Devrimciler, politikalarını “somut koşulların somut tahlilini” yaparak belirler ve pratiğe dökerler. Bunun yanında, kendileri de bu somut koşullardan fazlasıyla etkilenirler. Her döneme özgü toplumsal şartlar ve buna bağlı olarak ortaya çıkan devrimci yapılar, bireylerin politikleşme sürecinde büyük paya sahiptir. Fakat bu, kişisel yaşantıların, devrimci oluş sürecine katkı sunmayacağı anlamına da gelmez. ’68 kuşağının Meclis’te, iyi […]
Devrimciler, politikalarını “somut koşulların somut tahlilini” yaparak belirler ve pratiğe dökerler. Bunun yanında, kendileri de bu somut koşullardan fazlasıyla etkilenirler. Her döneme özgü toplumsal şartlar ve buna bağlı olarak ortaya çıkan devrimci yapılar, bireylerin politikleşme sürecinde büyük paya sahiptir. Fakat bu, kişisel yaşantıların, devrimci oluş sürecine katkı sunmayacağı anlamına da gelmez. ’68 kuşağının Meclis’te, iyi veya kötü, sol siyaset yapan “eski tüfek”lerden; ’78’lilerin 12 Mart muhtırasının ardından asılarak, kurşunlanarak katledilen devrimci gençlik liderlerinden; darbe sonrası ilk kuşağınsa, 12 Eylül işkencehanelerinde faşizme direnen sosyalistlerden feyzaldığını ve onların erdemlerini kendine rehber edindiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bugüne geldiğimizdeyse, bu tip net çıkarımlar yapmanın pek de mümkün olmadığını görüyoruz.
Evet, bizim kuşağın devrimcileri, yani bugün yaşları 20 ile 30 arasında bulunan sosyalistler ile ilgili olarak, hepsini kapsayan bir analiz yapmak oldukça güçtür. Ancak, biz genç devrimcilerin yaşamlarında hiçbir ortak yanın bulunmadığını da söyleyemeyiz; elbette var. Bunların en önemlisi ve en değerlisi, Nihat Behram’ın ”Darağacında Üç Fidan” adlı kitabıdır. Hepimiz, politik bilincimizi edinmeye başladığımız sıralarda, evvela Marx’ın Artı-Değer Teorileri‘ni veya Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni‘ni veya Lenin’in Devlet ve İhtilal‘ini değil; Denizler’in kısa yaşamında emekçi halkımız için yaptıklarını anlatan bu eseri okuduk. Öfke, hüzün, coşku karışımı duygularla kitabın sonuna geldiğimizde de anladık, bundan sonra “ne yapmak” ve ”ne olmak” gerektiğini!
Biz artık “büyümüş” ve mücadeleye girmiştik ki; çok geçmeden gördük, memleketteki farklı “cins”lerden tüm ”çakal”ların, Denizler söz konusu olduğunda, nasıl da birleşip aynı kuyruk acısıyla benzer şeyler söylediklerini! Kimisi anarşist diyordu Deniz Gezmiş’e, kimisi Allahsız. Bazıları milliyetçi, bazıları da terörist olduğunu iddia ediyordu O’nun. Onlar ki, “Tanrı Dağı kadar Türk, Hıra Dağı kadar Müslüman ve Alp Dağları kadar liberal”den oluşan bir “sürü”nün sözcüleriydiler! Anlattıkları zırvaları yayınlayan tv’ler, gazeteler ve dergiler aracılığıyla; onursuzluklarını, satılmışlıklarını, işbirlikçiliklerini tüm topluma mal etmek isteyen bu aşağılık topluluğu, aslında her şeyin farkındaydı ve korkularını hafifletmek için bunca çaba sarf etmekteydi. Peki, Denizler ne yapmışlardı da bu adamlar sabah akşam onları kötülüyordu?
1960’lı yılların sonuna yaklaşırken; barış, eşitlik, özgürlük söylemleri gençliğin ilerici kesimlerinin önderliğinde, bütün dünyada yükselen muhalif hareketlerin parolası olmaya başlamıştı. Küba Devrimi, Vietnam’daki anti-emperyalist direniş tüm gençlere umut veriyor, başka bir dünyanın mümkün olduğuna dair inançları artırıyordu. Aynı şeyler, o dönem benzer biçimde bu topraklarda da yaşanmaktaydı. Önceleri Türkiye İşçi Partisi içinde yer alan ve üniversitelerde öğrenci mücadelesi veren ilerici gençler, dönemin nesnel ve öznel koşullarının da etkisiyle hızla militanlaşmış, eylemlerini sokağa taşımıştı.
O tarihler, 50 yıl önce kapıdan kovulan emperyalistlerin, kendilerine uşaklık eden gerici hükümetler sayesinde bacadan tekrar girdikleri, ülkemizi “yeni sömürgeleştirme”ye başladıkları ve bunu da pervasızca yaptıkları tarihlerdi. ’68 kuşağı devrimcileri buna ilgisiz duramazdı. Şöyle diyordu Türk Solu‘ndaki yazısında Deniz Gezmiş: “Azgelişmiş dünya halkları emperyalizme karşı bir savaş verirken gençlik bunun dışında kalamaz. Biz daima ezilenlerden yana çıkmak zorundayız. Eğer bizim kavgamız anti-emperyalist kavganın paralelinde yürümezse, ayaklarımız havada kalır.”
Evet, Denizler böyle düşünüyordu ve mücadelelerini toplumun tüm kesimlerinin mücadeleleriyle birleştirmek istiyordu. Deniz, kendisiyle yapılan bir görüşmede de şunları söylemişti: “Biz, emperyalizmin boyunduruğu altındayız. Ülkemizin değişik problemleri vardır. Halkımızın büyük bir kısmı sömürülüyor. İşçi, köylü, memur ve yurdunu seven aydınlar güç durumda. Üniversiteden yetişenler yurdun gerçeklerini öğrenmeden diploma aldıkları için halka sırt çeviriyorlar. Bizim mücadelemiz toprak ağaları ve tefeciler tarafından ezilen Türkiye halkı içindir. Biz, verdikleri ile bizi okutan halka sırt çevirmeyiz.”
Devrimciler artık her yerdeydi. Fabrikalarda işçilerin grevlerine destek oluyor, tarlalarda köylülerle buluşuyor, üniversitelilerle “bağımsızlık yürüyüşü” düzenliyorlardı. Genç yaşlarında enternasyonalizmin önemini kavrayıp, siyonizme ve emperyalizme karşı savaşan Arap halkıyla dayanışmak, ayrıca gerilla eğitimi almak için Filistin’e gidiyorlardı. Dahası, Batı ülkelerindeki gençlerin aksine, önlerine hedef olarak “devrim”i koyuyorlardı!
Toplumun ezilen kesimlerinin ve sosyalist gençlerin giderek kitleselleşen mücadelesi, egemenleri fazlaca rahatsız etmeye başlamıştı. Denizler artık her eylemden sonra tutuklanıyordu; fakat patronların devletini yöneten gericiler, “işi kökünden halletmek” istiyorlardı. İşte böyle bir sürecin sonunda 12 Mart 1971 muhtırası verildi ve “Balyoz operasyonu” başladı. Ordu, “kılıcını çekmiş” ve ilerici avına çıkmıştı. Ev ve yurt baskınlarında gözaltına alınanlar cezaevlerine konulurken, kolluk kuvvetleriyle çatışmaya giren devrimciler birer ikişer yaşamını yitiriyordu. Deniz de muhtıradan birkaç gün sonra, Yusuf’la birlikte Sivas’a giderken yakalandı; ardından da diğerleri… THKO’nun önder kadrosunun başka bir kısmı ise, “son Mayıs sabahında” Nurhak Dağları’nda katledilmişti.
İlerleyen aylarda Sıkıyönetim Mahkemesi’nde askeri yargıçların yönettiği duruşmalar, Denizler’in de en başından beri bildiği gibi, “kelle almak” için yapıldı ve sadece formalite icabıydı. Hızla işletilen “yargılama” süreci sonunda, bir hukuk skandalıyla Deniz, Yusuf ve Hüseyin idam cezasına çarptırıldı. O günlerde, ilerici kamuoyu idam kararlarını bozdurmak için çareler ararken, devrimciler içinde bulundukları tüm olumsuz koşullara rağmen eylem planları yapıyorlardı. Maltepe Cezaevi’nde bulunan Mahir Çayan da, “Bugün Deniz, Türkiye devriminin simgesi haline gelmiştir. Bu düğüm çözülürse Türkiye devriminin önü açılacaktır. Onların hayatlarının kazanılması bugün temel sorunumuzdur.” diye düşünüyordu.
Denizler’i kurtarmak için, 1971 yılının Kasım ayı sonunda bir grup THKO ve THKP-C militanının cezaevinden firarıyla başlayan süreç, Ünye NATO Üssü’nden 3 İngiliz teknisyenin kaçırılmasının ardından, 30 Mart günü Niksar’ın Kızıldere köyünde noktalandı. Türkiye devrimci hareketinin en büyük dayanışma örneğini teşkil eden bu eylem, devrimin önder kadrosunun yaşamına mal oldu; fakat bizlere şanlı bir “direniş geleneği” bıraktı.
1972 yılı 6 Mayıs’ının ilk saatlerinde, gecenin karanlığı Denizler’in darağacındaki son sözleriyle aydınlandı. Onlar “şahsi hiçbir çıkar gözetmeden, halklarının mutluluğu ve bağımsızlığı için savaşmışlar; o ana kadar şerefle taşıdıkları bayrağı, Türkiye halkına emanet etmişler; onları asanlar gibi Amerika’nın değil, halklarının hizmetinde” olmuşlardı ve “bağımsızlık mücadelesinin, Marksizm-Leninizm’in yüce ideolojisiyle, Türk ve Kürt halklarının birlikte verecekleri savaşla başarıya ulaşacağını” düşünüyorlardı. Denizler, o yıllardan bu yana, süreklilik arz ederek b
urjuvaziye ve uşaklarına korku veren düşünce ve eylemlerini ve askerlerin onları idamla cezalandırmasına sebep olan “suç”larını, bize iletilmesi için ölmeden önce yüksek sesle bir kez daha dile getirdiler. “Ne yapmak” gerektiğini, son nefeslerinden önce tarihe not düştüler. O tarih, emekçilerin ve tüm ezilenlerin mücadele tarihidir.
Evet, işte biz, genç devrimciler olarak o tarihe sahip çıkıyoruz ve “ne olmak”, “ne yapmak” gerektiğini çok iyi biliyoruz! Ve söylüyoruz: Deniz olunmalı! “Çünkü”sü ortadadır: Deniz olmak, bu topraklarda devrimci olmanın koşuludur; Deniz olmak, anti-kapitalist, anti-emperyalist ve enternasyonalist olmaktır; Deniz olmak, ezilen her kesimin sosyalizmle özgürleşeceğini bilmek ve bunun için mücadele etmektir; Deniz olmak, bağımsızlık ve demokrasi için kavgaya girmektir; Deniz olmak, proletaryanın iktidarını kurmak için savaşmaktır!
alpererdik@mynet.com