüktürler ve bu yüzden petrol taşınan bölümleri bariyerlerle bölerek geminin petrol yüzünden sallanıp dengesini kaybetmesini önleyebilirsiniz. (…) Büyük Buhran’dan sonra bu denetimler sıkı bir şekilde uygulandı. Fakat deregülasyonlarla bu bariyerler kaldırdı ve sistem bu şekilde daha da riskli hâle getirildi.[10]”
1990’lardan başlayarak deregülasyon ve teknolojideki avantajlarla beraber, adına türev ürünler (derivatives) denen karmaşık mali ürünlerin patlamasına tanık oluyoruz. Ekonomist ve bankacılar piyasaları daha da güvenli bir hâle getirdiklerini vaaz edip dursunlar, ama yaptıkları, tersine piyasaları daha kırılgan hâle getirmekti. Bu türev ürünlerle bankacılar neredeyse her şey üstüne kumar oynadılar.
Petrol fiyatlarının yükseliş ve düşüşleri üzerine kumar oynadılar. 1990’ların sonlarına doğru kuralsızlaştırılmış piyasalardaki bu tür türev ürünlerinin değeri 15 trilyon doları buluyordu!
III
Gelelim mortgage kredilerine ve bunun patlamasına… ABD’de şimdiki krizden 30 yıl önce ev için bankadan bir kredi almak istediğinizde, size para veren kişi sizin ona parayı ödemenizi beklerdi. Eski sistemde, ev sahibi her ay aldığı ev kredisini ödediğinde para hâliyle onu kimden aldıysa oraya giderdi. Yeni sistemde, konut ipotek anlaşması bankayla borçlu arasındaki ikili ilişkinin ötesine giden bir menkul değer hâline dönüştü. Banka ile müşteri arasında yapılan ikili anlaşma bir belgeye dönüştürüldü. Bu belge de bir menkul değer olarak, yani hisse senedi gibi, borç senedi gibi menkul değer olarak banka tarafından ihraç edildi, başkalarına verildi.[11] Ve bu binlerce mortgage borç senetleri diğer senetlerle birlikte (taşıt kredisi, eğitim kredisi, kredi kartı borçları vs. vs.) birleştirilip bunlardan karmaşık türev ürünler oluşturuldu. Sonrasında yatırım bankaları bu türev ürünleri yatırımcılara sattı. Şimdi ev sahibi, aldığı krediyi geri ödediğinde ödenen bu para tüm dünya üzerinde yatırımcılara gitmiş oluyor. Bu yatırım bankaları derecelendirme kuruluşlarına ellerindeki bu türev ürünlerini değerlendirmeleri için para veriyorlar. Derecelendirme kuruluşları da bunların çoğuna en yüksek notları (AAA) veriyorlar. Bu olabilecek en yüksek yatırım puanıdır.
Patlamaya hazır bir bombaya dönüşmüş bir sistemden bahsediyoruz! Doğrusu yatırım bankaları, adına subprime denen bu en riskli kredileri tercih ettiler çünkü böylelikle yüksek kârlar elde ediyorlardı. Bu doğal olarak büyük bir kredi balonunun oluşmasına yol açtı ve birçok insan bu borçları ödeyemedi. Ardından da sistem doğal olarak infilak etti.
Peki ya sonrası…
Kriz hâlâ sürüyor. Ekonomistler bunun uzun süreli bir kriz olduğu konusunda görüş birliğindeler. Kriz patlak verdiğinde devletlerin yaptığı ilk şey, batan ya da batmakta olan şirketleri, bankaları, sigorta devlerini kurtarmak ya da borçlarını kamulaştırmak olmuştu. Bu, hiç kimseye hesap vermeden insanlardan (siz bunu işçi ve emekçiler diye okuyun) vergi altında toplanan paraların bulunduğu kasaların anahtarlarının sermayeye peşkeş çekilmesi demektir. Şimdi devletler devasa kamu borçlarının yükü altındalar. Yunanistan, İtalya, İspanya, Portekiz, İrlanda gibi ülkeler bunun sancısını çekiyorlar. Kredi notları düşen ülkelerin, kendi sermayeleri için, uluslararası derecelendirme kuruluşları nezdinde saygınlık kazanıp kazanmaması elbette ülkelerindeki işçi sınıfına sistematik bir şekilde kemer sıkma önlemlerini dayatıp dayatamayacağı ekseninde düğümlenmiş durumda. Bu aşamada krizin ne yöne evrileceği bütünüyle sokağın inisiyatifinde. Ya krizin faturası çok sert önlemlerle; örneğin daha fazla işsizlik, daha fazla özelleştirme; kamu hizmetleri, emekli maaşları ve diğer sosyal ödeneklerden daha az yararlanma vs. ile işçi sınıfına ödetilecek ya da bu, sokağın direnişiyle karşılaşacak. Bugün yaşadıklarımız bizlere bunun en somut örneklerini sunuyor. Geleceğe dair tek iyimser beklenti, sokağın bu hareketine işçi sınıfının bir bütün olarak katılabileceği imkânında yatıyor.
1932’de Washington’u işgal eden (The Bonus March) işsiz ve beş parası olmayan ABD savaş gazileri[12], talep ettikleri ikramiyelerini başkan Hoover ve sonrasında gelen Roosevelt’in uzlaşmaz tavrına rağmen, 1936’da işçi sınıfının fabrika işgalleri ve kitle grevleri başlayınca -ki savaş gazileri de bunlara katılmıştı- elde edebildiler. İşçi sınıfının olayların kaderini belirlemedeki rolü burada bir kez daha karşımıza çıkmakta.
1 Ocak 2012
* Gencer Çakır
Sosyolog
lillefured@gmail.com
Dipnotlar:
[1] Kapital, Cilt I, Yordam Kitap, s. 119-120
[2] Cilt I, s. 312
[3] A.g.e., s. 311’deki 5 no’lu dipnot.
[4] Kapital, Cilt III, Aktarım: A. Shaikh, “Bunalım Kuramlarının Tarihine Giriş”, Dünya Kapitalizminin Krizi, Belge yay., 2. baskı / 2009
[5] Artı-Değer Teorileri, Aktarım: A. Shaikh, a.g.m.
[6] Bkz.: A. Shaikh, a.g.m., s. 161-162
[7] Bkz.: Sungur Savran, Kod Adı Küreselleşme: 21. Yüzyılda Emperyalizm, Yordam Kitap.
[8] E. Ahmet Tonak, Batan Piyasalar, Kırmızı Yayınları, s. 145
[9] Konu hakkında daha fazlası için bkz.: E. Ahmet Tonak, a.g.e., “Krizi Anlarken” adlı makale, s. 15-34; ayrıca bkz.: Anwar Shaikh, The First Great Depression of the 21st Century, Socialist Register, 2011
[10] Aktarım: Inside Job belgeselinden.
[11] Daha fazlası için bkz.: Korkut Boratav, “Uzun Sürecek Durgunluk Yaşanacak” , Vergi Portalı: http://www.vergiportali.com/Content.aspx?Type=GuestOfMonthD&Id=2167
[12] http://www.youtube.com/watch?v=xkmo4ygPTjc