Hükümetin bakanları kriz söylemiyle halkı korkutup kredi genişlemesini yavaşlatmaya çalışırken Başbakan da bu ortamdan kendine bir kahramanlık hikâyesi devşirmeye çalışıyor Son günlerde ortaya çıkan ekonomik kriz tartışması sömürge tipi faşizmin inşa edilme biçimi olan “yukarıdan aşağıya” örgütlenme olgusunu çağrıştırıyor. Hükümetin birinci dereceden ekonomi otoritesi olan ağızlardan çıkan sözlerle şekillendirilen kriz olgusu medya aracılığı ile halkın […]
Hükümetin bakanları kriz söylemiyle halkı korkutup kredi genişlemesini yavaşlatmaya çalışırken Başbakan da bu ortamdan kendine bir kahramanlık hikâyesi devşirmeye çalışıyor
Son günlerde ortaya çıkan ekonomik kriz tartışması sömürge tipi faşizmin inşa edilme biçimi olan “yukarıdan aşağıya” örgütlenme olgusunu çağrıştırıyor. Hükümetin birinci dereceden ekonomi otoritesi olan ağızlardan çıkan sözlerle şekillendirilen kriz olgusu medya aracılığı ile halkın gündemine enjekte edildi. Kriz tartışması böyle yukarıdan aşağıya bir tartışma olarak inşa edilince insanın içine kurt düşüyor. Hükümet bir maksat hâsıl olsun diye mi böyle bir tartışmayı gündeme getirdi?
Öncelikle Dolar, Euro ve altındaki yükselişi kriz alameti olarak görmek kriz tahlilini fazla basite indirgemek olur. Zira küresel finansal krizin birincil dereceden kaynağı olan ve hala kriz içerisinde debelenmekte olan ABD’nin para birimi olan Dolar’ın ve yine başta Yunanistan olmak üzere Portekiz, İspanya ve İtalya gibi krizin bizzat içerisinde ya da kıyısında olan ülkelerin para birimi Euro’nun TL karşısında değer kazanmasından Türkiye’de kriz yaşanacağı sonucunu çıkarmak analitik bir “deha” göstergesinden başka bir şey değildir.
Döviz kurlarındaki değişimi bir iktisadi durum göstergesi olarak algılamak yerine bir spekülatif hareket olarak algılamak daha makul bir davranış sayılabilir. Dünya genelinde faiz oranlarının yerlerde süründüğü, sermayenin spekülatif değerlenme alanının daraldığı kriz günlerinde Nisan-Temmuz arasındaki 4 aylık süreçte Dolar ve Euro’nun TL karşısındaki hareketinin pek çok spekülatör için can simidine dönüştüğü düşüncesindeyim. Çünkü, Nisan başında TL ile Dolar ya da Euro alan bir para spekülatörü bu 4 aylık sürede “vergisiz algısız” yüzde 15’e yakın kar etti. (Bu 4 aylık süreçte Dolar 1.49’dan 1.70’e, Euro 2.18’den 2.45’e çıktı. Aynı dönemde spekülatör parasını vadeli mevduat olarak değerlendirseydi vergiler düştükten sonra yalnızca yüzde 2-3 arasında bir kar elde etmiş olacaktı.) Tabii bu karların realizayonu için dövizden TL’ye geçiş ve döviz fiyatlarında Nisan seviyelerine dönüş gerekli. Dövizde önümüzdeki haftalar içerisinde yaşanacak bir baş aşağı gidişle bu realizasyona şahit olabiliriz. Metaların genel eşdeğeri olan altının yükselişi ise salt spekülatif harekete indirgenemeyecek bir genel küresel iktisadi kriz tahlilini gerektirir.
Hükümetin kriz söylemi inşasına dönecek olursak, Türkiye eli kulağında bir ekonomik krizle karşı karşıya olsaydı bunu duyacağımız ilk kaynak büyük ihtimalle hükümetin kendisi olmayacaktı. 2008’de krizin bizzat etkilerini yaşadığımız günlerde fabrikalarda üretim durma noktasına geldiği, binlerce işçinin kapı önüne konulduğu, ücretsiz izne çıkarılanların işten kovulmadığı için şükrettiği zamanlarda “kriz yok” diye bağıranların bugün yaptıkları soğukkanlı kriz açıklamaları hiç samimi gelmiyor. Peki, bu açıklamaları neye yoralım?
Türkiye’de uzun yıllardan bu yana devam eden bir cari açık tartışması var. Buna son aylarda Türkiye ekonomisinin aşırı ısınması tartışması da eklendi. Cari açık ve ekonominin aşırı ısınması tartışmalarının temelinde ise asıl olarak Türkiye’de kredi genişlemesindeki artış var. Tüketici kredileri (konut, taşıt, ihtiyaç) ve kredi kartlarıyla yapılan harcamalar olarak basitleştirebileceğimiz bu kredi kullanımındaki genişleme henüz Türkiye’de çok büyük boyutlara ulaşmış değil. Ancak dünyada ortaya çıkan ekonomik krizle hükümetin fark ettiği bir gerçek var ki “kredi genişlemesi” olarak adlandırılacak bu olgu aynı zamanda ekonomide iplerin hükümetin elinden kayması anlamına da geliyor. Kredi genişlemesinin ivmelenerek artmasından hem bu krediyi veren bankalar, hem de bu krediler sayesinde mallarını satabilen diğer sermaye sahipleri fayda görüyor. Tabii her borç döngüsünde olduğu gibi kredi genişlemesinin de kendi doğal sınırları var.
İşte hükümet kredi genişlemesinin bu doğal sınırlarına ulaşarak yaşanacak “gerçek” bir kriz yerine yukarıdan aşağıya bir kriz söylemi inşa ederek kredi genişlemesini yavaşlatmak, ekonomiyi soğutmak, cari açıktaki yükselişi kontrol altına almak ve ekonomide dizginleri kavramak istiyor. Aslında hükümetin bu konudaki girişimleri 12 Haziran seçimlerinin çok öncesinde başladı. Bankaların sahip oldukları mevduatlar karşılığında Merkez Bankası’nda tutmaları gereken zorunlu karşılık oranları artırıldı. Kredi kartlarında asgari ödeme tutarları yüzde 40’lar seviyesine kadar yükseltildi. Konut kredisinde tüketiciye yüzde 25 peşinata sahip olma zorunluluğu getirildi. Başbakan Yardımcısı Ali Babacan kredi genişlemesinde öne çıkan bazı bankaları uyarırken “Polisiye tedbir tercih etmiyoruz” diyerek aba altında sopa gösterdi. Ancak tüm bu yapılanlar kredi genişlemesini yavaşlatmak konusunda elle tutulur sonuçlar vermedi.
Bugün ise ufukta bir seçimin görülmediği şu günlerde kriz söylemi inşası ile tüketimi dizginleme ve kredi genişlemesini yavaşlatma en sağlam ekonomi politikası aracı gibi görünüyor. Trajikomik olan ise AKP yöneticileri ve hükümetin ekonomiden sorumlu bakanları tarafından gündeme getirilen kriz tartışmaları karşısında Başbakan Erdoğan’ın çıkıp, “kriz bu kez teğet bile geçmeyecek, ayağımızı yere sağlam basıyoruz” diye cevap vermesi. Anlaşılan o ki hükümetin bakanları kriz söylemiyle halkı korkutup kredi genişlemesini yavaşlatmaya çalışırken Başbakan da bu ortamdan kendine bir kahramanlık hikâyesi devşirmeye çalışıyor.