Kasım 2002’den beri, yani yaklaşık dokuz yıldır iktidarda bulunan, önümüzdeki seçimlerde de muhtemelen bunu pekiştirecek olan partiyi, AKP’yi, analiz etmeye gerek mi var, diye sorulabilir en başta. Bizim buna verebileceğimiz tek yanıt, maalesef evet, olacaktır. Peki, AKP hiç analiz edilmedi mi, şeklinde bir soru da gelebilir; biz de bu kez, “evet ama yetmez”, diyebiliriz. Anlaşılacağı […]
Kasım 2002’den beri, yani yaklaşık dokuz yıldır iktidarda bulunan, önümüzdeki seçimlerde de muhtemelen bunu pekiştirecek olan partiyi, AKP’yi, analiz etmeye gerek mi var, diye sorulabilir en başta. Bizim buna verebileceğimiz tek yanıt, maalesef evet, olacaktır. Peki, AKP hiç analiz edilmedi mi, şeklinde bir soru da gelebilir; biz de bu kez, “evet ama yetmez”, diyebiliriz. Anlaşılacağı üzere, bu konuda bir eksikliğin olduğu, temel iddiamız. Ve bu da, bu yazıyı yazmayı, bir anlamda, bize bir görev olarak sunuyor.
Tabii, başlamadan evvel, belirtmek elzem ki, bu söylediklerimiz bir genellemedir ve her genelleme de özel olana düşmandır. AKP’yi ekonomik, politik, kültürel, sosyal ve daha pek çok yönü ile tahlile girişen, bu tahlilleri ile de yeni dönemi, tesis ediliyor olan yeni rejimi anlamamızı sağlayan, şu an birkaçı da Silivri zindanlarında mahpus çok değerli akademisyen, araştırmacı, yazarlar var, demek istiyorum.
Tekrar, yazıya dönersek, burada amacım bir tane ve net; AKP’ye dair pratiğin üzerinden teorik notlar düşmek. Fakat bu, sonuçları çoğaltacak, umuyorum ki, solumuzu, soru sormaya ve cevap vermeye teşvik edecektir. Zira, sormayan ve yanıtlamayan bir sol haline gelen solumuz, ne yazık, AKP döneminde hiçbir atılım yapamadı. Atılımı bırakın, mevcut mevzilerini dahi koruyamadı. Son sekiz buçuk yıldır, “değişene değil de geçmişte kalana odaklanan” tüm örgütler, üzülerek söylüyorum, sayısal ve niteliksel açıdan hızla eridi, bölündü. Bu sonucu son anda fark edenler, başka güç odaklarına eklemlenerek, varlıklarını en azından fiilen sürdürmek istedi; gelinen yerse ortadadır, ortada ise bir fecaat vardır.
Yavaş yavaş, konuya yaklaşıyoruz sanki. Sondan başladık evet; ancak bu işin sonu neresi, başı neresi; çözebilmek, işin açığı, pek zor. Kötü niyetlilikle, şu söylenebilir mi mesela; solumuz, kendine güvensizliğinden, devrime inançsızlığından, ama bunu itiraf edecek cesarette kadrolara sahip olmadığından, bu kadrolarca, birilerine, -AKP, CHP, BDP- bir meşruiyet sağlayıcı olarak, yeniden kurgulanmıştır? Ya da daha kötü niyetlilikle, şöyle denebilir mi; hem Türkiye solu hem de genel olarak sosyalist ideoloji, yapısal, tarihsel ve kuramsal açıdan bozuktur, yetersizdir, tutarsızdır, bir gün bu hale geleceği en baştan beri belliydi?
Sonunda cehennem de olsa, biz iyi niyetli olmaya devam edelim, ve birinci tespiti AKP tipi faşist liberallere, ikinci tespiti Birikim çevresine iade ile yazımızı sürdürelim.
AKP’nin, klasik bir sağ parti olmadığını, ülkemizde ve dünyada da artık sağın klasik haliyle yaşamadığını belirtelim. Doğal olarak, bir AKP çözümlemesinin, iç ve dış şartların, gelişmelerin paralel biçimde yorumlanması ile yapılabileceğini ekleyelim.
Aslında her şey, eskiye, eski olana, eskinin içeriğine bağlı. Fakat eski ile yeninin içeriksel benzerliği üzerinden yeninin olmadığı, yeninin eskiye az benziyor diye de söz konusu edilemeyeceği, asla düşünülmemeli. Karşıtlık ve benzerlikleri, diyalektiktir, olağanüstülükten uzaktır.
Yeniden önceki eskide, kalp çarpıntıları ile sürekli tekleyen kapitalizm, yine hâkim ve esas belirleyendi. Fakat, ’29 krizinden beri, ondan sonra, sermayenin yeniden birikebilmesi, piyasanın çökmesinin engellenmesi için, siyasi yöneticiler ve sermayedarlar arasında, “kapitalist sistemin sorgulanmaması kaydıyla”, yapılan bir “anlaşma” yürürlükte idi. Bu “anlaşma”, pratik itibari ile, sosyal devlet ilkesi, daha doğrusu uygulamaları olarak biliniyor, hem patronlar hem de halk, bir “çıkar ilişkisi” üzerinden “bir arada yaşayabiliyordu”.
Bu sürece, Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerin, ekonomik ve siyasi anlamda, kapitalist devletler üzerinde yarattığı “tehdit” ve “baskı” da eşlik ediyordu; fakat, asıl belirleyen, yukarıdaki idi.
Bu ise, birkaç on yıl sürmüş, belirli ölçülerde, toplumun her kesimine bir parça “refah” sunmuş, savaşları sonlandırmış, düzeltelim, sıcak savaşları soğutmuştu. Dünya, artık, yapay da olsa bir dengeye kavuşmuştu.
Fakat, dengenin yapaylığı, dengeyi elbette uzun müddet sürdüremeyecekti. Piyasa ile eşitlik ve özgürlük arasındaki çelişki, kendini yakıcı biçimde, tüm dünyada yeniden gösterdi. Ortalama düzeyde de olsa, maddi anlamda, belli bir düzlemde bulunan ve de bunun yarattığı siyasi bilinç ile, “daha fazlasını” isteyen orta sınıflar; ayrıca, sosyal haklarının varlığını tanımakta mecbur olan devletlerin, bu haklara yönelik en küçük saldırısına dahi, kendi öz örgütleri, sendikaları ile karşı çıkabilen işçi sınıfı; bunun yanında ve belki de en önemlisi, dünyadaki anti-emperyalist rüzgarın bir parçası olmaya aday gençlik; patronlara ve onların politik temsilcisi olan yöneticilere, bu gerçeği, tüm somutluğu ile dayattı.
Tabii, bu işin bir yönü idi, patronların tarafından bakınca da, diğer yönünü rahatlıkla görebiliyoruz. 1960’ların sonu ve 70’ler, kapitalizmin, yeni bir krizini beraberinde getiriyor; enflasyon, işsizlik, yoksulluk, çok tehlikeli boyutlarla, geri dönüyordu. Tam bu noktada, kapitalizmin teorisyenleri, sorunun nerede olduğunu “buldular” ve açıkladılar: Keynesyen ekonomi modelinde, serbest piyasa baskı altındadır, devlet her işe fazlası ile müdahale etmektedir, bu da liberal demokrasi ile çelişmektedir. Kalkınmacı, ulusal ekonomiler, para akşını engellemekte, bağımsız ekonomiler, kimseye bir fayda sağlamamaktadır. Bürokrasiler, gelişimin, girişimciliğin önünde engeldirler; zenginlik, bunlar yüzünden bir türlü gelmemektedir…
Şimdi, onların gözüyle yapılan bu tespitleri, kendi dilimizle, bir kez daha tekrarlayalım: Hâlihazırdaki ekonomik sıkıntıların sebebi, çalışan sınıfların, hak ettiğinden fazla gelir elde etmesidir. Birbirleri ile bağımsızlık ve barış ilkeleri dâhilinde muhatap olan büyük ve küçük ülkeler, bu saçma ilişkideki gibi değil, tekrardan bağımlılık ve sömürü paydasında, yeniden konumlandırılmalıdır. Eski, klasik sömürgecilik değilse bile, yeni bir tabiiyet, bunlar arasında yaratılmalıdır. Kısmi ve mecburi de olsa, kendi halklarına bazı haklar ve refah sunan devletler, ekonomiyi ve piyasa serbestini kısıtlamaktadır. Emeğe, artı değere ulaşmada kimi sorunları aşamayan, şimdiki hali ile aşamayan kapitalist model, revize edilmeli, eksikler giderilmelidir…
Biraz uzun ve bilinenleri tekrar etmek şeklinde olsa da, sağlıklı ilerleyebilmek için, bu kısma, bu vurgularla değinmek gerekliydi, diye düşünüyorum. Çünkü, bizce, asıl önemli yere şimdi geliyoruz ve bu, yukarıda söylediklerimizi doğru yorumlamak ile önem kazanıyor ya da yanlış tahlil ile görmezden geliniyor. Solumuzun eksiği de, işte tam burada ortaya çıkıyor. Devam edelim.
Az evvel, 70’li yıllarda yaşanan ve kapitalizmin “yapısal” ve pratik anlamda seyrini değiştiren gelişmelerin sonucunda, teorisyenlerin, neler söylediklerini, oldukça sıradan şekilde belirttik. Bunların, bizce nasıl anlaşıldığını da, hemen arkasından söyledik. Son olarak ise, bu tespitlerin fiili tezahürlerini anlatmamız gerekiyor.
Şöyle başlayabiliriz, sermaye sıkıntıda ise, ilk yapılacak şey, tabii ki, kapitalistlerce, bir savaş başlatmaktır. Sermayenin sıkıntıda olması, bazen ürün fazlalığı bazen de paranın azlığından kaynaklanır. Çözüm ise, her daim, tarih boyunca pek çok örneğiyle sabit olmak üzere, savaştır. Sıfırdan bir savaş ise, pek zahmetli ve külfetlidir; ayrıca başlanan iş, bitirilmelidir. Yani, soğumaya bırakılan savaş, hatırlanmalıdır. Dünyanın üçte birini fiilen yöneten, diğer kısımlarını da siyaseten önemli derecede etkileyen sosyalist yönetimler,
yeryüzünden silinmeli; hammadde, para, emek, ürün akışı önündeki engel, topyekûn ve geri dönüşsüz biçimde kaldırılmalıdır. Özeti, sosyalizme karşı savaşta ısrar, kapitalizmde ısrardır!
Nasılı uzun sürer; ancak, sonucu ortadadır, soğuk savaş ısınır ve “koskoca” sosyalist devletler, birer birer tarihe karışır. Nasılı için, dileyen, George Soros’un, “hayatımın kitabı” dediği, Truva Yayınları’ndan çıkan, Açık Toplum: Küresel Kapitalizmde Reform adlı eserine bakabilir, ki, bu tavsiye, aşağıda anlatacaklarımızın tafsilatını merak edenler için de geçerlidir.
Sırada, eskiden de kapitalist olan, ulusal kalkınmacı devletler vardır. Sosyalizm balası, artık def edildiğine göre, kapitalizmin revizyonunu gerçekleştirme zamanı gelmiştir. Sosyalist rejimlerle emperyalist ülkeler arasında bir tampon teşkil eden ulus-devletler, artık hantallaşmıştır. Bunlar, ziyadesiyle merkezidir ve de az da olsa, kapitalizmden kopuş ihtimali taşırlar. İstikrarsız da olsa, ekonomileri planlıdır ve emeği ile geçinenler, emeklerinin karşılığını, gereğinden fazla almaktadır. Bu, sermaye birikimini yavaşlatmaktadır. Paranın uluslar arası dolaşımı da, yine bu planlılık ve merkezilikten dolayı, yavaşlamaktadır. Çözüm; ulus-devletler, dönüşmelidir!
Buradan itibaren, süreci, ülkemiz üzerinden izlemeye başlayabiliriz.
Kapitalizmin çözümü, yani ulus-devletlerin şeklen ve yapı olarak tasfiyesi, elbette ki, bizce temelsiz, onlarca sağlam bir ideoloji ile gerçekleşecekti. Bunun adına, en genel olarak, yeni sağ diyoruz. Yeni sağa dairse, birazcık şerh gerekiyor.
O dönemin sağının iki önemli alanı, bilindiği üzere, muhafazakârlık ve liberalizmdi. Siyasi olarak aynı yerde bulunan bu iki akımın, benzerlikleri, ortak yönleri bir yana, kendi aralarında fark ve çelişkiler ise, gayet net biçimde, mevcuttu. Kapitalizmin krizini, fiilen bertaraf etme iddiası ile yola çıkan teorisyenlerse, bunları birleştirip reel bir ideoloji yaratma işine koyuldular. Bu ideoloji, söylemeye gerek yok, yeni olacaktı.
Pek çok yazar, bu ikisini ayrı ayrı değerlendirse de, biz, bunları, toplam olarak yeni sağ olarak okuyoruz. Ancak şunu belirtmeliyiz ki, her iki çizgi de, ayrıca yenileniyordu zaten. Bununla beraber, yukarıda söylediğimiz üzere, eski çelişkiler, yeniye de taşınıyordu; fakat, bu çelişkiler, ayrıştırıcı değil, tam tersine, temellendirilen ideolojinin birleştiricisi oluyordu.
Buna dair, Cemal Baltacı’nın, 2004’te yazılan, Yeni Sağ Üzerine Bir Eleştiri adlı makalesindeki şu bölümü buraya almakta yarar görüyorum: “Yeni liberalizmle yeni muhafazakârlık arasında nasıl bir yakınlaşma olduğunu basitçe şu biçimde anlatabiliriz. Klasik liberalizm ekonomik alanda devletin gece bekçisi rolünde olduğu serbest piyasa ekonomisini benimsemekte, toplumsal alanda geleneği, ahlaksal değerleri göz ardı etmekteydi. Muhafazakârlık ise tam tersi, piyasa ekonomisinin gerekliliği düşüncesine katılmamakta, devlete, geleneğe ve ahlaksal değerlere vurgu yapmaktaydı. Yaşanan sosyal refah devleti deneyiminin ardından, yeni liberaller ekonomik alanda klasik liberalizmin serbest piyasa ekonomisi anlayışına dönüş yapmış, toplumsal alanda da muhafazakârlığın ahlaksal değerlerle örtülü birey anlayışını ve güçlü devlet yaklaşımını benimsemiştir. Yeni muhafazakârlar da toplumsal değer ve geleneklere verdikleri önemi koruyarak ekonomik alanda serbest piyasa ekonomisini benimsemişlerdir. Bu tür bir yaklaşma sonucunda iki akım arasında temel konularda önemli bir fark kalmamış görünüyor. İki akım, küresel sermayenin gelişmesi için, el ele vermiş durumdadır.”
Özetle, söylenen şu: Dinciler, piyasa ile; liberaller de dinle barışıyordu. Eskiden de çok mu ayrı yerdeydiler, emperyalizm döneminde ittifakları olmamış mıdır bunların, denebilir; cevap evetse de, bu denli büyük ve tarihsel ve teorik ortaklık, yeni sağın sebebi ve sonucudur.
Tüm bu saldırı sürecine eşlik eden ve bizce en çok, siyasi alanda etkili olan post-modernizm ise, yapmaya çalıştığımız analizin, yine önemli bir anahtarıdır. Aslına bakılırsa, hiçbir alanda, hiçbir şekilde, hakkında olumlu bir şey söylenemeyecek bu “felsefe”, ulus-devletlerin çözülüşüne, bir anlamda “teorik referans” olarak bir sunulmakta. Siyasi ve ekonomik bir birliktelik olarak tarih sahnesine çıkan ulus kavramı, post-modernistlerce, etnik ve dini farklılıkların, çeşitliliklerin düşmanı olarak addedilmiş ve parça-bütün karşıtlığında parçanın önceliğini içeren tutarsız görüş ile, yok sayılmıştır. Yeni sağın, güçlü merkeziyetçiliği ve bürokrasisine karşı çıktığı ulus-devletlerin bölgelere, özerk yönetimlere ayrılması projesi ile post-modernistlerin söyledikleri, işte bu denli bir paralellik içindedir.
Temel tezleri, bu şekilde işledikten sonra, artık, bu dönemin, ülkemizde nasıl yaşandığına gelebiliriz.
Yeni sağın, bizde ilk hamlesi, dünyanın birçok geri ülkesindeki gibi, askeri darbe ile oldu. Tabii, 12 Eylül ’80, işin siyasi kısmını teşkil eder; 12 Eylül’ün amacı ise, 24 Ocak kararlarının, rahatça tatbik edilmesini sağlamaktır. Turgut Özal gibi sivillerle el ele kol kola yapılan bu askeri darbenin ardından, ülkemizdeki muhafazakârlar da, yeni sağ iktidara, özellikle ANAP iktidarı devraldıktan sonra, eklemlenmeye başladılar. Artık, devlet yönetimi İslamileşiyor, İslamcılar da zenginleşiyordu. Tam burada işte, karşımıza, Cemaat çıkıyor; lider Fethullah Gülen, bu dönüşümü, Türkiye’de herkesten önce görenlerden biridir, darbeyi fırsata çevirmeyi çok iyi bilmiştir.
Nitekim, ABD’li bir sosyolog olan Helen Rose Ebaugh, Kasım 2010’da, Doğan Kitap tarafından yayınlanan ve Gülen’i övmek için, teorik ve politik olarak sürekli saçmaladığı ve bize göre, tüm akademik yaşamını lekelediği çalışmasında şöyle diyor: “1980’lerde Turgut Özal’ın liderliğinde gerçekleştirilen ekonomik liberalleşme, ülkede yeni bir girişimci sınıfın ortaya çıkmasını sağladı. Bu sınıf Türkiye içinde ve dışında yaptıkları iş yatırımlarıyla zenginleşti. Onları girişimciliğe ve zenginleşmeye sevk eden önemli motivasyon kaynaklarından biri, Fethullah Gülen’in fikirleriydi.” (Gülen Hareketi/ İnanç Tabanlı Bir Sivil Toplumsal Hareketin Sosyolojik Analizi, Sf. 65)
Burada, şunu söylemeliyiz ki, biz, AKP’yi analize çalışırken, aynı zamanda da, Cemaat’in izini sürmüş oluyoruz. Sonu beklemeden şimdi not etmekte fayda var; bugünkü iktidarın politik alandaki temsilcisi AKP, toplumsal alandaki hâkimi ise, adı geçen kişinin cemaatidir. Zira, on yıllardır, halkımızın içinde fiilen var olan bu yasa dışı yapılanma, AKP’nin toplum içindeki meşruiyetini sağlamakla meşguldür. Yapısı, tam da buna müsaittir zaten.
Devam edersek, daha önceki yazılarda da değinmişizdir; Türkiye’de asıl neo-liberal ve dinci dönem, AKP’ninkidir. Özal, bunun öncüsü olsa da, şartlar, ona rejimi yenilemesi imkânını sunmamıştır. Yeni sağın en güçlü ve en önemli partisi AKP’dir.
AKP, bunu nasıl başarmıştır? 15 yıl evvelki bir haber ya da ihbar diyelim, bilmiyorum, bize bir fikir verebilir mi? 20 Ekim 1996 tarihli Aydınlık dergisinin kapağında şu iddia var: “Abramovitz, Erbakan’ın yerine Tayip Erdoğan’ı Başbakanlığa hazırlıyor!” İlgili haberde, Abdullah Gül’ün de Dışişleri Bakanı olacağı söyleniyor. Bunun iddia olmadığını artık herkes biliyor; ancak yine de soranlar olabilir, haberin kaynağı nedir? Haberin kaynağı bir yana, ki CIA’dır, burada, yeni sağın ülkemizde, 12 Eylül’den sonraki ikinci atağını görüyoruz.
Refah Partisi’nin 28 Şubat’ın ardından kapatılması
ile, ABD’nin neşteri ortaya çıktı ve Milli Görüş’ün, diğer partileri olan Fazilet ve Saadet’e vuruldu. (Buradan AKP ve HAS Parti çıktı.) Hatırlanacaktır, özellikle, hareketin toparlanma döneminde, Abdullah Gül’ün lideri olduğu, parti içindeki “yenilikçi kanat”, Erbakan’a muhalefeti alenileştiriyor, AKP’yi kuracak kadronun ayrışma sinyalleri, yavaştan gözlenebiliyordu. Eklemek gerek, bu ayrışma öyle çok derin ve de sürece yayılır biçimde olmadı. Bugün bile hatırlarda olan, o, Gül’ün Meclis’te yaptığı AB karşıtı ateşli konuşma ile, parti içi hiziplerin oluşması arasında, yalnızca birkaç yıl var. Bu adamlar, Hıristiyan kulübü dedikleri Birlik’e, nasıl oldu da, kul köle olmaya başladılar? Bunun izahı hem zor hem kolay. Burada bir siyasi dönüşten ziyade, ruhunu ve bedenini, düşmana teslim etme olayı var, bu net. İktidar için pragmatizm, zaten görülebiliyor.
Söz açılmışken, 28 Şubat ile ilgili bir iki şey eklemek istiyorum. Liberallerin sıklıkla söylediği gibi, AKP’nin iktidar oluşu ile, halkımızın darbe karşıtlığının ve mazlumdan yana tepki vermesinin, hiçbir geçerliliği yok. Ne kadar saçma, bir darbe varsa ortada, bunu yiyen Erbakan’dır; Tayyip Erdoğan, liderini bırakıp kendini emperyalizmin kollarına atmıştır, neyin darbe karşıtlığı oluyor öyleyse 3 Kasım 2002’deki seçimin sonucu? İkincisi, 28 Şubat, sebebi, siyasi çözümlemesi bir yana, sonuç itibari ile, kesinlikle ABD’nin işine yaramıştır. Yeni sağ kadronun önü açılmış, eskide direnen ve yeninin önündeki önemli engellerden klasik sağcı Milli Görüş, emperyalizmin elini aşırı derecede rahatlatacak ve Ordu’nun “tahmin edemeyeceği ve istemeyeceği şekilde” tasfiye olmuştur.
Sonrası malum, eski sağın hemen her kesiminden siyasetçi, geçmişini bir kenara bırakarak, 2001’de kurulan AKP’ye koştu. Parti, artık, Graham E. Fuller’ın da kitabına ad olan “Yeni Türkiye Cumhuriyeti”ni kurmaya hazır bekliyordu. Ancak, iktidarda, halen DSP, ANAP ve MHP vardı. ABD’ye ve AKP’ye bir kaos gerekiyordu; Irak’ın işgaline ve de buna Türkiye’nin yardımcı olmasına sıcak bakmayan Başbakan Bülent Ecevit’in rahatsızlığı bile yetti bu kaosun yaratılmasına. Bugün matematik hesapları ile hepimizi eğlendiren Devlet Bahçeli, “hangi akıl ve mantık ile bilmiyoruz ama”, koalisyonu parçalayacak sözler etmeye başlayınca ve “nereden estiyse”, İsmail Cem ve Kemal Derviş, DSP’yi fiilen bölünce, süreç hızlandı. Erken seçim, kriz mağduru yoksul halkımıza dayatıldı. Sonuç, aslında pek de sürpriz değildi. Bir ABD filmi ile, artık, AKP, resmen iktidardı.
Buraya kadar anlatılanları, “her şeye rağmen” gayet “normal” bulanlar olacaktır, zaten eleştirdiğimiz ve yazının amacını teşkil eden nokta da burası. Ancak, ortada “anormal” olarak nitelenebilecek durum ve olayların varlığını, bir de tersten anlatmayı deneyelim. Sanıyorum, bu vesile ile, konu daha da netleşecektir.
Yeni sağ akımın ve temsilcilerinin, politik olarak ilk hamlelerinin, sosyalist rejimleri ve hemen ardından, ulus-devletleri tasfiye olduğunu, yukarıda dile getirdik. Bu, bizim ülkemizde de, hemen her devlet kurumunun “konsept” ve tavır değişikliğine neden oldu. Bu kurumların başında da, ilginç biçimde TSK vardı. ABD’nin Birinci Körfez Savaşı’na hazırlandığı, Turgut Özal’ın da, “yancı” olarak Türkiye’yi ABD’nin arkasına takmaya çalıştığı süreçte, NATO’ya bağlı ve orada önemli bir “yer”i olan Türk Ordusu’nun başındaki adam, Org. Necip Torumtay, Özal’ın bu siyasetine muhalefet etti ve az rastlanacak biçimde, görevini kendi isteğiyle bıraktı, emekli oldu. Bu olay, bugün yaşadıklarımızın, ki az sonra geleceğiz, belki de başlangıcını teşkil ediyor.
Torumtay’ın istifa ettiği tarih, 1990’dı. Bundan sonraki 12 sene, yani AKP iktidar olana dek, hem Ordu hem halkımız için, oldukça hareketli geçti. TSK, ABD’nin bölgede kalıcı olduğuna dair, doğru fikre sahip olduktan sonra, 27 Mayıs’ın hemen ertesinden beridir, Ortadoğu’da, her daim uşaklık ettiği emperyalizme, kendi meşrebince “kafa tuttu”. Bunda ama asıl etken, ABD’nin yeni Kürt siyaseti idi. Ordu’nun en tepesindeki generaller, örneğin bir suikast ile öldürülen Eşref Bitlis, Kürt sorununu, emperyalizmin kaşıdığını düşünüyor, konumları gereği, tutarsız da olsa, utangaç veya cesurca, ABD karşıtlıklarını dile getiriyorlardı. Tezin doğruluğu, yanlışlığı, şu an için bizim konumuz değil. Ancak, Ordu’da, şeklen de olsa bir paradigma değişikliğinin yaşandığı kesin. Bahsi geçen 12 senede, Türkiye, şeriata, siyasal İslam’a açıktan savaş açan generaller; görev süresi boyunca ABD’ye gitmeyen Genelkurmay Başkanı gördü!
AKP iktidara gelmeden iki ay evvel o koltuğa oturan Hilmi Özkök’le beraberse, Ordu’daki değişimin sonlanma süreci başladı. Yukarıda anlattığımız çizgideki generaller, Özkök’ü istemiyorlardı; ancak O’nun önünü de kesemediler. Nihayet, 2003’te, “yeni muhalif çizgi”deki subaylar, emekli edilme taktiği ile, tasfiyeye uğramaya başladılar. Daha yüksek konumdakiler ise, başlarına gelecekleri görmek için, Ergenekon tertibini bekleyeceklerdi. Bugün, çok çeşitli darbe davalarından yargılanan, pek çoğu tutuklu olan bu kişiler, yeni sağın önünde engeldiler zira. Bunu biz söylemiyoruz, bu, WikiLeaks belgelerinde anlatılıyor. Bu belgeleri yayınlama hakkına sahip olan Taraf gazetesinin sansürlediği kısımlarda anlatılıyor; ABD Ankara Büyükelçisi Robert Pearson, 22 Mart 2003’te Washington’a çektiği 7 sayfalık telgrafta, Org. Aytaç Yalman, Org. Şener Eruygur, Org. Çetin Doğan, Org. Hurşit Tolon, Org. Fevzi Türkeri, Org. Tuncer Kılıç ve Org. Yaşar Büyükanıt’ın, “ABD’yi zora sokacak işler” yapabileceğini, ülkesine bildiriyor.
Görüldüğü üzere, “bir ikisi dışında”, adı geçenlerin tamamı, bugün, AKP’nin gazabına uğramış durumda. Hilmi Özkök ve ardından gelen tüm Genelkurmay Başkanları ise, “ABD’yi rahatsız edecek işler” yapmadılar. Büyükanıt, Başbuğ ve Koşaner, yeni sağın, askeri alandaki doğrudan veya dolaylı destekçileridir.
Yeni sağın, bürokrasi, yüksek yargı, medya, üniversite gibi alanlardaki muhaliflere saldırısı da, yine Ergenekon ile oldu. Henüz birkaç ay evvel, burada, Ergenekon ve sosyalistler başlıklı makalemizde ayrıntılı biçimde buna değindiğimizden, aynı şeyleri tekrarlama gereği duymuyoruz. Tam bu noktada, eleştiri yöneltecekler olabilir; bu süreçte sosyalistlere, Kürtlere bir saldırı olmadı mı, bunlar neden anlatılmıyor, diye. Ve fakat, söylemeye gerek mi var, bu kesimlerin, ülkemizin her döneminde aynı saldırılara maruz kaldığını, çok ağır bedeller ödediğini? Derdimiz, rejimin nasıl revize edildiğini, rejimin içinden anlatabilmek; zira asıl savaş, kim ne derse desin, bugün itibari ile, orada yaşanıyor ve bu, rejimin dışını da ziyadesi ile etkiliyor! Bu kısma dair, son söz ise, şu olabilir; parti, örgüt veya devlet fark etmez, bir yerde tasfiye varsa, normalin dışında bir süreç yaşanıyor demektir. Bir ordunun generallerinin yüzde onu hapiste ise, o ülkede ya işgal ya darbe vardır. Bu, bu kadar nettir. Bizde ise, ikisinin de varlığı, açıkça görülmektedir.
Yavaş yavaş, sona yaklaşıyoruz. Anlattıklarımızı, bir kez daha, özet biçiminde de olsa, tekrarlamaya gerek yok. Fakat, birkaç çıkarım ile, sürdürebiliriz.
Söylediklerimiz, evvela bir sürecin analizi ve bu süreçte yaşananların, kısa da olsa yorumlarıdır. Daha önce yaşadık, bir rejim değişikliğinden bahsettiğimiz vakit, bir kısım solcu, yasal seçimle iş başına gelen bir partinin, yani AKP’nin, böyle bir şey yapamayacağını iddia ediyor. Biz ise, ortada, seçimle gelen bir sağ partinin değil, ul
uslar arası bir komplo ile tepemize çıkartılan bir küresel ittifakın Truva atının varlığından bahsediyoruz. Yine daha önce yaşadık, bu Truva atının yeni sağcı karakterinin gereği ve önceleyeni olarak, İslamcılığından bahsettiğimizde, bir kısım solcu, bize, AKP’nin İslamcılığı ile değil liberalliği ile uğraşmamız gerektiğini salık veriyor. Biz ise, dinciliğin bir kültürel olgu değil, yeni dönemde, bir sömürü aracı olduğunu anlatıyoruz. Bu, uzar ve gider; bu kadar yeter.
Başlarken, solumuzun sormadığını ve cevaplamadığını söyledik. Bu durumda, solumuzun, sordurmadığını ve cevaplatmadığını eklemeye gerek bile yok. Son otuz kırk yılda, dünya çok değişti, dünya Türkiye’yi de çok değiştirdi. Siyasi felsefeler, ideolojik tahliller, politik söylemler, araçlar, uygulamalar; her şey ama her şey alt üst oldu. Yepyeni kavramlar kafamıza boca edildi. (Örneğin, ne yazık, görüldüğü üzere, yeni sağı konu ettiğimiz bir yazıda, yeni sola değinemedik!) Tüm bunların arasından sıyrılmak, yeni olanı yorumlamak, çözümlemek; elbette çok zor. Üstelik, burjuvazinin ve siyasi, askeri, ideolojik araçlarının bu denli yoğun saldırısı altında bunu yapmak, daha da zor. Ancak, biz sosyalistiz, her şeye rağmen, söylediklerimizi yapmak görevimiz.
Ergenekon, derin devletin tasfiyesidir, tespiti ile AKP’ye payandalık etmek; çok sakat bir tez ile, ülkemizin en önemli sorununun Kürt sorunu olduğunu söyleyip Kürt hareketine koşulsuz destek sunmak; AKP ile hiçbir şeyin değişmediği, sömürünün eskisi gibi sürdüğü şeklindeki iddia ile kolaycılığa kaçmak; ulus-devletin tasfiyesini, demokratikleşme ve etnik gruplara özgürlük getireceği savı ile önemsememek, yaşadığımız yeni sağ ve küresel darbeye meşruiyet sağlamak, solumuza yakışmaz!
Hadi işin “şık”lığını bir yana bırakalım, bu, solumuzun kendi kendini tasfiyesidir. Ortada yeni dönem varsa, yeni politikalar var demektir; solun işi de, bunlara karşı bir düzen önerisi sunmak, bunlara karşı politikalar üretmektir. Ama son kez söyleyelim ki, bunun koşulu, evvela şimdiyi anlamak, AKP’yi analiz edebilmektir!
alpererdik@mynet.com