1943’te Van Özalp’te 33 Kürt köylüsünün katledilişinde zihniyet neyse, bugün Roboski’de 35 Kürdün öldürülmesi aynıdır. O günden bu güne devlet zihniyetinde, hiçbir değişiklik söz konusu değil. Çünkü devlet insan temelli bir anlayışa sahip olmadığı gibi, yaşayıp yaşatmak üzerine bir algı da taşımıyor. Aksine ölüp öldürmek üzerine bir zihniyete sahip… İnsanları yoksulluktan fukaralıktan kurtarmak ve insanca […]
1943’te Van Özalp’te 33 Kürt köylüsünün katledilişinde zihniyet neyse, bugün Roboski’de 35 Kürdün öldürülmesi aynıdır. O günden bu güne devlet zihniyetinde, hiçbir değişiklik söz konusu değil. Çünkü devlet insan temelli bir anlayışa sahip olmadığı gibi, yaşayıp yaşatmak üzerine bir algı da taşımıyor. Aksine ölüp öldürmek üzerine bir zihniyete sahip…
İnsanları yoksulluktan fukaralıktan kurtarmak ve insanca bir yaşam sunmak yerine yeni silahlar, bombalar insan soyunu kurutacak teknolojiler satın alıyor.
Ve aldıkları bu silahlar ölüm kusuyor, Ortasu (Roboski)’de olduğu gibi.
Çoğu çocuk 35 Kürt yoksulu devletin silahlarıyla göz göre, göre katledildi.
Ama bu katliamdan birinci dereceden sorumlu olan hükümet hala sorumluk almaktan kaçınıyor.
Hal bu ki çağımız da hiçbir şey gizli kalmıyor. Bu katliamı kimlerin gerçekleştirdiğini tanıklar, ölenlerin aileleri basına, heyetlere anlattılar.
Uluslar arası basın kısa sürede yaşananları haber yaptı.
Oysa hala başbakan, çıkıp özür dilemiş değil.
Kaldı ki ben özür dilemem, ama tazminat öderim demek devlet ahlakına sığmaz.
Yapılması gerekenin kan parası vermek olmadığını, paranın ölenleri geri getirmeyeceğini aileler biliyor.
Önemli olan devletin, bu katliamcı tarihiyle hesaplaşması ve sorumluların hesap vermesidir.
Ağrı, Piran, Dersim, Koçgiri, Maraş, Sivas, Gazi’ye kadar bütün bu katliamların hesabını bu devlet halka vermek zorundadır.
Hiçbir devlet bu kadar insanlık suçunu işlediği halde, bir şey yokmuş gibi davranamaz.
Gerçi Türkiye devleti bu güne kadar yaptığı hukuksuzluklar nedeniyle sürekli tazminat ödemeye alışkın olduğu biliniyor.
Devletin öldürüp işkence ve kötü muamele uyguladığı binlerce insana ödediği tazminat miktarını kendisi bile bilmiyordur.
Hal bu ki bütün bu hukuksuzlukların bedeli yine, Türkiye emekçi sınıflarının cebinden çıkıyor.
Öte taraftan Türkiye halkları savaş silahlanma ve militarist politikalar nedeniyle açlık yoksullukla boğuşuyor.
Çalışmak için okula gidemeyen Kürt tarım emekçilerinin çocukları, sınırı geçerek birkaç kuruş için katledilen Uludereli gençler, bu politikalar sürdükçe Türkiye’nin trajik bir gerçeği olmaya devam edeceklerdir.
Kaldı ki Sınır boylarında düzenli bir gelire sahip olmayan, halkın tek geçim kaynağı sınır ticareti olduğu biliniyor.
Oysa söylendiği gibi, halk kaçak bir iş yapmıyor. Halk karakolların bilgisi dâhilinde, sınırı geçiyor.
Asker ve sivil bürokrasinin sınır ticaretinden nemalandıkları, pay aldıkları hep söylenir.
Ancak bu güne kadar kayıt dışı haksız kazancı elde eden devlet görevlileri hakkında herhangi bir soruşturma açılmış değil.
Düzenli hiçbir geliri olmayan, hayvancılığın yasaklandığı, tarımın olmadığı, yer kürenin en yoksul coğrafyasında, Kürtler zorunluluktan sınır ticareti yapıyorlar.
Ama karın tokluğuna sınır ticareti yapan halkın adı, (Ahmet Arif’in dizelerinde ki gibi) kaçakçıya, haine çıkarılmakta.
Fakat banka batıran, hayali ihracat yapan, kayıt dışı çalışanların hiç hain, kaçakçı denildiğine tanık değilim.
Hatta bir dönem bu ülkede vergi kaçakçılarına plaket verildiğini, bazılarının Bakan bile yapıldığını, unutulduğu sanılmasın.
Kemal Horzum, Yahya Demirel, Uzanlar vb. devleti soyup soğana çevirdikleri halde birçoğuna hiç dokunulmadığını biliyoruz.
O halde sormak gerekmez mi? Banka batıranlar, vergi kaçıranlar, kayıt dışı haksız kazanç elde edenler, kaçakçı olmuyor da?
El insaf, aç kalmamak için sınırdan üç beş parça mal getiren yoksul Kürt halkı mı kaçakçı?
Hükümet asıl malı götürenlerin peşini bırakmış yoksulların, mağdurların gırtlağına sarılmış durumda.
Bu da sermaye hükümetinin politikalarına karşı, toplumsal mücadelenin daha da büyütülmesi gerektiğini gösteriyor.