Her şeye yeni bir tarif getirmek istiyorlar. Merkezinde 24 Ocak/12 Eylül ürünü yeni sağın değerlerinin yerleştiği, yeni bir vasat bu ülkeye deli gömleği gibi giydirilmek isteniyor. Ya da şöyle diyelim. Gömlek üç aşağı beş yukarı üzerine geçirilmiş de bağlarının sımsıkı bir şekilde bağlanmasını önlemek için direniyor toplum. Yeni sağ projenin o kadar tuttuğundan eminler ki, […]
Her şeye yeni bir tarif getirmek istiyorlar.
Merkezinde 24 Ocak/12 Eylül ürünü yeni sağın değerlerinin yerleştiği, yeni bir vasat bu ülkeye deli gömleği gibi giydirilmek isteniyor. Ya da şöyle diyelim. Gömlek üç aşağı beş yukarı üzerine geçirilmiş de bağlarının sımsıkı bir şekilde bağlanmasını önlemek için direniyor toplum.
Yeni sağ projenin o kadar tuttuğundan eminler ki, buna karşı en küçük itirazları bile büyük tehdit olarak algılıyorlar. Muktedirin bu algısı kendi bakışında hiç de yanlış değildir. Despotizmin panzehiri büyük siyasi projeler değildir, çünkü. Birikmiş dip akıntıları harekete geçirecek küçük kıvılcımlar dönüşümün motoru olur.
Yönetilenlerin hep unutmaya meylettiği bu gerçeği, muktedirler hiç unutmazlar ve iyi bilirler. Hopa’da yaşananları sadece bir liderin yeni bir ‘çılgın’ hamlesi, kişiliğinin bir tezahürü olarak görmek bu nedenle yanlıştır. Bu yanlışlığı kavramak için Fatsa’yı anımsamak lazım. Hopa’da potansiyel olarak dile gelmiş olanın, yani bir kasabanın insanının, suyunun, taşının, toprağının ortak bir direnmede ve yazgıda buluşmaya başlamasında muktedire korkunç gelenin ne olduğunu kavramak için.
Fatsa bir örnek olmuştu. O dönemin muktedirlerinin gözde baskı aygıtı ile, ordu güçleriyle Fatsa’nın, sanki başka bir ülkenin toprak parçasıymış ve fethedilmesi gerekiyormuş ya da daha vahimi ‘düşman kuvvetleri’nce işgal edilmiş ve kurtarılması gerekiyormuş gibi, yok edici bir devlet tepkisiyle üzerinden geçilmişti.
Şimdiki gözde baskı aygıtı polis. Gaz. Fatsa’daki ortaklaşmacılığa benzer bir olanağın bu ülkede başka bir yerde belirmesinde aynı devlet tepkisi yine iş başında. Yeni yöntemlerle.
Çünkü yeni sağın bu topraklara ekmeye çalıştığı, bu topraklarda büyütmeye çalıştığı ne kadar şey varsa ona panzehir olan duygu birliğinin haritası çizilmişti Fatsa’da ve Hopa’da da çizilebilir.
Yıllardır bu ülkede sosyokültürel meselelerle ruhsallık ilişkisini, bunların siyaset ile ilişkisini anlamaya çalışıyorum. Solculuk ile sağcılığın bu topraklardaki dinamikleri ve tarifi de bunların içinde. Hep iki şey karşıma çıkıyor:
Birincisi; solcu yanındaki kardeşi ile ittifak ve yazgı birliğinin peşine düşer ve başlıca derdi budur. Sağcı siyasete umut bağlamış olan ise babaya-lidere çalışır. Böyle baktığımızda nice sol bilinen grubun da epey sağ dinamiklerle biçimlendiğini görmek mümkündür. İkincisi ise; yer bağı-kan bağı gerilimidir. Solcu için yaşanılan yer yurttur ve yer bağı yaşanılan yerin insanına, toprağına, börtü böceğine sevgiyle kurulur. Sağ siyaset için ise aslolan kan bağıdır ve bu bağa dayalı duygu birliği ancak bir şeyleri veya birilerini dışarıda bırakarak, savurarak devam edebilir.
12 Eylül’ü 1980 ile başlatmamak lazım. Yetmişlerin ikinci yarısını da bu projeye, “yeni sağa ve örnek liderine biat etmiş bir Türkiye” yaratma idealinin performatif sürecine, “icraatın içinden” kotarılmasına katabiliriz.
Bunlar oldu. Bunlar olmaya devam ediyor. Gerçekte ölümlerinin ardından adları silinenler, Metin Hoca’lar olmuyor, siyasal ömürleri azaldıkça bu despot rolüne bel bağlayanlar oluyor.
Hopa’nın hoplattığı Türkiye’ye, kardeşlerin birbirine yalnız olmadıklarını hatırlattıkları güzel ülkeye, şu hep akmaya yeni mecralar arayan dip akıntılarına hürmetimizi diri tutalım derim.
Televizyonda gördüm. Metin Hoca’yı. Ölümünden dakikalar öncesidir herhalde.
Nasıl güzel bir insan. Adıyla, öğrencileriyle, o güzel yüzüyle yaşar. Ona bin selam.