Kıyım sözcüğü savunmasız kurbanların bir grup avcı tarafından aynı anda öldürülmesi anlamında, Arapça bir sözcükten-meslah (mezbaha) türetilmiştir. Kendisini, kanlı bir temsile kaptırmış ve bu temsilin tadını çıkarmak isteyen bir kalabalığın gösterisi olarak tarihe kaydettirmiştir. Bu noktadan sonra kazanan tarafın tarihi olarak, yaratılan acıların yoğunluğuna göre değil, kaynak ideolojiye yüklenen değere göre değerlendirilmiştir. Bu yazı, yaratılan […]
Kıyım sözcüğü savunmasız kurbanların bir grup avcı tarafından aynı anda öldürülmesi anlamında, Arapça bir sözcükten-meslah (mezbaha) türetilmiştir. Kendisini, kanlı bir temsile kaptırmış ve bu temsilin tadını çıkarmak isteyen bir kalabalığın gösterisi olarak tarihe kaydettirmiştir. Bu noktadan sonra kazanan tarafın tarihi olarak, yaratılan acıların yoğunluğuna göre değil, kaynak ideolojiye yüklenen değere göre değerlendirilmiştir.
Bu yazı, yaratılan acıların yoğunluğunu esas alacaktır.
Disipliner iktidar, ister totaliter, ister faşist, ister fundamentalist yönelimli olsun, iktidarını beden siyaseti üzerinden kurar. Beden siyaseti üzerinden “bedenin kıyımı” olarak kurulan iktidar zaman içinde düzenleyici iktidarın nesnesi olan kalabalık bir izleyici ve uygulayıcı nüfus çoğunluğunu da yaratır. Özellikle askeri darbe sonrası şekilendirilen bu nüfus kalabalığı, örgütlenmiş şiddet tekelini elinde bulunduran iktidarın yanında linç duyguları yoğun yabanlar olarak devlet şiddetinin hem şenlikli alayları hem de uygulayıcılarıdır. Ama sahnenin ortasındaki esas aktörler kurban ve efendidir. Yaban, muktedir efendinin yanında diyaloğa sonradan katılır.
DİYALOG
Diyalog, iktidarının sorumlusu olduğu beden siyaseti yüzünden cezaevlerinde yüzlerce tutsağın ölümünden bizzat sorumlu dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ile bu beden siyaseti yüzünden sağ kolunu kaybetmiş Veli Saçılık arasında…
Veli Saçılık: “Beni hatırladınız mı?”
Hikmet Sami Türk: “Hatırlayamadım.”
“Kolumu kopardınız, nasıl hatırlayamazsınız, hatırlamanız lazım. Burdur’u ben hiç unutmuyorum, kolum koptu, çöplükte bulundu.”
“Benimle ilgisi yok, nasıl oldu?”
“Sizce tehlikeli görünüyor muyum?”
“Hayır, neden öyle olsun?”
“Sizi televizyonda gördüğümüzde de anıyoruz her zaman.”
“Sorumlular cezalandırılmıştır umarım.”
“Kimse ceza almadı; ama bakın ben kucağıma alamadığım için çocuğumu bununla taşımak zorunda kalıyorum.”
“Operasyonun bizimle ilgisi yok, jandarmanın operasyonu.”
“Bakın şu yanımdaki boşluğa. Kimse ceza almadı. AİHM’e başvurdum.”
“Umarım inşallah kazanırsınız.”
“Siz de bu tabloyu hiç unutmayın olur mu?”
“İnşallah kazanırsınız.”
Bu diyalog aslında Türkiye’de şiddetin kaynağı olarak devlet-toplum ilişkisini göstermesi bakımından referans olay olarak alınacak değerde.
Diyaloğun arkasındaki öykü: “KOPAN BİR KOLU ARAMAK…”
Veli Saçılık 1995 yılında, Emek Gazetesi satarken göz altına alınmıştı. On yedi yaşındaydı. 1998 yılında yardım ve yataklık suçlamasıyla üç yıl dokuz ay hapis cezası almıştı. Burdur Cezaevi operasyonunda, Devlet Su İşleri’ne ait bir dozerin kepçesiyle, sağ kolu koparılan ve kopan kolu, komşu kent Isparta’da bir sokak köpeğinin ağzında bulunan Veli Saçılık dehşet anlarını söyle aktarıyor:
“İş makinesinin operatörü bilerek ve isteyerek, kepçenin başıyla beni duvara sıkıştırdı. O esnada, kolumun koptuğunu gördüm. Yere düştüm. İki saat boyunca, koğuşa sıkılan suyun içinde kaldım. Bir arkadaşım, kolu bulup üzerime koydu. Engels, insan ellerine ‘evrenin en gelişmiş aletleri’ diyordu ve benim üretmek için gerekli ellerimden biri yoktu artık… Demek ki ömrüm boyunca işçi olamayacaktım. Bayılmamı önlemek için beni sürekli konuşturmaya çalışan İhtiyar’a, bunu söyledim. Beni, ‘üzülme yoldaşım, işçi olacaksın, iyileşeceksin’ diye yanıtladı. Yeni bir şeyi keşfetmenin heyecanıyla, ‘olsun İhtiyar, onlar da artık bana kelepçe takamayacaklar’ dedim.”
Operasyonda kolu kopan Saçılık, işçi olamayacağına üzülüyor ve kelepçe takamayacaklarına seviniyordu… Ama ne yazık ki yapılan Engels alıntısı da sevinci de çok anlamsızdı. Kalan sol koluna takılan kelepçe ile ring aracına alındı. Bu öykü film yönetmeni Sedat Yılmaz tarafından “Kelepçe” adlı belgesele konu oldu. Öykü ve belgesel kurgusu Macaristan’da en iyi belgesel ödülü aldı ve belki de tek sevinç buydu.
Veli Saçılık bunları yaşarken Isparta Süleyman Demirel Hastanesi’ne geç getirildiği ve buzlu torbada taşınmadığı için yerine dikilemeyen kol hastane çöplüğüne atılıyor ve hastane çöplüğünden beslenen bir köpeğin ağzında Isparta sokaklarını dolaşmaya başlıyordu…
Vatandaş-devlet bütünleşmesi: “Okuyucu yorumları”
Saçılık ile Türk arasında geçen ve basına yansıyan diyaloğa yapılan okuyucu yorumlarından bazıları aşağıda. Bu yorumların gösterdiği gerçek şiddet tekelini elinde bulunduran devletin uyguladığı şiddeti yeterli bulmayan bir toplumun oluşturulduğudur. Bu gerçek örgütlü şiddet tekelinden daha ciddidir.
Goldenhead: Her gün trafikte kollar bacaklar kopuyor, İçişleri Bakanına yolların güvenliğini sağlamadığı için çemkirebiliyor musun?
Ercankara3838: Acaba o kadar mahkumdan senin kolun niye koptu? Yok kolu kopmuş da… Bir önce sen cezaevine niye girdin iki cezaevinden senden başka mahkum yok muydu varsa onların kolu neden kopmadı. Demek ki dışarda akıllı durmadın içeri aldılar orda da akıllı durmadın kolun koptu. Devlet bir de sana iş vermiş yazıklar olsun o devlete eeeeee.
Emekli adam1: Pardon kardeş cezaevinde değil de kolun cami de kopmuş ilk once bir söyle siz ne suç işlediniz de cezaaevine düştünüz? Kime ne yaptınız kimin canını yaktınız bir düşün ondan sonar kolunun diyetini sor cezaevinde dürüst dursa idin olmazdı bence can yakanın canı yanar.
Kıyımı medya üzerinden okuyucu yorumları aracılığı ile şölen ve nefretle ilişkilendirme çabası sizce sadece okuyucu yorumlarıyla mı sınırlı?
Ev basıp katliam yapan polis timleri, bu başarılarını “vatandaşlar”ın coşkulu katılımlarıyla kutladılar. “Halk”, ellerinde Türk bayraklarıyla sokaklara dökülüp İstiklal Marşı söyleyerek polisleri omuzlarına aldı… Öldürmenin, belirli aralıklarla düzenlenmesi talep edilen bir şenliğe, bir arınma ayinine, şeytan çıkarma seansına dönüştüğü yer, ortaçağ Avrupa’sı değil, 2011 Türkiyesi’dir. Benzer süreci 17-18. yüzyıl Fransa’sı ve Avrupa yaşamıştır. Anglo-Sakson tarihçileri derinden etkileyen bu tarihsel süreçte kıyımın birdenbire, hoyrat, gün ortasında ve kamusal alanda “şen” kalabalıklar tarafından gerçekleştiriliyor olması dikkat çekicidir. Tansu Çiller-Ağar iktidarı ile temelleri atılan ve AKP ile “olgunluk” dönemine ulaşan süreçte kıyım ya da linç, infaz yerlerini cezaevleri olmaktan çıkarıp popülerleştirmiştir. Kurumsal-hukuki aygıtlar yerlerini ortaçağın toplu linç ve kıyımlarına bırakmıştır.
Bizim hikayemiz gibi bir hikaye: “O denizden geldi…”
2007 yılında İstanbul Harbiye Açıkhava konserlerinde Inti-İllimani solisti Horacio Duran, “Vino Del Mar” parçasına başlamadan, bu parçanın öyküsünü anlatıyordu. Öğretmen Sendikası Başkanı Marta Ugarte’nin Şilili askerler tarafından evinden alınıp parçalanmış cesetinin denize atılışını. “Ama deniz kaybolmasına razı olmadı” diyor. “O’nu tekrar kıyıya, toprağa iade etti.” Sonra ağıt gibi şarkıları başlıyor. Tüyleri diken diken eden, öfkeli bir ağıt. Ağıt, Marta Ugarte’yi kilimden yapılmış resimlerde Şili’li sanatçı Belgica Castro Fuentes renklerinde dönüştürüyordu. Acının nesnesi yapılan beden, dilini ve rengini bazen bir resimde bazen de sokak köpeğinin ağzında ki “sağ kol”da bulur.
Marta Ugarte’nin kıyıya vuran parçalanmış cesedinden, ”
evrenin en gelişmiş aletleri” olan ve bir köpeğin ağzındaki insan koluna uzanan gerçeklik…
Kıyım, neoliberal politikaların kolaylaştırıcı ya da bu politikaların zorunlu bir sonucu değil, tam tersine, yeni iktidar yapısına içkindir. Şiddet tekeli ve yanına aldığı yaban kalabalıklarla mücadele kaynak ideolojiye yüklenen değer yanında yaratılan acıların yoğunluğunu da dikkate almak zorundadır.
Veli Saçılık kolunun kaybı sonrası Engels’den alıntı yaparak ömrü boyunca işçi olamayacağına üzülüyor. Ama eski bakanla diyaloğu bir başka Engels eserini düşündürüyor: “Tarihte Şiddetin Rolü.”