Bu yazı daha önce, Mart 2009’da 7. Türkiye Üniversite Öğrencileri Bağımsız İktisat Kongresi’nde sunulmuştur. 1950’li yıllardan bu yana dünya ekonomisinin en önemli problemi ve tartışma konusu olan yoksulluğun neden henüz bir çözüme ulaşmak yerine artarak ve derinleşerek büyüyor oluşunun temelinde yatan esaslar, belki de yoksulluğun nedenlerinin araştırılmasında yanlış faktörlerin sorgulanıyor olmasında ya da konuya yanlış […]
Bu yazı daha önce, Mart 2009’da 7. Türkiye Üniversite Öğrencileri Bağımsız İktisat Kongresi’nde sunulmuştur.
1950’li yıllardan bu yana dünya ekonomisinin en önemli problemi ve tartışma konusu olan yoksulluğun neden henüz bir çözüme ulaşmak yerine artarak ve derinleşerek büyüyor oluşunun temelinde yatan esaslar, belki de yoksulluğun nedenlerinin araştırılmasında yanlış faktörlerin sorgulanıyor olmasında ya da konuya yanlış yerlerden bakılmasında yatmaktadır. Çünkü doğru çözümler ancak doğru sorularla mümkün olabilmektedir. Yoksulluğun nedenleri olarak bölüşüm sorunu, kaynak sorunu, mülkiyet sorunu gibi farklı nedenler öne sürülmektedir. Yoksulluk analizlerinin birçoğu ancak buraya kadar irdelenmekte; ardından yoksulluğun toplumsal sonuçları ve etkileri üzerine yoğunlaşılmaktadır. Oysaki bir kavram ancak karşıtıyla birlikte bir anlam taşıyorsa eğer, yoksulluğu anlamak için öncelikle zenginlik kavramının anlaşılması gerekmektedir. Bilindiği gibi çoğu zaman serbest piyasa ekonomisi, liberal ekonomi gibi isimlerle anılan kapitalizm “rasyonalist bireyci” anlayış temelinde hareket etmektedir. Yani daha da temelde “homo economicus”. Yalnızca kapitalizmin bu varsayımı bile toplumda herkesin zengin olamayacağının bir göstergesidir. Ve hatta iki kişilik bir ekonomi varsayımı altında bir kişinin zenginliği ancak ve ancak diğer kişinin yoksullaşmasıyla mümkündür. Bu konu Marksist ekonomistler tarafından artık değer teorisi ile açıklanmıştır. Mülkiyet ilişkileri, artık değer mekanizması ve doğallığında sınıfların ayrışması çağımızın en büyük sorunu olan “yoksulluk” kavramının temel nedenidir.
Bununla bağlantılı olarak denilebilir ki; eğer kapitalist ekonomi süreci içerisindeki para – meta – para ilişkisi, sermaye birikim süreci ve mülkiyet ilişkileri irdelenmeden, servet birikimi sonucu ortaya çıkan zenginleşme ve karşıt kavramı olan yoksullaşma kavramları tatmin edici bir biçimde açıklanamayacaktır. Dolayısıyla yoksulluk kavramını neden ve sonuç ilişkileriyle birlikte analiz etmeden yalnızca ortaya çıkardığı toplumsal sonuçlar üzerinden, yani görünen boyutu üzerinden bir “yoksullukla mücadele” anlayışı da amacına zaten ulaşamayacağı gibi samimi olmaktan da bir o kadar uzak olacaktır.
Özetle bu yazının konusu; yoksulluk kavramının tanımından öte zenginlik kavramının irdelenmesi, “yoksullukla mücadele” kavramındaki samimiyetin sorgulanması ve bu samimiyetin ölçütününse doğru sorulardan geçtiğini vurgulamaktır.
1. Yoksulluğun Toplumsal Sonuçları Üzerine Kısa Bir Değerlendirme
Yaşamlarımızı neredeyse dört bir yandan sarmış olan, yaşam hakkımızı gittikçe daraltan ve dünya nüfusunun çok büyük bir yüzdesinin yaşamdan dışlanmakla karşı karşıya kaldığı söz konusu problemleri artık görmezden gelmek dünyanın hiçbir ayrıcalıklı insanı ya da ülkesi için bile mümkün değildir. Sistemin yoksulları için yok oluş süreci başladığı andan itibaren başka birçok şey de yok olmaya başlamıştır. Örneğin toplumsal barış ve toplumsal huzur bunlardan en önemlisidir. Önce ahlaki – insani değerlerimiz yitmeye başlar. Yavaş yavaş alışırız hırsızlık haberlerine lanet okumaya, sokakta gördüğümüz küçük selpakçı çocuklara umursamazca bakmaya ve onların ailelerinin ne biçim insanlar olduğunu sorgulamaya başlarız. Ama sorguladığımız; yoksulluğun ve açlığın ya da çaresizliğin insanı insanlıktan ne derece uzaklaştırdığı ya da vahşileştirdiği değildir. Çünkü o zaman sistemi sorgulamış oluruz ki bu hiç de eşitler arası bir savaşım olmadığından dolayı çekiniriz bunu düşünmekten. O zavallılaşmış ve insani olan birçok değerden uzaklaşmış insanları sorgulamak daha kolaydır. Hem de rahatlamış hissederiz kendimizi. Yüzü, üstü başı kirli çocuk için üzüldük ne de olsa, üstüne üstlük suçluyu da bulduk. Zamanla selpakçı çocukları kendilerini tok hissetmek için ya da sıcak bir dünyada hissetmek için çektikleri tinerlerle gördüğümüz zamansa olayın rengi biraz daha değişir. Tutuklanmalıdır onlar, toplumdan yalıtılmalıdır. Oysaki onlar bizim çirkin ve suskun yüzümüzdür ve biz bu yüzle karşılaşmaktan çok korkarız. Bunlar bizim yoksulluk yüzünden yok oluşa sürüklenenlerle beraber yok olan insani değerlerimizin birer parçasıdır yalnızca.
Bunu ilerletmek daha da korkutucudur ama korkmak bazen iyidir. Onun için biraz korkmakta fayda var. Yoksulluğu daha da genişletelim şimdi. Milyonlarca insanın yoksulluk sınırı altında yaşamaya çalıştığı, her geçen gün işsizlerin sayısının arttığı bir ekonomi. Yani kapitalizmin yine devri olarak yaşadığı daralmalardan ve krizlerden birisi daha. Ancak bu kriz alabildiğine genişleyen ve derin bir kriz niteliğindeyse işler biraz karışacaktır. Eğer milyonlarla ifade edilen bir işsiz kitlesinden bahsedecek olursak toplumsal sorunlar ve yozlaşma artarak devam edecek, suç oranları artacak ve gelir dağılımı mücadeleleri şiddetlenecektir. İşte bu durum kapitalizmin en önemli çıkmazlarından birisidir. Tam da bu noktada piyasaların ya hiç işlememesi ya da etkin işleyememesi şeklinde tanımlanan piyasa başarısızlığı durumunda; neo klasik ekolün Leviathan olarak nitelendirdiği devlet kurumu acil olarak yeniden ortaya çıkmalıdır. Hatta Leviathan bu kez epey güçlenerek müdahalelerine başlayacaktır ki bu durum faşizme kadar gidebilecek ve sınırlarını zorlayabilecektir.
Bu koşullar altında faşizm kavramının tanımına yeniden göz atmak anlamlı olacaktır. Başta Clara Zetkin olmak üzere Komintern’e yakın yazarlar faşizmi sermayenin terörist egemenlik biçimi olarak tanımlarlar. Georgi Dimitrov’un Komintern’in 7. Kongresi’nde resmi olarak kabul edilen tarifinde de faşizm “finans kapitalin en gerici, en şovenist, en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğü” olarak tanımlanır. Franz Neumann Nazi Almanyası’nı değerlendirirken, tekelci sistemde totaliter nitelikli politik bir iktidar olmadan kârların korunamayacağını, bunun da nazizmin ayırıcı özelliği olduğunu belirtiyordu. Daha sonra Neumann faşizmi “buyrukçu ekonomi” ya da “totaliter tekelci kapitalizm” olarak tanımlamıştı. Neumann’a göre Almanya’da nazizmin yükselmesi sermayenin tekelleşmeyle sonuçlanan merkezileşme ve yoğunlaşma sürecinin ilerlemiş olmasıyla ilişkilendiriyordu.[1]
Faşizm üzerine yapılan tanımlamalardan da anlaşılacağı üzere; karların korunması ve sistemin aksaklıklarının yeniden giderilebilmesi adına Neumann’ın da dediği gibi buyrukçu bir ekonomi şarttır ve bunu da sağlayabilecek tek ekonomi politika totaliter tekelci kapitalizmdir. Bu tanımların doğruluğu konusunda yalnızca kısa bir yakın geçmiş hatırlaması yeterli olacaktır. 1929 Büyük Buhranının ardından 1933’te Almanya’da Adolf Hitler’in, 2. Paylaşım Savaşı döneminde İtalya’da Benito Mussolini’nin, 1939’da İspanya’da Francisco Franco’nun, 1933’te Portekiz’de Salazar’ın başbakan olmaları bir tesadüf olmasa gerek. Kapitalizmin ünlü buhranlarından birisi olan 1929 Buhranı yanında 1970 yılında yaşanan stagflasyon olgusu da önemli bir krizdir. Bir yandan Keynesyen politikalar büyük hayal kırıklıkları yaratırken bir diğer yandan yine gelir dağılımı mücadeleleri şiddetlenmiştir. Ve ilginçtir bu kez Şili’de 1973 yılında Augusto Pinochet iktidara gelirken Türkiye’de de 1971 ve 1980 askeri müdahaleleri yaşanmıştır.
Bu noktaya kadar değindiğimiz konular üzerine ara bir değerlendirme yapmak gerekirse eğer, yoksulluğun boyutları arttıkça yok oluşlar da kendi içinde daha farklı boyutlar almaktadır. Yazımızın başında değindiğ
imiz toplumsal dejenerasyon ile başlayan yok oluş süreci yavaş yavaş yerini daha büyük kaoslara bırakmaktadır.
2. Yoksulluk Kavramı Üzerine
Gerek sosyal bilimciler gerekse uluslararası organizasyonlar tarafından yoksulluk, kavram olarak üzerinde bir anlaşmaya varılabilmiş bir kavram değildir. Bu farklılıkları ortaya koyabilmek adına bazı tanımlamalara değinmekte fayda vardır.
Örneğin Bauman’a göre “Yoksulluk fenomeni yalnızca yokluk ve bedensel tehlike anlamına gelmez. Yoksulluk aynı zamanda sosyal ve psikolojik bir durumdur: İnsan yaşamının edebe uygunluğu, içinde bulunduğu nezih yaşam standartlarıyla ölçüldüğü için bu standartlara erişememenin kendisi bir sıkıntı, ıstırap ve özsaygı yitimidir. Yoksulluk, “normal yaşam” olarak kabul edilen her şeyden mahrum bırakılma demektir. “İstenilen düzeyde olmama” demektir. Yoksulluk, ayrıca, mevcut toplumda “mutlu bir yaşam”ı ifade eden tüm imkanlardan yoksun bırakılmak, “hayatın sunmak zorunda olduğu”nu anlamamak anlamına gelir.”[2]
Durkheim ise yoksulluğun en önemli sonuçlarından birisi olan toplumsal huzursuzluğu tek başına yoksulluğa bağlamamakla beraber “anomi” kavramını sosyal bilim literatürüne kazandırmıştır. Anominin kelime anlamı normsuzluktur. O, sosyal kontroller zayıfladığında, ahlak ve siyasal kısıtlamalar ortadan kalktığında kendini gösterir ve özellikle sanayileşme ve kentleşme gibi hızlı toplumsal değişme dönemlerinde, geleneksel normların işlemediği veya ortadan kalktığı durumlarda yaygındır. İnsanlar huzursuz ve tatminsiz hale gelirler ve insanların hayattan ne bekleyebilecekleri konusunda yeni bir ahlaki konsensüse ihtiyaç duyulur. Sanayileşme ve tüketimcilik uzmanlaşma ve bencilliği teşvik ederek bu süreci hızlandırır. Anomi bir düzensizlik durumu, sınırlandırılmamış bireyciliğin gemlenememesi nedeniyle sosyal kontroller ve toplumsal düzenin işlemez hale gelmesidir.[3]
Adam Smith’e göre ise; insanlar eşit fırsat ve seçeneklere sahiptir ve onların fırsat ve seçeneklerini çeşitlendirme haklarını kullanması gerekir. Smith bu bağlamda “topluluk içinde var olmaktan utanmaksızın” diğer insanlarla bir arada bulunarak onlarla bütünleşmekten söz eder. Kendinden ve çevresinden utanacak durumda olmak ise yoksulluk düzeyinin zımni sınırı olarak görülmektedir. Adam Smith tarafından zımnen geliştirilmiş olan bu tanım günümüz yoksulluk tanımları içinde “subjektif yoksulluk” olarak büyük ölçüde yeniden vücut bulmaktadır. Bu genel değerlendirmeye göre “subjektif yoksullar” kendilerini “yoksul” olarak tanımlayanlardır ve bu noktada temel kriter ne gelir, ne de toplumsal fırsatlardan yararlanma düzeyi değildir. Kriter, yapamadıkları ya da erişemedikleri nedeniyle kendinden veya çevresinden utanma sınırında olmakla ilgilidir, tamamen subjektiftir, bireye özeldir.[4]
Dünya Bankası ise mutlak ve göreceli yoksulluk şeklinde farklı iki yoksulluk kavramını daha gündeme getirmiştir.
Mutlak yoksulluk kavramı, fiziksel açıdan sağlıklı bir yaşam sürdürebilmek için gerekli temel koşulları ifade eden geçim düşüncesine dayandırılmıştır. Bu yaklaşıma göre yoksulluk genellikle “beslenme, barınma ve giyinme gibi insan yaşamı için gerekli temel gereksinmeleri karşılamak için yeterli kaynağa sahip olamama durumu” olarak veya “mutlak asgari refah düzeyinin altında kalma durumu” ve “yaşamda kalabilmek için gerekli mal ve hizmetlere olan gereksinmelerin karşılanamaması durumu” olarak tanımlanmaktadır. Buna göre, insanın biyolojik olarak kendisini üretebilmesi için gerekli diğer besin bileşenlerini sağlayacak beslenmeyi gerçekleştiremeyen kişiler mutlak yoksul sayılmaktadır.[5]
Göreceli yoksulluk ise; her bir toplum için geçerli olan, geniş yaşam standartlarıyla ilgili bir yoksulluktur. Temel gereksinimlerini mutlak olarak karşılayabilen, ancak kişisel kaynaklarının yetersizliği yüzünden toplumun genel refah düzeyinin altında kalan ve topluma sosyal açıdan katılmaları engellenmiş olanları kapsamaktadır.[6]
ILO kırda yoksullaşma sürecine özellikle istihdam açısından yaklaşarak “kırsal yoksulluk” (rural poverty) üzerine 1979’dan itibaren eğilmiştir. Kırsal yoksulluk, ILO’ya göre, kırsal alandaki açık veya gizli işsizlik olarak tanımlanmakta, azalan gelir düzeyleri nedeniyle kırsal alanda hızlı bir yoksullaşma sürecine dikkat çekmektedir.[7]
UNDP’nin tanımına göre ise “insani yoksulluk”, katlanılabilir bir yaşam için gerekli fırsatlar ve seçeneklerden feragat etmektir.[8]
3. Yoksulluk Kavramının Yoksulluğu
Ahlaka Dönüş Bilimsel Düşüncenin Gerisine Düşmektir
Karl Marx
Kapitalizmin tarihi zıtlıkların tarihidir. Zenginlik ile yoksulluk, gelişme ile azgelişmişlik, özgürlük ile zorunluluk kapitalizmin insanlık tarihinde düzenli olarak ürettiği ve normalleştirmeye çalıştığı asimetrinin eksenleridir. Bir toplumsal yapı olarak kapitalizmin temel çelişkisi bu asimetrik ilişkilerin normalleştirilmesinde yatmaktadır. Bugün yoksulluk yazını tıpkı 18. yüzyılın sonu, 19. yüzyılın başında olduğu gibi “ahlaklı” reformistlerin topluma peygamber çağırmalarına benzer.[9]
Gerçekten de yaşadığımız son kapitalist finans krizlerinin gölgesinde Dünya Bankası gibi uluslararası organizasyonlar başta olmak üzere birçok aydın ve ekonomistin gündemi yeniden yoksulluk oldu. Fakat maalesef yoksulluk yine bir sonuç değerlendirmesi olarak tartışılmakta ve yoksulluğun kökenleri, yoksulluğu yaratan çıplak gerçek asla el değmeyen kutsallığını korumaya devam etmektedir. Ve gerçeğe dokunamamaksa tüm bahsi geçen entellektüel tartışmaları ahlakçılık zeminine mahkûm etmektedir. Ki bu ahlakçı zemin gerçekler karşısında bir yanıyla da iyi bir sığınaktır.
Bu nedenle olmalı ki 18. ve 19. yüzyılların liberal aydınlanmacı geleneği mutlak gerçekçi ve ahlakçıydı. Kapitalizmin en kökten eleştirmeni Marx, çağdaşı reformistleri ve ütopik sosyalistleri “ahlaka dönüşün bilimsel düşüncenin gerisine düşmek” olduğunu vurgulayarak eleştiriyordu. Kuşkusuz Marx ahlaklı bir kişiydi ama ahlakçı değildi. Kapitalizmin sermaye tarafından ele geçirilmiş gerçekliğini ve bu gerçekliğin metaforunu sıradan insanların, emekçilerin ekseninden bakarak yeniden kuruyor ve ona yeni bir ahlak yüklüyordu. Eşitlik ve “iyi” sorunu emekçi kitleler için basitçe bir denklik sorunu değildi. Ücretli emek ilişkisi sistemin bütünü ve eşitsizliğin kendisiydi. Felsefenin Sefaleti’ne girişte Engels, Marx’ın burjuva iktisatçılarına yaptığı eleştiriyi hatırlatarak şöyle söylüyordu: “Burjuva ekonomisinin yasalarına göre, ürünün büyük bir kısmı onu üreten işçilere ait değildir.”. Bu durumun haksızlık olduğunu yalnızca sahip olduğumuz ahlaki nedenlere dayanarak söylemek, gerçekliği ahlakla eleştirmektir ki bu gerçekliğin yeniden üretilmesinden başka hiçbir işe yaramaz. Çünkü ahlakçılar eninde sonunda kurulmuş bir iktidar alanının gerçekçileridirler. Bu nedenle Marx gerçekliği ahlaki olarak eleştirmemiştir. Kendisi kaba olan bir gerçeklik ancak onun en temel, yani en kaba biçiminde eleştirilebilir. Kapitalizmin en kaba gerçekliği yoksulluk değildir. Yoksulluk bir sonuçtur. Kapitalizmin en kaba gerçekliği sömürüdür. Bu anlamda kapitalizmi anlamak, en gerçek haliyle, sömüren ve sömürülen sınıflar arasındaki ilişkiyi açığa vurmakla mümkün olabilir.[10]
Eğer ki yoksulluk bir sonuçsa ve bu sonuç bütün korkunçluğuyla duruyorsa ve eğer ki bu korkunç gerçekliği anlamak istiyorsak odaklanmamız gereken tek yer yoksullaşmanın biricik nedeni olan zenginleşme olgusudur.
Kapitalist gelişmenin her ileri aşaması sadece
proleterlerin sayısını artırmakla kalmaz, sistemin mantığının bir gereği olarak, mutlak ve göreli yoksulluğu da artırır. Zira birincisi, proleterin emeğini satabilmesi, bir iş bulabilmesi her zaman kesin değildir; ikincisi aldığı ücretle kendisinin ve aile fertlerinin karnını doyurması de kesin değildir. Bu da işssizliğin, açlığın ve sefaletin her zaman reel ve potansiyel olarak varolması demektir… Kapitalist üretim doğa tahribatını da derinleştirerek yol alabilir. Demek ki, kapitalist üretim toplumsal kötülükleri büyütmeden ve ekolojik yıkımı derinleştirmeden varolamıyor. Dünyadaki açlıkla mücadele ettiğini söyleyen Dünya Bankası’nın açıkladığı son rakamlar söylediklerimizi bir kere daha doğrular nitelikte. Bankanın 9 Eylül 2008 tarihli raporunda 2005 de üç milyar 140 milyon insanın günde ikibuçuk [2.5] dolardan az gelirle ‘yaşadığı’, bu nüfusun %44’ünün de günde 1,25 doların altında gelire sahibolduğu belirtiliyor. %85’i beş yaşın altında çocuk olmak üzere her gün 30 binden fazla insan, açlıktan, yetersiz beslenmeden, sıradan bulaşıcı hastalıklardan, vb. ölüyor. Dünya Tarım Örgütü de 820 milyon insanın yetersiz beslendiğini açıkladı… 1.1 milyar insanın içme suyu sorunu var veya içtiği su sağlığa uygun değil. 2.4 milyar insan da ‘yeterli’ sağlık bakımından yoksun…[11]
4. Zenginleşmenin Matematiği: Meta ve Artı Değer Üretimi
Meta dolaşımı sermayenin çıkış noktasıdır. Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların zenginliği “muazzam bir meta birikimi olarak kendini gösterir. Araştırmalarımızın, bu nedenle, metanın tahlili ile başlaması gerekir.[12]
Gerçekten de birçok çağdaşının aksine Marx eserini yazmaya ve tahlillerine para kavramından önce meta kavramını açıklayarak başlamıştır. Çünkü ona göre kapitalist ekonominin temelinde yatan şey üretilen unsurların kullanım değeri değil değişim değeridir ki bu durum meta kavramının yaratılabilmesinin de yegâne koşuludur. Emeğin de bu değişim süreçleri içerisinde metaya dönüştüğü temel mantığı üzerine kurulu olan Marxist ekonomi için yoksulluğun bir neden değil sonuç olması da bundandır.
Meta; herşeyden önce, bizim dışımızda bir nesnedir ve taşıdığı özellikleriyle, şu ya da bu türden insan gereksinimlerini gideren bir şeydir. Bir şeyin yararlılığı, onu, bir kullanım değeri haline getirir. Kullanım değerleri, ancak kullanım ya da tüketim ile bir gerçek haline gelir: Bunlar, ayrıca, toplumsal biçimi ne olursa olsun, her türlü servetin özünü oluştururlar. İncelemek üzere olduğumuz toplum biçiminde (kapitalist toplumda), bunlar, ayrıca, değişim değerinin maddi taşıyıcılarıdır… Kullanım değeri olarak metalar, herşeyden önce birbirinden farklı niteliktedir; ama değişim – değerleri olarak yalnızca farklı miktarlardır. Ve dolayısıyla zerre kadar kullanım değeri içermezler. Demek ki; metaların kullanım – değerlerini bir yere bırakırsak, geriye ortak tek bir özellikleri, emek ürünleri olmaları özelliği kalır. Bir kullanım değeri ya da yararlı bir madde, bu nedenle ancak, içersinde soyut insan emeğinin soyutlaştığı ya da maddeleştiği için bir değere sahiptir.[13]
Kapitalistin gözünde iki amaç vardır:
1) Önce, değişim değeri olan bir kullanım – değeri üretmek ister, yani satılacak bir mal, bir meta üretmek ister.
2) Sonra, değeri, üretiminde kullanılan metaların toplam değerlerinden daha fazla olan bir meta üretmek ister; yani ürettiği şeyin değeri, serbest piyasadan satın aldığı üretim araçları ve emek gücünden fazla olmalıdır.[14]
Amacı, yalnız kullanım değeri değil, onunla birlikte meta üretmektir; yalnız kullanım değeri değil, değer üretmektir; yalnız değer değil, aynı zamanda artı – değer üretmektir.
Marx, artı değer hesaplamalarına geçmeden önce sıkça kullandığı iki farklı sermaye tanımından daha bahseder. Bunlar değişmeyen sermaye ve artı değerin yaratılabilmesini sağlayan değişen sermayedir.
Değişmeyen sermaye ile kastettiği; üretim araçları, hammadde, yardımcı malzemeler ve iş aletlerince temsil edilen ve üretim süreci sonunda bir değer değişimine neden olmayan unsurlardır.
Değişen sermaye ise emek gücüdür. Emek gücü kendi değerinin eş değerini yeniden ürettiği gibi, değişen şartlara göre az ya da çok olabilen bir artı değer de yaratabilmektedir.
Artı değer oranı ile birlikte emek gücünün sömürülme derecesini görebilmek için basitleştirilmiş bir eşitlik oluşturulabilir.
S: Yaratılan sermaye
s: Üretim araçlarına yaratılan para miktarı (Değişmeyen sermaye)
d: Emek gücü için harcanan para miktarı (Değişen sermaye: İşçinin geçimi ve kendisini yeniden üretebilmek için aldığı ücret)
a: Artı değer
S = (s + d) + a -> S’
Eşitliği basitleştirmek için rakamsal bir örneğe dönüştürebiliriz. Örneğin, yatırılan sermaye 500 Sterlin ve bu 500 Sterlin’nin bölüşümü ise şöyle olsun:
500 Sterlin = (410 Sterlin değişmeyen sermaye + 90 Sterlin değişen sermaye) + 90 Sterlin artı değer
Başlangıçtaki sermaye S şimdi S’ olmuştur. Yani 90 Sterlin artı değerdir.
Burada artı değerin oranı önemli konulardan birisidir.
Artı değer oranı a/S = a/s+d değildir. Eğer bu şekilde hesaplayacak olursak artı değer oranı 90/500 = 0,18 gibi küçük bir rakam çıkacaktır. Ancak s(değişmeyen sermaye değeri) olduğu gibi ürüne katılırken, artı değeri yaratan unsur değişen sermaye yani emektir. Bundan dolayı artı değer oranı a/d’ye eşittir. Böylece 90/90 = %100’dür ve görünüşteki sömürü derecesinin (0.18) beş katından fazladır. Bu durumda, işçi, işgününün yarısından fazlasını artı – değer üretmek için kullanıyor ve bunu çeşitli kimseler, çeşitli bahanelerle aralarında bölüşüyorlar.[15]
Eğer işçinin çalışma süresi artacak olursa, sabit (d) ödemesine karşılık daha uzun saatlik bir mesai daha büyük bir S’ yaratacaktır. İşte buna “mutlak artı değer” denir. Dolayısıyla mutlak artı değerin yaratılmasında en önemli unsurlardan birisi işgünü meselesidir. Marx bunu da bir örnekle açıklamıştır. Diyelim ki A…….B doğrusu, 6 saatlik gerekli emek – zamanın uzunluğunu temsil etsin. Eğer iş A…….B doğrusunun ötesinde 1 – 3 ya da 6 saat uzarsa, üç ayrı doğru oluşur.
İşgünü I: A………B – C ( 7 saat)
İşgünü II: A……….B – – – C (9 saat)
İşgünü III: A……….B – – – – – – C (12 saat)
(B- C artı emeğin uzunluğunu temsil eder)
Görülüyor ki, böyle bir ortamda, artı değerin, artı emekle yaratılması artık sır olmaktan çıkmıştır. Çok saygıdeğer bir bey bana, “Günde bana on dakikalık aşırı çalışma izni verecek olursanız, cebime yılda fazladan bin sterlin koymuş olursunuz” demişti. An’lar kârın ögeleridir.[16]
Peki kapitalistin daha fazla artı değer istemesi mümkün müdür? Eğer mutlak artı değerden bahsedecek olursak bu istem çalışma yasalarında koyulan bir takım işgünü saati yasalarıyla ya da doğanın koymuş olduğu 24 saatlik doğal sınırla engellenebilecektir. Öyleyse artı değer üretimi konusu sınırlı bir değer üretimi midir sorusuna kapitalizm cevabını bulmuştur. Hayır. Bu sınır aşılabilir. Marx bu sınırı aşan artı değeri nisbi artı değer olarak tanımlamaktadır. Yukarıdaki örnekte B-C arasında kalan alan değer artırılamıyorsa A-B arasındaki alan daha iyi değerlendirilebilir. Bunun yolu ise emeğin verimliliğinden yani toplumsal emek zamanın kısalmasından ya da üretim araçlarındaki gelişmelerden yani teknolojinin sunduğu fırsatlardan geçmektedir.
Bu konuda Marx; mutlak ve nispi artı değeri
şu şekilde tanımlar: “İşgününün uzatılmasıyla üretilen artı değere, ben, mutlak artı değer diyorum. Buna karşılık, gerekli emek zamanının kısaltılması ve bunun sonucu, işgününün iki kısmının uzunluklarındaki değişiklikten doğan artı – değere, nispi artı değer diyorum.”[17]
5. Yoksulluk Kavramıyla İlgilenmenin Üç Farklı Nedeni
Yoksulluk kavramı üzerine bugüne değin sosyal bilimler alanında birçok çalışma yapılmış ve yoksulluğun nedenleri hakkında farklı bakış açıları ortaya atılmıştır. Yoksul olmanın nedenlerini insanların tembelliği ve kişisel yetersizliklerinde görecek kadar ileri giden fikirlerle birlikte neyse ki çağımızda bu çıkarımlardan görece zekice fikirler de ileri sürülmektedir.
Oysaki yoksulluk kavramı Marksist yazının gösterdiği gibi meta ve artı – değer üretimi ile birlikte ele alındığında; yani öncelikle karşıtı anlaşılabilir hale geldiğinde, tüm karmaşasını yitirmektedir. Hatta bundan sonra dünyadaki yoksulluk rakamları, yoksulların yaşayış biçimleri ya da yoksulluğun çözümüne ilişkin önerilen üstsel önlemlerin hiçbir anlamı kalmamaktadır. Çünkü samimi bir yoksullukla mücadele çalışması demek aslında zenginlikle mücadele yani kapitalizmle mücadele anlamına gelmektedir.
Bu durumda artık yoksulluğu sorgulayan için yoksulluğun ne demek olduğundan daha önemli bir sorun ortada durmaktadır. “Bunu neden yaptığı”. Çünkü tüm bunları yapıyor olmanın üç gerçek nedeni ile karşı karşıya gelmiştir artık yoksulluğu anlamaya ve tanımlamaya çalışan. Ya kapitalizmin bu günahkâr gerçeğini gizlemek için bir takım entellektüel söylemler üretecektir ya da daha öncede değindiğimiz gibi kendisine ahlakçı bir sığınak yaratıp hemen her gün duyduğumuz hatta kapitalizmin en büyük kurumlarından bile duyduğumuz istatistikleri yaratmaya devam edecektir. Bir üçüncü kişi ise yoksulluğu kapitalizmin ideoloğu ya da ahlakçı bir ekonomist olmayı reddederek kavramın gerçek varlık nedeni üzerinde duracak olan kişidir. İşte bu kişinin derdi ekonomi literatürüne yeni yoksulluk kavramları eklemek, yeni istatistikler çıkartarak yoksulluk gerçeğini rakamların arkasına gizleyerek soyut bir durum haline getirmek olmayacaktır. Ya da ahlakçı bir zemine sığınıp yeryüzündeki milyarlarca yoksul insana ilişkin bir vicdan rahatlatma da olmayacaktır. Çünkü soru doğru bir yerden başlamıştır. Yoksulluğun nedeni nedir? İşte bu sorunun ardından ulaştığımız artık değere el koyma ile gerçekleşen sömürü gerçeği, öncelikle karşımıza “yoksulluk” değil “zenginleşme” kavramını çıkarmaktadır. Dolayısıyla milyarların yoksulluğunun temel nedeninin azınlık bir nüfusun aşırı zenginleşmesi olduğu gerçeğine ulaştıktan sonra, artık uğraşılması gereken şeyin kendisi kavram olarak yoksulluk ya da yoksul insanların sayıları ve yaşam biçimlerinin ne olduğu değil, bu durumu ortaya çıkaran çıplak gerçeğin, yani artı değer sömürüsünün ta kendisini ortaya çıkarmaktır.
Son olarak yine Marx’ın çağdaşı entellektüellere yaptığı hatırlatmayı yinelemek isterim. “Ahlaka Dönüş Bilimsel Düşüncenin Gerisine Düşmektir.”
Dipnotlar:
[1]. http://tr.wikipedia.org/wiki/Fa%C5%9Fizm, Erişim Tarihi 20.02.2009
[2]. Zygmunt Bauman, Küreselleşmenin Toplumsal Sonuçları, (çev. Ümite Öktem), Sarmal Yayınevi, İstanbul, 1999, s.60
[3]. http://www.e-sosyoloji.com/durkheim.htm
[4]. Gelir Dağılımının İyileştirilmesi Ve Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Ankara 2001, s. 103
[5]. Faruk Sapancalı, Sosyal Dışlanma; Dokuz Eylül Yayınları; İzmir; 2005 s. 54
[6]. Sapancalı, a.g.e.s. 55
[7]. Gelir Dağılımının İyileştirilmesi Ve Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Ankara 2001, s. 105
[8]. Gelir Dağılımının İyileştirilmesi Ve Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Ankara 2001, s. 105
[9]. Serdal Bahçe – Ahmet Haşim Köse, Yoksulluk Yazınının Yoksulluğu: Toplumsal Sınıflara Dönmek, http://www.sendika.org/arsiv/Yoksulluk__Kose_Bahce-2007-06-12.pdf
[10]. Serdal Bahçe – Ahmet Haşim Köse, a.g.m.
[11]. Fikret Başkaya, http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=19672
[12]. Karl Marx, Kapital; Sol Yayınları; 7. Baskı s.47
[13]. Marx, a.g.e. s.48-49
[14]. Marx, a.g.e. s. 188
[15]. Marx, a.g.e. s.219
[16]. Marx, a.g.e. s. 239
[17]. Marx,a.g.e. s. 306
KAYNAKÇA
1- Bauman, Zygmunt; Küreselleşmenin Toplumsal Sonuçları; (çev. Ümite Öktem); Sarmal Yayınevi; İstanbul; 1999
2- Sapancalı, Faruk; Sosyal Dışlanma; Dokuz Eylül Yayınları; İzmir; 2005
3- Gelir Dağılımının İyileştirilmesi Ve Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonu Raporu; Ankara 2001
4- Bahçe, Serdal – Köse, Ahmet Haşim; “Yoksulluk Yazınının Yoksulluğu: Toplumsal Sınıflara Dönmek http://www.sendika.org/arsiv/Yoksulluk__Kose_Bahce-2007-06-12.pdf
5- http://tr.wikipedia.org/wiki/Fa%C5%9Fizm, Erişim Tarihi 20.02.2009
6- http://www.e-sosyoloji.com/durkheim.htm
7- Başkaya, Fikret; Zenginlerin dünyası: “Bütün ülkelerin Kapitalistleri Birleşti…” http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=19672
8- Marx, Karl; Kapital; Sol Yayınları; 7. Baskı