Ortaçağda Anadolu Aleviliğine benzer inanç sistemine ve yaşam kültürüne sahip Katharlara, Roma kilisesinin orduları sefer üstüne sefer yaparlar. Bu seferlerden birinde(1209), Fransa’nın Abil bölgesinde Katharların yaşadığı Biziers şehrini büyük bir orduyla kuşatırlar. Şehrin katedraline sığınan halkı yok etmek için katedrale saldırırlar. Ancak bir sorun vardır. O kalabalık içinde Hıristiyan olanlarla Katharları ayırmak mümkün değildir. Kılıçlarında […]
Ortaçağda Anadolu Aleviliğine benzer inanç sistemine ve yaşam kültürüne sahip Katharlara, Roma kilisesinin orduları sefer üstüne sefer yaparlar. Bu seferlerden birinde(1209), Fransa’nın Abil bölgesinde Katharların yaşadığı Biziers şehrini büyük bir orduyla kuşatırlar. Şehrin katedraline sığınan halkı yok etmek için katedrale saldırırlar. Ancak bir sorun vardır. O kalabalık içinde Hıristiyan olanlarla Katharları ayırmak mümkün değildir. Kılıçlarında kan damlayan baronlar başpapazın önünde diz çöküp sorarlar, “Kathar sapkınları katedrale sığınmış, onları korumak isteyen halk, Katoliği, Yahudisiyle aralarına karışmışlar, Tanrının kullarını şeytana tapanlardan nasıl ayıracağız?” Hareketi Roma adına yöneten başpapaz “Hepsini Öldürün, tanrı kendi kullarını öte dünyada ayırır” diye yanıtlar. “Silahımız inancımızdır” diyen ve silah kullanmayı reddeden Katharlar çoluk çocuk demeden kılıçtan geçirilir. Bu katliam, saltanat erbabının ajanda kaydına, Allah adına sapkınları cezalandırdık olarak geçer. Gazalarını kutsarlar. Katliam yapanların katliamlarını haklı göstermeye yarayan bu yaklaşım tüm coğrafyalarda ve tüm zaman dilimlerinde aynı şekilde devam etmiştir.
Hıristiyan Avrupa’da Tanrı adına zalimlikte sınır tanımayan katliamlar yaşanırken, Müslüman Anadolu topraklarında da benzer inanca sahip “Kızılbaşlar” aynı suçlamalarla katliama uğrarlar. Selçuklu ve Osmanlı süvarilerinin kılıçlarından Kızılbaş kanı eksik olmaz. Bunların bir kısmı unutulup gitmiştir. Fakat padişah Yavuz döneminde yapılanlar, üzerinden asırlar geçmesine rağmen unutulmamıştır.
Sultan Yavuz İran seferine çıkarken yolunun üzerindeki Kızılbaş-Alevileri kılıçtan geçirir. Katliama haklı gerekçe oluşturmak için din adına fetvalar verilir. İskilipli Ebu Suûd Efendi (1545-1574) Şeyhülislâmlığı döneminde (30 yıl), verdiği fetvalarla “Kızılbaş” katliamı yapmayı, “Şeriat” kurallarına göre yasal hale getirir. Yedi Kızılbaş öldürenin “Cennete Gideceği” Osmanlı uleması tarafından camilerde mütemadiyen anlatılır.
Çaldıran savaşı kazanıldıktan sonra da kıyım durmaz. Yavuz, Çaldıran savaşında ittifak yaptığı İdris-i Bitlisi’yi komutanı Bıyıklı Mustafa komutasındaki orduyla birlikte Erzincan yöresine gönderir. Nur Halife Sultan öndeliğindeki halk savaşmaktan kaçınır, yerleşik nüfusla birlikte dağlara çekilirler. Buna rağmen katliamdan kurtulamazlar. Ovacığa (Dersim) kadar takip edilerek, yediden yetmişe kılıçtan geçirilirler. Saltanat erbabının kayıt defterine “Allah adına sapkınları cezalandırmak” olarak geçen bir kıyım daha tarihin karanlık sayfalarında yerini alır. Üzerinden asırlar geçmiş olmasına rağmen, Anadolu halkları Sultan Yavuz’u ve Bitlisi’yi rahmetle anmazlar.
Tarihe kayıt düşen katliamlar bununla sınırlı kalmadı elbet. Anadolu aynı zamanda kıyımların ve acıların yurdudur.
Bu topraklar irili ufaklı yüzlerce kıyıma tanıklık etti. Hepsinde gerekçe aynıydı. Kafirler ölmeliydi. Kılıç şakırtıları ve barut kokusu, insan çığlıklarına eşlik etti. Tarihin karanlık sayfalarında birer garabet gibi duran kıyımlar yaşandı.
Her kıyım bir yaradır insanlığın vicdanında. Dersim “tertelesi” bunlardan biridir. Resmi rakamlara göre 13 bin insan öldürülmüş, (bağımsız kaynaklar ölü sayısını 40 bin olarak vermektedir) bir o kadarı, toprağından kopartılarak yabancısı oldukları kentlere sürgün edilmiştir.
Dersim mağdurları, hadisesinin tarihi gerçeklere uygun olarak açıklığa kavuşması için yıllardır mücadele veriyor. Fakat bu mücadele sürekli görmezden gelindi.
CHP Milletvekili Hüseyin Aygün’ün Zaman gazetesine verdiği mülakatla konu yeniden gündeme oturdu. Bu yanıyla olumludur. Fakat meselenin, siyasi hasımların vuruşmalarına nesne yapılması problemlidir ve sorunun içeriğine uygun değildir.
Her şeyden önce Dersim hadisesinde, belli bir bölgenin hedeflenmiş olması açısından coğrafi boyutu olmakla birlikte, esasında bir inanç, kültür ve kimlik grubu hedeflenmiştir. Mesele, kökleri binlerce yıl önceye dayanan tekçi, yok sayıcı bağnazlığın Dersim özelinde yeniden açığa çıkmasından ibarettir. Yaşanan-yaşatılan katliam bu eksende vuku bulmuştur. Aynı inanç, kimlik ve kültür gurubuna dahil insanları yok sayan uygulamalar günümüzde de likide bir şekilde devam ediyor. Bu açıdan mesele, kuru bir “özür” borcuna indirgenemeyecek kadar köklüdür, tarihseldir.
Bölge insanının kıyımlara rağmen, kadim çağlardan, modern çağa taşımayı başardığı inanç, dil ve kültür farklılığının hak olarak teslim edilmesi gerekir. Genel olarak tarihe, özel olarak Dersim hadisesine tutarlı, hakkaniyetli ve vicdani yaklaşım, böylesi bir sorumluluğu ve samimiyeti gerektiriyor.