Neredeyse bir aydır kadınlar arasında, Başbakan’ın bakanlıklarda yapacağı değişiklikle ilgili “Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı”nın kaldırılarak yerine “Aile ve Sosyal Politika Bakanlığı”nın kurulacağını açıklaması tartışılıyor. Aslında tartışılmıyor, kadınsı hayal kırıkları paylaşılıyor. Habere göre bununla da yetinilmeyecek, 1991 yılından bu yana kadın politikalarının oluşturulmasında önemli işlev gören “Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü”, “Kadın ve Aile Genel […]
Neredeyse bir aydır kadınlar arasında, Başbakan’ın bakanlıklarda yapacağı değişiklikle ilgili “Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı”nın kaldırılarak yerine “Aile ve Sosyal Politika Bakanlığı”nın kurulacağını açıklaması tartışılıyor. Aslında tartışılmıyor, kadınsı hayal kırıkları paylaşılıyor.
Habere göre bununla da yetinilmeyecek, 1991 yılından bu yana kadın politikalarının oluşturulmasında önemli işlev gören “Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü”, “Kadın ve Aile Genel Müdürlüğü”ne dönüştürülecek.
Eminim ki, bu yazıyı okuyanlar arasında da olduğunu zannettiğim pek çok kişi “ha ‘kadının statüsü’, ha ‘kadın ve aile’, ne fark var sanki ikisi arasında?” şeklinde düşünüyor ve içten içe Kadın Bakanlığı’nın değerinin altını çizmeye çalışan sivil toplum kuruluşları ve yazarları bir bardak suda gereksiz fırtına koparmakla suçluyor.
Bendeniz, hem yönetimini başarısız bulmam nedeniyle, hem de kadın sorunlarına getirilen çözümleri fazlaca yüzeysel ve görüntüyü kurtarmak babından kotarılmış hamleler olarak görmem dolayısıyla KADER’le aynı safta hizalanmak istemem, doğrusu. Amma velakin, Kadın Bakanlığı’nın ve Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün Türkiye için elzem kurumlar arasında bulunması gerektiğini düşünenlerdenim.
Sebeplerine geleceğim. Ama önce bir hak teslimi:
Dokuzuncu yılına girmiş bulunan AK Parti iktidarı döneminde, kadının sosyal statüsünü yükseltecek ciddi adımlar atıldı, kadın-erkek eşitliğini sağlayacak önemli düzenlemeler yapıldı. Sözgelimi evlerinde el işi emek üretimi yapan kadınlara emeklilik hakkı getirildi.
Bu iktidar döneminde çocuklar, anne hanelerinde anne soyadları ile tescil edilmeye başlandı. Kadına pozitif ayrımcılık ilkesi, özellikle iş hayatı bağlamında çalıştırıldı. Girişimci kadınların devlet desteğiyle önü açıldı. İşyerinden taciz, mobbing ya da benzeri baskıları yaşayan kadınlar yasayla koruma altına alındı. Şiddete uğrayan kadın ve çocuklara danışmanlık hizmeti veren ALO 183 hattı bu dönemde kuruldu.
Anayasada ve medeni kanunda yapılan değişikliklerle ailenin ve kadının korunmasına yönelik önemli mesafeler katedildi. Aile içi şiddet gören kadınların şikayetiyle, eşin, kocanın, evden uzaklaştırılmasına karar verilip, bunun ivedilikle savcılık aracılığıyla polise intikali sağlandı. Bu suçların cezaları Türk Ceza Kanunu’nda ciddi anlamda arttırıldı. Bu davaların kamu davası olarak görülmesi, dolayısıyla şikayet geri alınsa da düşmemesi sağlandı.
Töre cinayetlerinin önüne tamamen geçilmesi mümkün olmadı, ancak bu konuda çeşitli eğitim metodlarına sivil toplumun da verdiği destekle ortak toplumsal bilincin yükseltilmesi; töre cinayetlerinin nitelikli adam öldürme kapsamına alınarak tahrik indiriminden vazgeçilmesi, Türkiye’nin sırtında taşıdığı bu ağır vicdan yükünü bir parça hafifletti.
Aile Araştırma Kurumu ile Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün resmi statü kazanması, bu dönemde sözkonusu olabildi. 2010 yılında anayasada yapılan değişiklikle kadınlar, çocuklar, özürlüler, yaşlılar, şehit, dul ve yetimleri ve gazilerin haklarının korunması yönünde alınacak tüm ilave düzenlemelerin eşitlik ilkesine aykırı olmadığı anayasal güvence altına alındı.
Her ne kadar bu dönemde de, Meclis’te örtülü bir vekil görmek bizlere nasip olmadıysa da, örtülü olmayan kadınların siyasette temsili daha belirgin hale geldi. Ak Parti gibi muhafazakar bir siyasi iradenin iktidarda olması, örtülü kadınlara sağlanan iş olanaklarını az-çok genişletti. Tamam, kamuda zaten yok, özel sektörde de örtülü kadına yönelik şeffaf ayrımcılığın doludizgin sürdüğü doğru, ancak moral değerlerin kadına sağladığı özgüven bile başlıbaşına ciddi bir yol katedilmesine zemin sağladı.
Dolayısıyla, AK Parti’nin kadını değil, aileyi öncelediği görüntüsü veren bu muhtemel uygulama, tüm bu gelişmeleri zayi etme noktasına varmasa bile, ona yakın bir görüntüye sebebiyet veriyor.
İkincisi; gelenekle bağını koparmaya yüz tutmuş ama modernizmle de bir türlü barışamamış bir toplumda, kadına yönelik şiddetin giderek tırmanmasının, Ayşe Paşalı’nın dayak yemiş yüzünde, koca şiddetine kurban gitmiş bedeninde simgeleşen bir anlamı var artık. Merhameti, acıma duygusunu kaybetmişlerin çoğunlukta olduğu bir toplumda “kaba kuvvetin” her zamankinden daha çok terbiye edilmeye ihtiyacı var ki; bu da ancak devletin daha az güçlü olanı, daha kuvvetli olandan korumasıyla mümkün olabilir.
Kaldı ki, Türkiye’de artık kadınların büyük çoğunluğu kendini anne ya da eş toplumsal rollerinden birisiyle tanımlamak istemiyor. Kadınlar birey olmak ve öyle algılanmak istiyor. Ve bu talebin dillendiricileri arasında muhafazakar, dindar kadınlar da bulunuyor ve hatta başı çekiyor artık.
“Kadın hakları” dendiği anda bazılarında hala beliriveren bıyıkaltı gülümsemeler de bunu doğruluyor. Kadın dendiği anda, birbiri ardına sökün etmeye başlayan kadınla erkeğin ontolojik olarak eşit yaratıldıklarına dair ders tadındaki diskurlar da bunu doğruluyor.
Yani ki, bu ülkeye bir Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü ve bir de Kadın Bakanlığı gerekiyor.
Söylemeden geçmek istemedim, geçemezdim.