İnsanlık tarihi, insanın, doğanın, yaşanılan gezegenin sorunlarını kendilerine dert edinen, düşünen, sorgulayan, fikir üreten insanların çektikleri acılarla doludur. Galile’den Nesimi’ye, Nazım Hikmet’e kadar yerli-yabancı birçok düşünürü örnek olarak saymamız mümkündür. Tarih boyunca muktedirler, kendi iktidarlarına halel getirecek fikirleri ve bu fikirleri barındıran beyinleri ortadan kaldırmak için insanlık dışı birçok uygulamaya başvurmaktan geri durmamışlardır. Çoğu zaman […]
İnsanlık tarihi, insanın, doğanın, yaşanılan gezegenin sorunlarını kendilerine dert edinen, düşünen, sorgulayan, fikir üreten insanların çektikleri acılarla doludur. Galile’den Nesimi’ye, Nazım Hikmet’e kadar yerli-yabancı birçok düşünürü örnek olarak saymamız mümkündür.
Tarih boyunca muktedirler, kendi iktidarlarına halel getirecek fikirleri ve bu fikirleri barındıran beyinleri ortadan kaldırmak için insanlık dışı birçok uygulamaya başvurmaktan geri durmamışlardır. Çoğu zaman düşünceler yasaklanmış; düşüncesi yasaklananlar gün gelip iktidara geldiklerinde kendileri gibi düşünmeyenlerin düşüncelerini kendileri de yasaklamakta beis görmemişlerdir. Bu çark bu şekilde döne döne günümüze kadar gelmiştir. Oysa fikir üretmek, insanı insan yapan tartışmasız en önemli etkendir. Bir başka değişle; insan, ürettiği fikirler kadar insandır aslında. Ve üretilen her fikir kuşku yok ki yücedir.
İnsan, ürettiği fikirler kadar insansa şayet, insansal faaliyetlerde bulunan insanların cezalandırılmasını anlamak zor olduğu kadar, 21. yüzyılda buna hala müşahede ediyor olmak can acıtıyor. Uzağa gitmeye gerek yok: Egemen düşünceden farklı düşünen Sosyolog İsmail Beşikçi düşüncelerinden dolayı yattığı 17 yılın yanına, 1 yıl 3 ay daha eklemekle karşı karşıya. Gazeteci Ahmet Şık, daha kamuoyuna sunmadığı, “taslak halindeki düşüncelerinden” dolayı şu an hapishanede. İstenildiği kadar “Düşüncelerinden dolayı değil; birisi örgüt propagandası yapmaktan, diğeri ise örgüt üyeliğinden cezalandırılıyorlar” densin, inandırıcı olunmuyor. Eskiden, “Düşünmek suç değil, ‘zararlı düşünceleri’ dile getirmektir suç olan” denip mahpushanelere tıkılırdı düşünürler; bugünse “örgüt” diye sihirli bir kavrama sığınılarak yapılıyor bu iş. Ama sonuçta “öz” hiç değişmiyor ve olanlar hep, farklı düşünenlere oluyor.
Bu düzende, belirlenen kalıpların dışına çıkarak fikir üreten bir düşünür olmak tehlikelidir; ancak böyle düşünürlerin bir de siyasetle iştigal etmeleri daha bir tehlikelidir. Her an kendilerini demir kapılar ardında görebilecekleri gibi, “kim vurdu”ya ya da bir linçe kurban gidebilirler. Siyasal tarihimiz bunun kara örnekleriyle doludur maalesef. En güvende ve en özgür olmaları gereken meclis çatısının altında bile linç edilmekle karşı karşıya kalabilirler. Hiç de abartmıyorum:1968 yılında Türkiye İşçi Partisi (TİP) milletvekillerinin TBMM çatısı altında kendileri gibi düşünmeyen çoğunluk tarafından linç edilmeye kalkışılması kara bir leke olarak Türkiye Siyasi Tarihindeki varlığını sürdürüyor. 2008 yılı TBMM’nin Kültür Sanat Büyük Ödülünün linçten kurtulan TİP’in vekillerinden Çetin Altan’a verilmesi de bu ayıbı yok etmeye yetmiyor ne yazık ki.
Bir linç girişimi de 1991 yılında yapıldı aslında. Hatırlanacağı üzere Leyla Zana ve arkadaşları yeminlerini anadilleriyle tamamlamak istediklerinde başlarına gelmeyen kalmamıştı. 1994’te ABD’de yaptığı bir konuşma “bardağı taşıran son damla olmuş”, parmaklar büyük bir iştahla kalkmış, dokunmazlıkları kaldırılmış ve kapıda bekleyen polislere teslim edilmişlerdi. Böylece üç yıllık mebusluk, on beş yıllık mahpusluğa dönüşmüştü.
Bu linç girişimleri sadece sol cenahtan gelenlere yapılmadı elbette. 1999 yılında farklı giyiminden dolayı Merve Kavakçı’ya da siyasi linç girişiminde bulunuldu.
Kurulu düzene muhalif, muktedirlerce genel kabul görmüş fikirler dışında fikirlere sahip bir mebus, her an mebusluktan mahpusluğa geçiş yapabilir. Lakin bir gerçek daha var ki mahpusluktan mebusluğa da geçiş yapmak mümkündür. Sabahat Tuncel bunun en son örneğidir. Bu tür örnekleri çoğaltmak olanak dâhilindedir.
Sistem, bu tür manzaraların oluşmaması, kendisine aykırı düşüncelerin mecliste temsil edilmemesi için çeşitli önlemler almıştır aslında. En büyük önlem şüphesiz ki barajdır. Lakin bu son seçimde görüldü ki baraja takılan milyonlarca yurttaşın iradesi, istenildiği takdirde “bağımsız” olarak temsilcilerini meclise gönderebilmekte, hem de bu sayı bir – iki ile sınırlı kalmamakta, bir grup kuracak kadar bile olabilmektedir. Bunun için de acil bir önlem gerekmiş olacak ki önce hazine yardımı almaları engellendi. Yetmedi, bağımsız adaylık harcı 400 liradan yaklaşık 8000 liraya çıkarıldı, bu şekilde başvuracakların sayısı en aza indirilmeye çalışıldı. Bütün bu adaletsizlikler ve bütün bu önlemler yetmemiş olacak ki bu sefer de YSK, insanları ayaklandıracak bir karara imza attı. İnsansal bir faaliyet olan düşünmekten kaynaklı cezalandırılanlara meclisin kapılarını kapatmaya çalıştı; halkın bu insanları sahiplenmesi ve konulan tepkiler sonucunda bundan geri adım atmak zorunda kaldı. Mahpusluğu mebusluğa engel gören YSK’nın unuttuğu şu ki mebuslukla mahpusluk düzen muhalifleri için ikiz kardeştir. Fikirlerden dolayı alınan mahpusluklar, toplumun nezdinde o mahpusları alçaltmaz, tam tersine yüceltir. Bunun en son örneği de mebusluğa aday gösterdiği geçmiş mahpuslarını halkın sahiplenmesidir.
YSK’nın kararı ve bu kararın sonrasında yaşananlar bir gerçeğin daha su yüzüne çıkmasına vesile oldu. Bu düzenin düzen olmadığını, kendine çeki düzen vermesinin zamanının gelip – geçtiğini gösterdi. Artık halk iradesinin önüne konulan bentlerin yıkılması gerektiğini; fikirlerden korkulmaması, her fikrin gücü oranında temsil edilmesinin sağlanması gerektiğini gösterdi. Bir de halkın artık yalanlarla uyutulamadığını ve korkutulamadığını da…