Tek kelimeyle “zorlu” olacağa benzeyen önümüzdeki süreçte belki de en belirleyici faktör, emekçi sınıfların örgütlülüğü ve bununla yakından ilişkili olan bilinç düzeyi olacak gibi görünüyor 12 Haziran seçimleri, her ne kadar ülkemizde burjuva demokrasisinin tuhaf bir varyantı olarak anlaşılabilecek mevcut sistemle kurulan gerilimli ilişkimizin bütün ara renklerini taşısa da, genel olarak sermayenin bütünleşme düzeyi, işçi […]
Tek kelimeyle “zorlu” olacağa benzeyen önümüzdeki süreçte belki de en belirleyici faktör, emekçi sınıfların örgütlülüğü ve bununla yakından ilişkili olan bilinç düzeyi olacak gibi görünüyor
12 Haziran seçimleri, her ne kadar ülkemizde burjuva demokrasisinin tuhaf bir varyantı olarak anlaşılabilecek mevcut sistemle kurulan gerilimli ilişkimizin bütün ara renklerini taşısa da, genel olarak sermayenin bütünleşme düzeyi, işçi sınıfının örgütlülüğü, siyasal kapasitesi ve sürece müdahale yeteneği hakkında kısmen de olsa bir fikir vermeye yetti. Bu satırların yazıldığı sırada AKP yüzde 50 civarında oyla üçüncü kez “sandıktan çıktı” ve açıkça ifade edilmese de bu sonuç, son dönemde uç veren muhalefet dalgasının yarattığı bütün iyimser beklentilere karşılık belirli bir tedirginlik yaratmışa benziyor.
AKP’nin, giderek ucuzlaşan popülizmine, inandırıcı olmaktan çıkan eklektik söylemine ve özellikle son dönemde “dikiş tutmaz” hale gelen ittifaklar stratejisine karşın böylesine açık bir farkla yeniden iktidara gelmesi nasıl anlaşılabilir? Sanırım bu soruya kısa bir yanıt vermek mümkün değil; zira bu yanıtı bulmak için AKP’nin bir siyasal partiden çok bir hegemonik proje olarak ele alınması zorunlu gibi görünüyor. AKP, sermayenin mevcut örgütlülük düzeyinin gerektirdiği neo-liberal yeniden yapılanmanın belirli bir aşamasına denk düşen sürecin ihtiyaçlarının tatmin edilebileceği, hareket kabiliyeti yüksek, etkili,” inandırıcı” ve en önemlisi alternatifsiz bir “çözüm” olarak gündeme geliyor. Bu “çözüm”ün halen rahatlıkla dayatılabilmesi, sermayenin işçi sınıfına göre son derece örgütlü ve bilinçli bir sınıfsal pozisyonda bulunmasından kaynaklanıyor; AKP’nin emekçi sınıflardan aldığı destek de -esas olarak dinsel referanslarla süslenen dolayısıyla milliyet’i ve sınıf’ı atlayarak doğrudan yeni-muhafazakâr söylemle eklemlenen- bu tür bir ideolojik harçla mümkün olabiliyor. Sanılanın aksine, son dönemde ortaya çıkan tekil tepkiler emekçi sınıfları AKP’nin dayandığı sınıf ittifakından dışarı doğru fırlatmıyor. Aksine, verili örgütsüzlük koşullarında, sosyal devletin de çözülmesiyle iyiden iyiye kendini hâkim kılan klientalist yapı, kitleleri gündelik, geçici çıkarlar peşinde savrulmaya yönelten bir karşı konulması çok güç bir basınç yaratıyor. Kısacası AKP, dayandığı sınıfsal güç dengelerinin gerektirdiği adımları duraksamadan atarak önündeki bütün engelleri etkisizleştirmekte gayet maharetli olduğunu defalarca gösterdi, mevcut yapının kendisine tanıdığı avantajlardan yararlanmasını bildi ve ülkemizdeki o meşhur “tekelci sermayenin bir kesimi”, tarihsel gelişimin “bu aşamasında” AKP ile yola devam dedi.
Yaşamın kendisi her türlü projeksiyonu, öngörüyü boşa çıkartacak kadar yaratıcı ve zengin olabiliyor. Seçimlerden sonra ortaya çıkan tablo, bu bakımdan, bundan sonra gelişecek sürecin gerilimleri hakkında kimi ipuçları verebiliyor. Sermaye, parlamentoda da, AKP’nin Kürtlere karşı MHP ile, MHP’ye karşı CHP ile pragmatik ilişkiler kurmasına olanak verecek biçimde çatışma dinamiklerini kışkırtarak kendine daha geniş bir hareket alanı yaratmaya çalışıyor. Kısacası, önümüzdeki süreçte kimin ne olacağı pek belli değil. Yeni anayasa hazırlığında bu çatışmalı-çelişkili ilişkilerin yaratacağı avantajların kılı kırk yararak kullanılmaya çalışılacağı ise kuşkusuz. Sorun, sosyal devlet vurgusuyla halkın “kafasını karıştırmaya başlayan” CHP ile, diğerlerinden bambaşka bir politik düzlemden sirayet ettiği için değişen koşullara uyarlanmayı son derece iyi başaran ve kendini basit politik angajmanlarla bağlamayan Kürt hareketinin direncinin buna imkân verip vermeyeceği olarak ortaya çıkıyor.
Tek kelimeyle “zorlu” olacağa benzeyen önümüzdeki süreçte belki de en belirleyici faktör, emekçi sınıfların örgütlülüğü ve bununla yakından ilişkili olan bilinç düzeyi olacak gibi görünüyor. En yakıcı, somut ve güncel taleplerin geniş bir politik bağlam içinde yorumlanarak hak mücadelesi içinde açıkça görülür kılınabilmesi için her şeyden önce geniş bir taktik esneklik ve en geniş anlamıyla “risk alan” politik bir iradenin varlığı gerekiyor. Haksızlığa, zulme ve baskıya karşı direncin, en özlü anlamıyla halkın eşitsizliğe karşı gerçek bir demokrasi mücadelesinin sürekli kılınabilmesi için, öngörülemeyen patlamalarla oluşan her tepkiyi tutacak, genişletecek ve anlamı kılacak mekanizmaların devreye alınması ihtiyacı ortaya çıkıyor. Bu ise hiç kolay değil, ancak bu olmadan mevcut sürece anlamlı biçimde müdahale edebilmek belki de hiç mümkün değil. Çünkü siyaset zeminindeki daralmanın bizi getirdiği bu noktada artık düşünmenin, yazmanın, konuşmanın bile suç sayılmaya başladığı, son derece otoriter, totaliter bir düzeyle karşı karşıya kalacağa benziyoruz; konuşsak da, sussak da…
Yakın zamanda 12 Eylül generalleriyle ilgili olarak aniden gündeme gelen bir soruşturma, eminim yine birçoğumuzun geçmişe açılan o uğultulu tünelin içinde bir süre zaman geçirmesine yol açtı. Sahi, aslında neydi 12 Eylül? Kendini, kesintiye uğratılamayan bir faşist hareket olarak, mevcut toplumsal düzenin yeniden örgütlenişi sürecinde her katmanda bire bir kodlayan; her tuğlada rengi, çentiği bulunan bir süreçten bahsediyorsak eğer, 12 Eylül bugün temelden çatıya iktidardadır. Farklı biçimlere bürünmüş, kendini yeniden üretmiş ve evrile evrile bu hale gelmiştir. Artık, kurumları ve yasalarıyla birlikte bütün bir devlet biçimi yeniden değişme aşamasına gelmiş bulunuyor, bunu 12 Eylül yaptı. Tarihin ironisine bakın ki, 12 Eylül, kendini yargılayacağını söyleyerek kitlelerden oy almayı murat eden bir siyasal hareketin temelindeki çimento olarak yaşıyor. Bugün otuzlu yaşlara merdiven dayamış, atomize olmuş, kolektif aidiyeti parçalanmış, her geçen gün yalnızlaşan ve kendini giderek toplumun ve dünyanın dışına -iyice- itilmiş hisseden bir kuşağın damarlarında yaşıyor. Metalaşan, duyarsızlaşan, hiçbir konuda hiçbir fikri olmayan, kendine ait söyleyecek tek sözü bulunmayan bir insan tipinin nefesinde yaşıyor 12 Eylül…
Siyaseti örgütsüzlük temelinde geliştiren zorunlu bir seçimdir 12 Eylül…
12 Eylül bugün iktidardadır!