Dün “devlet katliamı” yıldönümüydü. Bugün “medya katliamı” yıldönümü. *** 11 yıl önce, 19 Aralık’ı, cezaevlerinde çok sayıda tutuklu ve mahkum yakılması, gazla boğulması, cesetlerin bile delik deşik edilmesiyle idrak etmiştik. 20 Aralık’ı ise, medyanın katliama yataklık yapmasıyla idrak bile edememiştik! *** Devletin neden öyle yaptığını biliyoruz. Kadim otomatik refleksi bu. Cezaeviyle müthiş histerik bağı var. […]
Dün “devlet katliamı” yıldönümüydü.
Bugün “medya katliamı” yıldönümü.
***
11 yıl önce, 19 Aralık’ı, cezaevlerinde çok sayıda tutuklu ve mahkum yakılması, gazla boğulması, cesetlerin bile delik deşik edilmesiyle idrak etmiştik.
20 Aralık’ı ise, medyanın katliama yataklık yapmasıyla idrak bile edememiştik!
***
Devletin neden öyle yaptığını biliyoruz.
Kadim otomatik refleksi bu.
Cezaeviyle müthiş histerik bağı var. Katliamla da.
2011’de Dersim’i anca konuşabilen, onda da anlaşamayan devlet (ve millet) geleneği.
Dersim’i konuşan bazısı; Maraş’ı, Çorum’u, Sivas’ı konuşamıyor.
Kimileri Dersim’e, Zilan’a hiç uğrayamıyor.
Diyarbakır Cezaevi’nden nicesi ırak duruyor.
Sinop’un demirleri, Ulucanlar’ın, Mamak’ın infaz emirlerine karışıyor.
Devlet refleksinin ömrü; tarih kanallarını, kanalizasyon gibi, cezaevi infazı, işkenceyle doldurarak geçmiş;
Yazarı, gazeteciyi, işçiyi, köylüyü, itiraz edeni, öğrenciyi, genci, hak arayanı cezaevine, göz hapsine, oda hapsine, sürgüne doldurmakla bir türlü geçip bitmemiş.
***
Bir de medya tarihi var.
Devletten, iktidarlardan, ordudan bağımsızlaşamamış.
Zaman zaman hakikat peşinde; çoğu zaman hakikati ezip geçmiş.
Devlet refleksinin refleksiyonsuz (muhakemesiz) reflektörü medya.
Otomatik portakal!
Nöbet devir teslimiyle kimlikler, güçlüler değişiyor, karakter pek değişmiyor.
İçindeki hepimiz zehirliyor, kirletiyoruz; zehirleniyor, kirleniyoruz!
Hakikat kat kat örtülüyor; kat kat haki, devlet lacisi, grisi örtünüyor.
***
Medyanın, bugün “cezaevinde yatana, özgürlüğe titizlendiğini” sandığınız nice meşhur ismi, o meşum gün, kat kat katliama kat kat yalan katarken hiç tereddüt etmedi.
Kod adının “Tufan Operasyonu” olduğunu öğrendiğimiz taammüden katliamın operatörü devlet ise; tufanı medyaydı. Nuh ortada yoktu!
Gözleri önünde “Bizi ateşe verdiler” diye yanan kadına dahi, başlıkla, yazıyla ateş edebildiler.
Bugün başkasını “yandaşlık”la suçlayan nice şöhret, o gün devlet, hükümet, jandarma katliamına yataklık, yaltaklık, yandaşlık yaptı.
Bugün cezaevine hassas kimileri, o gün cezaevi katliamı amigosu, hempası, gurkasıydı.
***
O günlerde, birkaç ay sonra zaten kovulduğum Milliyet, insanlar yakılırken, “Sahte oruç, kanlı iftar” manşeti atmıştı; üstelik nice muhabir hakikati görmüşken. Manşeti de İçişleri Bakanı Tantan’a dayandırmıştı.
Birkaç ay geçip o kanlı defter öylece kapatıldığında, aynı Tantan aynı medyanın “Hortum işbirlikçiliği”ne dokununca, bu kez kelimesine itibar edilmemiş, hedef alınmış, bakanlıktan azledilince de, aynı “Tufan medyası” yönetimi, bunu eleştiren nice büyük yazarını sansür etmişti.
Onların sessizliğiyle de katlanan yüzsüzlükle!
***
28 Şubat işbirlikçiliği; katliam işbirlikçiliği; hortum işbirlikçiliği hep o “tutarlı medya çizgisi”nin duraklarıydı.
Darbeci buyruğu tutuklunun kanına, cezaevinin gazı banka hortumuna karışmıştı.
AKP işte bu para-militer, para-kıyım, para-sever pislik ve kan kanalizasyonun patladığı noktada iktidar oldu.
***
Geldik sadece katliamın 11’inci yıldönümüne değil; iktidarın da onuncu yılına.
Devlet refleksi ne?
Hastalık yüzünden af dosyası Cumhurbaşkanı’nda bulunan Mehmet Aras da cezaevinde öldü! Ölüm oruçsuz başkaları da, ayaklarındaki prangayla ölüm sırasında. Silivri’den de cenaze çıkıyor, en sivri denilip ömürleri törpülenmiş insanlar arasından da.
Her gün, “terörizm gerekçeli” toplamalarla cezaevi tıka basa.
Her gün, bu kez yeni iktidar medyası, devletin her yaptığında bir hikmet, marifet buluyor!
Her gücün, güçlünün hayata vuruş marifetiyle “Hayata dönüş”ü bir ötekine benzeşiyor.
***
Ve cilve: O günler, medya yalanına karşı bir süre sonra “Hayata Dönüş” cezaevi katliamını ortaya koyan gazetecilerden Ahmet Şık, aylardır cezaevinde tutuklu.
11 yıl önce yazıyı şöyle bitirmişim:
“Önce Hayat inancı, hiç gidilemeyecek bir ülkenin duvara çivilenmiş hülyalı manzara resmi gibi asılı kalıyor işte. Çerçeveyi şöyle bir düzeltiyoruz ve sonra yeniden…”
11 yıl sonra yine öyle bitti yazı!