Toplumun genelindeki sinik tavırla bunu birleştirdiğimizde ise karşımıza pek iç açıcı bir tablo çıkmasa da iktidarı ve ilişkilerini, sermayeyi sarsacak bir öfke birikimini hissedebilmekteyiz. Örgütlememiz gereken bir şey varsa, o da bu haklı öfkeden başka bir şey değildir Son dönemlerde haberlerde dahi olsa, iktidar partisi üyelerinin hal ve tavırlarını takip edenler, iktidarın halkın meselelerine yaklaşım […]
Toplumun genelindeki sinik tavırla bunu birleştirdiğimizde ise karşımıza pek iç açıcı bir tablo çıkmasa da iktidarı ve ilişkilerini, sermayeyi sarsacak bir öfke birikimini hissedebilmekteyiz. Örgütlememiz gereken bir şey varsa, o da bu haklı öfkeden başka bir şey değildir
Son dönemlerde haberlerde dahi olsa, iktidar partisi üyelerinin hal ve tavırlarını takip edenler, iktidarın halkın meselelerine yaklaşım tarzını, yalnızca bu tavır ve davranışlardan kolaylıkla anlayabilirler. “Geçenlerde kamyon sürdüm, Leonardo da vinci” diye bayağılık ötesi bir cümleyi sarf ederek Avrupa Birliği Leonardo da Vinci Mesleki Eğitim Programı’nın açılışını yapan Avrupa Birliği’nden sorumlu bir bakanı bünyesinde bulundurabilen hükümetin artık muktedir olduğunu, iktidara belli düzeylerde naifçe de olsa şans tanımış bir akademisyen olarak Ahmet İnsel de dillendirip liberal solla ve özellikle de (Hopa olayları üzerine yazılanları hatırlayalım) Murat Belge’yle arasındaki mesafeyi artık kesin olarak ortaya koyduysa, hegemonik tahakkümün aldığı boyut iyice gözler önüne serilmiş demektir. İnsel bu durumu çeşitli yazılarında “otoriter kişilik bozukluğu” bağlamlı ve aşağı yukarı totaliter tüm rejimlerin ruhuna gark olan bir boyut olarak da tartışmıştır. Ama bizce bu otoriter kişilik bozukluğu yollu anlatım psikanalitik bir baba figürünün ötesine geçen bir açıklama gücüne sahip olmalıdır. Bu durum aynı zamanda “sınıfsal politik bir iktidarın bedenlerde görünen hali”dir. Bunu gerek Van depremi sonrasında, gerekse de deprem vergisi meselesine verilen garabet cevaplarda uzun zamandır görmekteyiz.
Bizi cinnet halinde olmadığımız takdirde haddinden fazla kızdırabilecek bir olay olarak Vanlı depremzedelerin üzerine sürülen polislerin cop kullanan görüntüsü, eksi derecelerdeki soğukta yaşam savaşı veren depremzedelerin üzerine tazyikli soğuk su sıkılması, gaz bombaları ile müdahale edilmesinden dolayı enkaz altında can çekişen bedenlerin kurtarılması için yürütülen çalışmalara ara verilmek zorunda kalınması gibi insanlık dışı tutumların haberi, televizyonlarda ve hakim medya organlarında sessizce geçiştirildi. Hatta o denli bir akıl yitimi yaşandı ki, her canlı gibi yaşama refleksi ile davranmaktan başka kaygısı olmayan insanlar “provokatör” ilan edildi. “Birlik ve beraberliğe her zamankinden fazla ihtiyaç duyduğumuz bir dönemde” diye başlayan ve dillere pelesenk olmuş beylik sözlerle devam eden cümleler eşliğinde neredeyse “öldürülseler yeridir” türünden bir yaklaşım sergilendi. Hegemonyanın içselleştirilmesi ve sinizm bu bakımdan AKP’nin dilini keskinleştirmesinden değil, aynı zamanda genişçe bir kitlenin kendi içerisinde ürettiği bir iktidar meşruiyeti zeminini örmesinden de anlaşılabilir. Türkiye’deki hegemonik blokun çatlaması ve dönüşümünü “pasif devrim” yaklaşımıyla İstanbul’un Sultanbeyli yerelinden bütüne bağlayan Cihan Tuğal’ın çalışması (Pasif Devrim-İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi, Koç Üniversitesi Yayınları, 2011) meselenin yerelin toplumsal ilişkilerinde yüz bulmasını başarılı bir biçimde anlatıyor. Bu çalışma buna bir örnek. Ancak genel olarak toplumun yaşadığı bu sinik hale bakarak da iktidarın ve pekala iktidar ilişkilerindeki sert dönüşümün hali pür meali anlaşılabilir. Sırf AKP’nin kendi iktidarının tek varoluş koşulu haline gelen, Kürt hareketinin kendisine yakın olmayan kesimleriyle açık savaş stratejisinin gereği olarak Van Belediyesi’yle işbirliğini reddi, Van’daki yerel halkın haklı tepkisini polisin terör estirici şiddetiyle ezmeye kadar vardı. Halbuki durum o kadar vahim bir hal almıştı ki, depremden sağ kurtulan 7 yaşındaki Deniz Olgun’un zatürreden ölmesi noktasına gelmişti. Elini uzatmaya, göçük altındaki sesi duymaya gelen Japon doktor Atsushi Miyazaki’nin, adı pek temiz işlere karışmayan eski bir AKP milletvekilinin yakınlarına ait olan ve oturulabilir raporu verilen bir otelin, 5,6’lık artçı depremde yıkılması sonucu ölmesi ve bu “artçı”da toplam 40 kişinin daha hayatını kaybetmesi bile infial yaratmaya yetmedi. Hatta birkaç hafta öncesine kadar yardım kolilerinden taş ve bayrak çıkmışlığı dahi vardı. Son olarak ise ülkenin dört bir yanından büyük fedakarlıklarla gönderilen yardım malzemelerinin bulunduğu depolar yandı ve tüm o yardım malzemeleri iktidarın basiretsizliğiyle beraber yanıp kül oldu.
İçimizde insanlığımızı hissederek veyahut o kadar da değil, azıcık sakince düşünerek baktığımızda, daha birkaç gün öncesinde ailesinden en az bir kişiyi veya bir dostunu kaybetmiş insan topluluğuydu gördüğümüz. Sırf iktidarın kibri yüzünden kendi başlarına bırakılmış ve en temel ihtiyaçlarını haklı olarak devletten talep eden Van halkının haklı öfkesiydi. Bu insanların üzerine polisi hunharca bir şiddet makinesi olarak salmak ancak Hitler faşizminin aklına gelebilecek bir yöntem olsa gerektir. Ama bu durum iktidarın başındakilerin bireysel psikanalizinden hareket edilerek anlaşılamaz, bu bize hegemonyanın artık ne kadar dizginlerinden boşalmış olduğunun, yeni sınıfsal iktidar bileşiminin (veya oligarşik bloğun da diyebiliriz) yerini ne düzeyde sağlamlaştırdığının da kanıtıdır (cemaat-polis-İslami sermaye).
Bir başka örnek de halka hitap eden Beşir Atalay’ın sergilediği tavırdır. Sayın bakan etrafındaki onlarca korumayla birlikte “depremzede halkın arasına katılarak” konuşmaya çıkıyor, fakat konuşamıyor. Çünkü halk kendisine reva görülen “yardımsızlıktan” ve günler boyunca süren basiretsizlikten şikayetçi olduğundan bakanı protesto ediyor ve Van valisini istifaya davet ediyor. Bakan ise bu protestoya karşılık bir iki kere konuşma denemesinde bulunduktan sonra “siz bilirsiniz” türünden bir tavır takınarak birkaç saniye içinde olay mahallini terk ediyor. Sonrası ise malum: Cop, biber gazı, tazyikli su… Bu durumun bizler açısından ilgiye mazhar olan tarafı ise bunu herhangi bir utançtan dolayı değil, doğrudan kendi iktidarının “hak ettiği saygı”yı görmediğini düşündüğünden yapıyor. Çünkü aslında bize kalırsa bakanın da gayet iyi bildiği üzere; günümüzün kapitalist sömürü düzeninde halka dayanmak durumunda olan iktidar değildir, kitleler her daim bir şekilde üretilmekte olan iktidar ilişkisinin bir parçası olmak durumundadırlar. Dolayısıyla iktidardan “iktidar” talep etmelidirler. Eğer onu tanımayan herhangi bir öfke taşması olursa, muktedirler, kendi iktidarlarının geldiği boyuta bağlı olarak halkı hiçe saymakta ve onlara karşı güç kullanmakta bir beis görmezler. Toplumun genelindeki sinik tavırla bunu birleştirdiğimizde ise karşımıza pek iç açıcı bir tablo çıkmasa da iktidarı ve ilişkilerini, sermayeyi sarsacak bir öfke birikimini hissedebilmekteyiz. Örgütlememiz gereken bir şey varsa, o da bu haklı öfkeden başka bir şey değildir. Çünkü tarih her zaman, iktidarını şiddete dayandırmak suretiyle var edenleri, tüm muhalif sesleri ve serzenişleri güç kullanarak bastıranları çöplüğünde ağırlamaktadır. Tarih, kendisini vazgeçilmez sananların mezarlığıdır. Unutulmamalıdır ki, gerine gerine muktedirliğinin tadını çıkaran her iktidar, bir zirveden sonra aşağıdaki yüksek uçurumun kıyısında durur.