Gazetelerin üçüncü sayfasında görmeye alıştığımız şiddet haberleri, artık gazetelerin ilk sayfalarına taşınmaya başlandı. Bu, şiddetin geldiği noktanın artık çok satan gazetelerin eşiğini bile zorladığını gösteriyor. Bu da kadına yönelik şiddet üstüne tekrar düşünmeyi zorunlu kılıyor. Kadını kuşatan ataerkil normların ihlali, şiddet şeklinde bir karşılık buluyor kendine. Bu normların, kadının bedenini, emeğini, cinselliğini kontrol altına aldığını […]
Gazetelerin üçüncü sayfasında görmeye alıştığımız şiddet haberleri, artık gazetelerin ilk sayfalarına taşınmaya başlandı. Bu, şiddetin geldiği noktanın artık çok satan gazetelerin eşiğini bile zorladığını gösteriyor. Bu da kadına yönelik şiddet üstüne tekrar düşünmeyi zorunlu kılıyor.
Kadını kuşatan ataerkil normların ihlali, şiddet şeklinde bir karşılık buluyor kendine. Bu normların, kadının bedenini, emeğini, cinselliğini kontrol altına aldığını ve onu denetlediğini söyleyebiliriz. Çünkü, kadının ne giyeceğinden, nasıl konuşacağına, yemek yapmasından, sokakta gezeceği saate kadar pek çok şeyini belirliyor ve onu kuşatıyor.
Kadına yönelik şiddetin her türlüsünü görmek, tanık olmak mümkün. Cinsel şiddetten, fiziksel şiddete, psikolojik şiddetten ekonomik şiddete kadar. Ama fiziksel şiddet o kadar görünür hale geldi ki, sıra diğer şiddet biçimlerini konuşmaya gelmiyor. Çünkü fiziksel şiddet, kadınların en temel hakkını “yaşam hakkını” tehdit ediyor. Kadınlar, sevdikleri, ayrıldıkları, kocalarına karşılık verdikleri, yemek yapmadıkları ya da boşandıkları için öldürülebiliyor.
Bu noktada, devletin kadına yönelik şiddeti önlemede, ortadan kaldırmada yükümlülüklerini ne kadar yerine getirdiği sorusu ve bunun yanıtı önem taşıyor. Bu soruya yanıt ararken, 1998’de yürürlüğe giren 4320 sayılı “Ailenin Korunmasına Dair Kanun”un uygulamasına bakmak gerekiyor.
Yasanın adı, “Ailenin Korunması” başlığını taşıyor. Ancak burada ironik olan şey, şiddetin en çok ailede yaşanmasıdır. Bu durumda kim korunmaktadır? Şiddet üreten aile kurumu mu, yoksa şiddete uğrayan kişi ya da kişiler mi? Şu durumda, isimlendirme bir çelişkiye işaret ediyor. Çünkü, şiddet ailede yaşanıyor ve dolayısıyla korunması gereken de “aile” değil, şiddete uğrayan ya da uğrama tehdidi altında olandır.
Kadının yaşam hakkına yönelen şiddet olaylarının çoğunda, kadın boşanmak istediği için şiddet görüyor. Oysa, yasada boşanan ya da fiilen birlikte yaşayan kişilerin de bu yasadan yararlanacağı açıkça belirtilmiyor. Oysa bu gruba giren kadınlar da yoğun bir şekilde şiddete uğruyor. Çünkü boşanma gerçekleşse de eski kocaların eşlerini denetleme, kıskanma ve namusu olarak görme eğilimi devam ediyor. Bu, evli olmayıp da birlikte yaşayan ve ayrılan kadınlar için de geçerlidir. Nitekim Türkiye’de kadınlar boşandıkları için, boşandıktan sonra ilişkiye girdikleri için öldürülüyor. Bu, fiilen yaşanan birliktelikler için de fazlasıyla geçerlidir.[1] Ancak bazı mahkemeler, sözü edilen durumdaki kadınlar için koruma talebine hükmetmiyor.
Yasa’nın uygulanması noktasında, görevlilerin tavrının (duyarsızlığının), kadınların yaşadıkları şiddeti açıklamada, buna karşı hukuksal yollara başvurmada olumsuz etki yaptığı söylenebilir. Çünkü kadına yönelik şiddeti bir “aile kavgası” olarak gören, kadını şiddet yaşadığı eve gönderen anlayış hala varlığını sürdürüyor.
Cinsel şiddet noktasında da manzaranın ürkütücü olduğu rahatlıkla söylenebilir. Kadınlar, etek giydikleri ya da gece geç saatte sokakta dolaştıkları için cinsel şiddete maruz kalabiliyorlar. Şiddet için üretilen gerekçelerse çok. Sadece Türkiye’de değil, pek çok ülkede kadınlara devlet tarafından yapılan telkinler aynı. Cinsel şiddet olaylarında, mağdur kadınların kışkırtması aranıyor ve kadınlar, “mini etek giymeyin, yoksa tecavüze uğrayabilirsiniz” diye uyarılıyor.[2]
Yıllar önce mikrofon uzatılan bir adam “namus nedir” diye soran spikere, karısını göstererek “işte namus bu, benim karım, evden çıkmaz ben yokken” demişti. Belli ki, adam için kadının namuslu olma hali, bir erkeğin kölesi olmaya denk geliyordu. Mikrofon uzatılan bir kadınsa “bu, erkeklerin bize hükmetmek için uydurdukları bir şeydir” diyerek çok net bir tanım yapmıştı.
Aslında sistemin kadına bakışı da farklılık taşımıyor. Kadın için makbul olanı, çocuk yapıp evde oturması ve çalışmaması. Mümkünse kamusal alana (erkeksiz) girmemesi Bu yolla kadın, kendisini de korumuş olur. Hem de yargının iş yükü hafifler!. Bunun anlamı, ataerkilliğin devlet katında üretilmesidir.
Yakın bir zamanda, bunun vahim bir örneğini yaşadık. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK), yargının iş yükünün azaltılmasıyla ilgili “Yargıda Durum Analizi” isimli raporunda, “Tecavüze uğrayan kadının tecavüzcüsüyle evlenmesi halinde dava düşürülmeli,” yönündeki önerisi dikkat çekti.[3] Eski yasada yer alan bu düzenleme, kadını tecavüzüyle evlendirerek adeta faili ödüllendiriyor. Ama en korkuncu, kadının bu şekilde aşağılanması. Kadını tecavüzcüsüyle evlendirerek iş yükünü hafifletme şeklindeki öneri, yargının eril zihniyetini göstermesi açısından oldukça manidardır. Yargıyı iş yükünden kurtaracak şey, kadını tecavüzcüsüyle evlendirmek olmamalıdır. İş yükünü hafifletmek için, başka yerlere bakmak daha doğru olur. Bu noktada, her muhalif hareketin, hak arama özgürlüğüne giren her eylemin suç sayılıp yargılanmaması daha yerinde bir öneri olacaktır. Yani, kadınları aşağılayan bir hükmü yeniden canlandırmak yerine, yasaları daha özgürlükçü-eşitlikçi bir bakışla yorumlayarak ifade özgürlüğünün önünü açmak yargının iş yükünü hafifletecektir.
Yargı cephesinde görülen ataerkillik, böyle bir öneriyle sınırlı değildir. Mahkeme kararlarında da bunun bir sürü örneğiyle karşılaşabiliriz. Çünkü bazı mahkemeler, şiddet faillerinin ürettiği gerekçeleri ve bu yöndeki savunmaları hala “tahrik” olarak değerlendirilebiliyor. Böylece, şiddet olaylarında kadının hareketleri haksız tahrik hükmüne gerekçe yapılabiliyor. Namus cinayetlerinde de, bazı mahkemeler tarafından haksız tahrik hükmü uygulanmaya devam ediyor. Bunun sonucuysa, şiddet faillerinin haksız tahrik indiriminden yararlanarak daha az ceza alması oluyor.
Türkiye’deki kadın mücadelesi, önemli kazanımlar elde etmiştir. Kadına yönelik şiddetten, Medeni Yasa’daki ayrımcı hükümlere ve evlilik içi tecavüze kadar özel alana dair pek çok başlık, kadın mücadelesi tarafından gündemleştirmiştir. Değişik kampanyalar, dergiler, paneller ve dernekleşme kadın mücadelesi tarafından kullanılmıştır.[4]
Bugün yaşanılan şiddetin yaygınlığı, boyutları ve kazanımlara yönelik tehditler, kadınları bugün de mücadeleye çağırıyor. Ancak bu mücadele, kazanımları korumayla sınırlı olmamalı, onları ilerletmeyi amaçlamalıdır. Bu çağrı hepimize…
Dipnotlar:
[1]. Eray Karınca, “Kadına yönelik aile içi şiddetin önlenmesi için beş öneri”, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetay&ArticleID=939704&Date=25.12.2009&CategoryID=42, Erişim Tarihi: 24.11.2009
[2]. http://bianet.org/bianet/toplum/133120-pariste-kaltak-yuruyusu-new-yorkta-polis-tacizi
[3]. http://bianet.org/bianet/diger/132779-tecavuzcusuyle-evlenirse-is-yukumuz-azalir
[4]. Ayşe Gül Altınay-Yeşim Arat, Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet, 2.b., İstanbul: Punto Baskı, 2008
* Araştırma Görevlisi Dr.Emek Bayrak
Kocaeli Üniversitesi