Eğitim Sen genel kurulunu değerlendirmeye başlamadan önce şu kısa hikâyeyi anımsamakta fayda var belki. “Me-ti Özdeyişler” kitabında, öz ve biçim ilişkisini açıkladığı bir bölümde Bertolt Brecht kısa bir öykü anlatır: Bay Keuner bir resmi izliyordu, resimdeki şeylere çok başına buyruk bir biçim verilmiş olduğunu gördü. Dedi ki -‘kimi sanatçılar dünyayı gözlemlerken birçok filozofun yaptığını yapıyorlar. […]
Eğitim Sen genel kurulunu değerlendirmeye başlamadan önce şu kısa hikâyeyi anımsamakta fayda var belki. “Me-ti Özdeyişler” kitabında, öz ve biçim ilişkisini açıkladığı bir bölümde Bertolt Brecht kısa bir öykü anlatır:
Bay Keuner bir resmi izliyordu, resimdeki şeylere çok başına buyruk bir biçim verilmiş olduğunu gördü. Dedi ki -‘kimi sanatçılar dünyayı gözlemlerken birçok filozofun yaptığını yapıyorlar. Biçim için çaba gösterirken özü yitiriyorlar. Bir kez bir bahçıvanın yanında çalıştıydım. Elime bir bahçe makası tutuşturup, bir defne ağacını budamamı istedi. Ağaç bir saksı içindeydi ve bir kutlama günü için kiraya verilmişti. Bunun için küre biçiminde olması gerekiyordu. Hemen sağdan soldan fışkırmış filizleri budamaya başladım. Ne kadar çok çaba tüketmiştim küre biçimini yakalamak için, ama epey zaman bunu başaramadım. Birinde bir tarafından, diğerinde öbür tarafından çok kesmiş oluyordum. Sonuçta bir küre olduydu, ama küre küçücüktü. Bahçıvan düş kırıklığı içinde: ‘iyi, bu küre, ama defne nerede?’ dediydi.
Eğitim Sen’in son genel kurulunda da tam da bu hikâyeye benzer bir durum ortaya çıkmıştır: Küre yapayım derken defne kaybedilmektedir, yani, Eğitim Sen, “biçim” açısından bir sendikadır, lakin sendika olmak için gerekli “öz”ü kaybetmektedir. Zira bir sınıf sendikası perspektifinde kendi tabanını genişleteceği yerde giderek daha da daraltmakta, sınıfa ilişkin bir politika geliştirememekte ve üstüne üstlük bunda da hiçbir beis görmemektedir.
Eğitim Sen genel kurullarının temel problemi, yönetimi oluşturmak için kimi gruplar arasında gerçekleştirilen ittifaklardan kaynaklanmaktadır. Burada asıl mesele, grupların varlığı ve birbirleriyle ittifakı değildir elbette. Mesele çok daha önemli olan başka bir noktada yatmaktadır: Önce dünyanın ve Türkiye’nin ekonomik ve politik açılardan teorik bir analizini yapmak ve sonra da bu analiz çerçevesinde emekçi sınıfların ve sendikal örgütlenmenin bugünkü ihtiyaçlarına göre bir yönetim oluşturmak gerekir. Ne var ki Eğitim-Sen’in tarihinde böyle bir şey hiçbir zaman görülmemiştir. Yani ittifaklar, dünyada ve Türkiye’de karşıt sınıfların birbirleriyle konumunun ne olduğuna, sınıfların nesnel ihtiyaçlarına, sınıf ilişkilerine ve bunların nasıl analiz edilmesi gerektiğine dayanmamakta, hatta genel kurullarda bunlar hiçbir biçimde konuşulmamaktadır. İttifakların oluşumunu sağlayan tek itici güç, “grup olarak yönetimde benim de adamım olsun” anlayışından öteye gidememektedir maalesef. Bu da ister istemez Eğitim-Sen’in bir sendika gibi değil de bir siyasal parti gibi yönetilmesi gibi önemli bir soruna yol açmaktadır. Politik bir perspektiften ve sınıf ihtiyaçlarından yola çıkılarak değil de “grup” çıkarlarından yola çıkılarak bir ittifak yapıldığının en güzel göstergesi, yurtsever hareketin, 12 Haziran seçimleri için bir araya gelen “Emek ve Demokrasi Bloğu”ndaki bileşenlerin tümünü dışarıda bırakarak bu blok içerisinde yer almayan DSD grubuyla ittifak yapmasından başka bir şey değildir.
Bu noktada başka bir sorun daha ortaya çıkmaktadır. 12 Haziran seçimlerinden sonra kim iktidar olursa olsun bir anayasa değişikliğinin bu ülkenin gündemine sokulacağı kesindir. Burjuva sınıfının kendi ekonomik ve politik ihtiyaçlarına göre bir anayasa değişikliği hedeflediği elbette ki apaçıktır, lakin bunu yapabilmesi aynı zamanda toplumun geniş kesimlerinin rızasını almasını da gerektirir. Daha şimdiden DİSK ve TÜSİAD görüşmeye başladılar bile. Türk-İş ve Hak-İş’in de onların arkasında saf tutacağını görmek zor değil. Hatta kimi sosyalist çevreler ve özellikle yurtsever hareket kendi politikalarını bütünüyle anayasa değişikliğine yöneltmiş durumda. Oysa anayasalar siyasal metinlerdir ve gerçekleştirilecek olan anayasa değişikliğinin bu ülkeyi küresel ekonomik sisteme bütünüyle entegre eden ve bu çerçevede sermaye sahiplerinin önündeki kimi hukuksal engelleri de ortadan kaldıran bir anayasa olacağı açıktır. TİSK başkanı boş yere “yeni anayasa ekonomik bir anayasa olacak” dememiştir. Bir “sivil ve demokratik” anayasa söylemiyle toplumun bütün kesimlerini de buna katılmaya çağırmaktadırlar. Sanki “sivil” olan her şey kendiliğinden “demokratik” olacakmış gibi. Bu noktada, işçi ve emekçilerin, ve onların örgütlerinin kendilerini bütünüyle anayasa değişikliğine endekslemesi anlaşılmaz bir tutumdur. Maalesef Eğitim-Sen’de oluşan yeni yönetim ve bu yönetimin politikası da emekçileri bütünüyle bu anayasa değişikliğine yöneltecek, doğrusu, tıpkı diğer sendikalar gibi Eğitim-Sen’i ve giderek KESK’i de tıpkı diğer sendikalar gibi TÜSİAD’ın arkasında saf tutmaya götürecek gibi görünmektedir. Bu durum tekelci burjuvazinin belirli bir kanadıyla ittifak yapmak anlamına gelir ki, neoliberal ekonomik politikalar düşünülünce bunun emekçiler açısından bir yıkım olacağı gün gibi ortaya çıkar. Biçim için çaba gösterirken özü ve içeriği kaybetmek tam da böyle bir şeydir.
Sahiden, Eğitim-Sen ve KESK nereye gitmektedir? Genel kurulda birbirleriyle ittifak yaparak yönetime gelenler, acaba bütün bunları tartışarak ve buna ilişkin bir politika geliştirerek mi ittifak yapmışlardır? Hiç sanmıyorum.
* Mustafa Kemal Coşkun
Eğitim-Sen Ankara 5 Nolu Şube Üyesi