“Kendinizi ümitsizliğe kaptırmayın.” Üstümüze çöken bela, vahşi bir hırsın, insanlığın gelişmesinden korkanların duyduğu acının bir sonucudur. İnsanlardaki bu nefret duygusu geçecektir, diktatörler ölecek ve halktan zorla aldıkları iktidar yine halkın eline geçecektir. İnsanlar ölmeyi bildikleri sürece özgürlük asla yok olmayacaktır. (Büyük Diktatör filmi- 1940) Çocukluk yıllarımın, siyah-beyaz televizyonla şenlenen günlerinde, badem bıyıklı, kıvırcık saçlı, melon […]
“Kendinizi ümitsizliğe kaptırmayın.”
Üstümüze çöken bela, vahşi bir hırsın, insanlığın gelişmesinden korkanların duyduğu acının bir sonucudur. İnsanlardaki bu nefret duygusu geçecektir, diktatörler ölecek ve halktan zorla aldıkları iktidar yine halkın eline geçecektir. İnsanlar ölmeyi bildikleri sürece özgürlük asla yok olmayacaktır. (Büyük Diktatör filmi- 1940)
Çocukluk yıllarımın, siyah-beyaz televizyonla şenlenen günlerinde, badem bıyıklı, kıvırcık saçlı, melon şapkası ve askılı pantolonu ile hoplayıp zıplayan, kötü adamlara haddini bildiren, dayak yemekten kıvrak zekâsıyla kurtulan ve sürekli âşık olan sessiz kahramanı… Şarlo…
Charlie Chaplin’in, bizi kahkahalara boğan, sevgi dolu yüreğiyle kendine hayran bırakan Şarlo’su, insanı bezdiren ve iliğine kadar sömüren toplumsal yapıya sağlam bir ayak direyiciydi.
O, “Büyük Diktatör” filminde canlandırdığı Yahudi berber karakteriyle, Hitler Almanya’sının daha tam olarak ne mal olduğunun anlaşılamadığı bir döneminde, daha sonra gerçekleşecek soykırımı hissederek, sevgilisi Hannah’a ve elbette ki tüm dünyaya, umut ve mücadele mesajları veriyordu.
Muzır bakışlı, güler yüzlü, koca yürekli Şarlo…
Güldüren, düşündüren ve isyankâr Şarlo…
O komediyi başkaldırıya taşımayı başarmış ve çocuk diliyle kötü adamlar karşısında hep iyilerden yana taraf olmamızı sağlayan Şarlo…
O beyaz perdeyi kullanarak yaşamı sorgulamanın adı…
Beyaz perde yolu ile yaşamı sorgulamanın elbette birçok ustası ve emektarı olduğu açık. Birçoğu yaşanan tüm baskı süreçlerini de alt etmesini bildiler. Onlar egemen kültürün yaymaya çalıştığı ve ne yazık ki geniş toplum kesimlerince kabul gören popüler kültüre inat, emeğin ve alın terinin yanında yer aldılar. Beyaz perdeye yansıyan, bu değerdeki, her yapıma, kamera önü ve arkasındaki her kolektif emeğe minnettarım.
Uluslararası İşçi Filmleri Festivali de böylesi bir kolektif emeğin ürünü…
Kültürel yozlaştırma bombardımanından nasibini bir hayli almış olan işçilerin, emekçilerin ve geniş halk kitlelerini, kendi sınıfıyla iletişim kurmasına zemin yaratan bu güzel çaba, sinemada sosyal gerçekçilik akımını yeniden en üst noktaya taşımaya da kararlı.
Bu yıl 6’ıncısı düzenlenecek festival yurt içi ve yurt dışından emek yanlısı film ve belgesellerle, her yıl ülkeyi karış karış geziyor.
Bu akşam (2 Mayıs), İTÜ Maçka Mustafa Kemal Amfisinde (ne acı ki kocaaa İstanbul’da böylesi bir festivalin açılışını yapacak sinema salonu kalmadı, bu yüzden amfilerde yapılıyor açılış) açılışı yapılacak festivalin bu yılki teması ise doğanın yağmalanması ve bu yağmaya karşı sergilenen direnişler.
Yani festival, yine kanayan, bir yaraya parmak basacak. Derelerimizin özgürce akma hakkının HES projeleri ile engellendiği, suyumuzun, yeşil alanlarımızın rant hesapları uğruna satışa çıkartıldığı, nükleer enerjinin yaşamımıza “olmazsa olmaz” diye hunharca pazarlandığı şu günlerde, bu yıl da sesimize ve mücadelemize belli ki yoldaş olacak.
Festivalde, köyün ortak suyunu gasp eden ağaya başkaldırıyı anlatan Metin Erksan’ nın ‘Susuz Yaz’ından, sınıfsal farklılıkların altını çizen Yılmaz Güney’in ‘Arkadaş’ filmine, ülkenin dört bir yanında doğanın talan edilmesine, etnik, dinsel ve cinsel ayrımcılığa baş kaldıranların belgeselleri beyaz perdeye taşınacak.
Darbe günlerinde, Diyarbakır cezaevinde uygulanan insanlık dışı muamelelerden, 17 yaşında idam edilen Erdal Eren’e, siyasi baskılar ve geçim derdiyle göç etmeye zorlanan insan portrelerine dek birçok toplumsal sorunun altı da çizilecek.
Uluslararası İşçi Filmleri Festivalinde, 19. Yüzyıl Fransa’sında yaşanan maden işçileri grevinden, II. Dünya Savaşı yıllarında, kayıp bir bisiklet uğruna yollara düşen baba oğlun maceralarına, uzun süren cezaevi yıllarının sonunda özgür kalan ve değişen dünyaya uyum göstermeye çalışan müzisyenlerin hikâyesinden, kentsel gelişim talanıyla yaşam alanları gasp edilen rakunlara dek pek çok rengi bulmak mümkün.
Japonya’dan, Tayland ve Filistin’e hatta Almanya’ya uzanan belgeseller de Çernobil faciasının ardında bıraktığı yıkımı görecek, Halepçe katliamı ile ağlayacağız.
Baz istasyonları ve iklim değişiklikleri ile tehdit edilen yaşamları düşünürken, altın avcılığı uğruna siyanürlenen topraklara yanacağız.
Anlaşılan o ki, beş yıldır olduğu gibi, bu yılda, Uluslararası İşçi Filmleri Festivalinde, beyaz perdenin toplumsal bilincin gelişimi için verdiği emeğe tanık olacağız.
Organizasyonda, kamera önünde ve arkasında yaşanan her tür zorluğa karşın bu festivale emek verenlerin alın teriyle yoğrulmuş bu filmlerin barındırdığı isyankâr devrimci ruhu hissedeceğiz.
Doğanın ve yaşamsal haklarımızın talanına karşı mücadelemizde, Büyük Diktatör’de ki berberin dediği gibi, ümitsizliğe kapılmayacağız.
Haydi, doğanın talanına karşı Uluslararası İşçi Filmleri Festivaline!
Bir hafta boyunca işçiden emekçiden yana beyazperdenden esen rüzgârı içimize çekmeye!
İyi seyirler!…