“İş-güç nasıl” diye soruyor biri. Öbürü “güç bela” diye yanıtlıyor. “İşten atılmak çok güç” diyor bir başkası. “İş bulmak da çok güç” diyor berideki. Bir diğeri “çalışmak güçleşiyor bu baskılarla” diye söyleniyor. İki yıldır işsiz olanı “gücüme gidiyor” diye fısıldıyor… Bütün bunlar “dördüncü güç” medyada çalışan emekçilerin ağzından dökülüyor. Ne çok anlamı var “güç” sözcüğünün… […]
“İş-güç nasıl” diye soruyor biri. Öbürü “güç bela” diye yanıtlıyor. “İşten atılmak çok güç” diyor bir başkası. “İş bulmak da çok güç” diyor berideki. Bir diğeri “çalışmak güçleşiyor bu baskılarla” diye söyleniyor. İki yıldır işsiz olanı “gücüme gidiyor” diye fısıldıyor…
Bütün bunlar “dördüncü güç” medyada çalışan emekçilerin ağzından dökülüyor.
Ne çok anlamı var “güç” sözcüğünün…
Basın emekçileri, bir yandan sermaye politikalarının ağırlığı diğer yandan siyasal bir operasyonun baskısı altında eziliyor. Ekmek parası ile meslek ilkeleri arasında yeterince kalan gazeteciler şu sıralar bir de fikir özgürlüğünü savunmak ile üç maymunu oynamak arasında gidip geliyor.
Gazetecilik iş kolunda son 10 yılda adeta sıradanlaşan toplu işten çıkarmaların bir yenisini yılbaşında yaşadık. 12 Haziran seçimlerinin ardından yeni bir dalga daha bekleniyor. Ayrıca Ahmet Şık, Nedim Şener’in Ergenekon operasyonları kapsamında gözaltına alınmalarının ardından fikir özgürlüğü ve gazetecilik mesleği de yeniden güçlü biçimde tartışılıyor.
Gazetecilerle ilgili alışmışlıklarımıza işten atılmalarının yanı sıra gözaltına alınmaları, tutuklanmaları da girecek gibi duruyor.
Yıllarca “stajyer” adıyla ücretsiz ve kayıtsız çalıştırılan, iş kolu için düzenlenen 5953 sayılı yasaya uygun istihdam edilmeyen, bireysel başarının mutlaklaştırılmasıyla yalnızlaştırılan, mesleğe özgü tipik hazzın öne sürülerek sömürü ilişkisinin adeta içselleştirildiği, emeğin karşılığı olarak adının veya yüzünün kitle iletişim araçlarında görünür olmasının sunulduğu emekçiler şimdi de mesleklerini yaptıkları için cezaevleriyle tehdit ediliyor.
Sendikal örgütlenme ve dayanışma ilişkilerinin çalışanların bilinçaltında adeta “yasa-dışı faaliyet” haline getirilerek, bu faaliyete kalkışanların cezalandırıldığı günümüzde emeğin örgütlü gücünü oluşturmak konusunda çok büyük zorluk çekiliyor. Ayrıca tekelleşme ile birlikte sendika üyesi çalışanlar, genel yayın yönetmenlerinin odasında gazete sahiplerinin “telkinleriyle” sendikalarından istifaya zorlandıklarından sendika üyesi olmak çalışmaya engel olarak görülüyor.
Haklarını hukuki yollardan arayan çalışanlar ise bir daha ne o medya grubunda iş bulabiliyor ne de başka bir gruba başvurabiliyor.
Yüksek oranda “bu işin cilvesi” diye algılanan işten çıkarmalar, kendini bir türlü “işçi” olarak göremeyen gazetecilik iş kolu çalışanlarının, işvereni değil işi sorgulamasına neden oluyor. Böylece basın emekçisinin gözüne, gerçek sorumluları ve dolayısıyla muhatabını görmesini engelleyen bir perde iniyor. Bu perde sınıf ilişkilerini ve gazetecilerin sınıfsal konumunu gizlemiş oluyor.
Bütün bu genel tablo özetini, bugün yaşananlar karşısındaki hareketin yetersizliğinin nedenlerini genel olarak bir kez daha ortaya koyabilmek için yaptık.
Diğer yandan son gözaltılara verilen kitlesel tepkinin gazetecilerin gözündeki perdeyi yırtması, fikir özgürlüğü, kamu yararı, emek kavramlarının gerçekçi bir biçimde gazetecilerin gündemlerine girmesi beklenmese de fikir özgürlüğü ve özlük haklarının da listenin başında yer aldığı yeni bir tartışmanın kapısını aralayacağını ummak mümkün.
Çalışma yaşamındaki esnekleşme, tüm emekçilerin güvencesizlik çatısı altında türdeşleşmesini getirirken bu koşullar altında değersizleşen ve yeniden işçileşen gazetecilik alanında çalışanlar etraflarına bakınca, silik bir sendika; korkutulmuş, sindirilmiş meslektaşlar ve örgütsüz toplumun tenhalığı ile göz göze geliyor. Bunların yanında gazeteciler bir de açık faşizm koşullarını aratmayan politik baskılarla karşılaşıyor ve -son dönemde yapılan kitlesel eylemlere rağmen söylemek gerekir ki- hem tepki geliştiremiyor hem geliştirdikleri sınırlı tepkilerde çekingen davranıyor. Ayrıca “meslektaş” çatısının yanıltıcı hatta zararlı birleştiriciliği, verilen tepkilerin politik içeriğinin boşalması sonucunu da doğurabiliyor.
Bütün bunlar, işin ortadan kalkması sonucu “iş-güç” diye kullanıldığında “dayanak, varlık, kuvvet” gibi anlamlara gelen gücün de yok olmasıyla birlikte gazetecilerin mesleki açıdan silikleşmesine ve gazeteciliğin niteliksizleşmesine neden oluyor. İşsiz kalan tekil emekçi aslında işini değil, kapitalizmin emekçilere dayattığı iş=varlık denklemini kaybediyor ve emekçi sınıfların toplumsal gücünden düşürülmesine bir çentik daha atılıyor. Üstüne bir de artık kalıcılaşmaya başlayan politik baskılara, saldırılara maruz kalan ve emek mücadelesinin bileşeni olmak konusunda gerici davranan basın emekçileri, güvenlerini ve direniş azimlerini de iyice kaybediyor.
Somut sermaye politikalarının meşrulaştırıcısı haline gelen medyanın çalışanları, işsizlik ve “yargı” ile “terbiye ediliyor” ve gerici-neoliberal AKP iktidarının yaratmaya çalıştığı boyun eğme kültürünün pekiştirilmesinde gazetecilere de böylece önemli bir rol verilmiş oluyor.
Yaşananlara Karşı Halkın İletişim Hakkı
Gazetecilerin gerek haklarını savunmak gerekse siyasal alana ilişkin söz söylemek için sokağa çıktıkları çok uzun yıllardan beri görülmüş değil.
Yapılması gerekenlere ilişkin sınanmış bir reçete tabi ki yok. Fakat tam da bu noktada neler yapılması gerektiğini düşünmekte fayda var.
Başta basın emekçilerinin çalışma hakkının savunulması gerekiyor. Çalışma hakkının savunulması ve korunması konusunda örgütlü emek güçlerinin verdikleri çabalara katılmak, işkolundaki sendikal örgütlülüğün gelişmesi için çalışmak ilk elden yapılması gerekenler. Şimdiye kadar emekçilerin gerek haklarını savunma gerekse hakların ilerletilmesi cephelerinde sınırlı katkısı olduğu üzülerek görülen bu çabaların tamamlayıcılara, geliştiricilere muhtaç olduğu muhakkak. Üstelik işkolundaki sendikal çabalar lokal ve sürekli savunma çizgisindeyken örgütlülük tartışmasını tamamlayıcılarıyla birlikte ele almak hayati önem arz ediyor.
Bunun dışında gazetecilerin yalnızca çalışma haklarını değil ifade özgürlüğü ve örgütlenme haklarını da varlıklarının temeli kabul etmeleri ve bu hakların peşine düşmeleri gerekiyor.
Basın alanında yaşananların tümü, mücadele için çalışma hakkının da içine girdiği topyekun bir “iletişim hakkı” çerçevesi örülmesinin zorunlu hale geldiğini gösteriyor.
Basın emekçilerine düşen, işten atılmaların da politik baskıların da mesleğin bir parçası değil emek düşmanı uygulamaların ve ülkedeki anti-demokratik yeniden yapılanmanın izdüşümü olduğunu bilmektir.
Haklarının çevresindeki kuşatmadan ancak örgütlü emek gücü oluşturarak kurtulabilecek olan basın çalışanları, büyük manzarayı; çalışma ilişkilerinin güvencesizlik zeminine yerleştirilmesini görmeli ve dolayısıyla örgütlü emek mücadelesinin genel deneyim ve kazanımlarından da yararlanmalıdır.
Ayrıca, mesleki bilgi ve uzmanlıkları halkın mücadele verdiği alanların bilgisini üretmek ve yaygınlaştırmak üzere kullanmak, gazetecilerin vereceği emek mücadelesi çerçevesinin de doğru biçimde genişlemesini sağlayacaktır.
Özetle, yaşamın her türlü ilerici toplumsal dayanışma ve örgütlülük ağlarıyla sürdürülmesi (artık) basit bir tercih değil aksine basın çalışanlarının önündeki tek yoldur.
Halkın iletişim hakkı mücadelesi, en çok bu koşullar altında çalışan ve çalıştırılm
ayan emekçilerin sahip çıkmasıyla anlam bulacaktır ve halkın iletişim hakkı, medya emekçilerinin gücünün birleştirilerek hakları için mücadele edebilmelerinin de tek yoludur.
İşkolundaki tek sendika olan Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın da Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin de diğer tüm gazetecilik derneklerinin/birliklerinin/cemiyetlerinin de yapması gereken, fikir özgürlüğünün, alanın emekçilerinin (ve genel olarak tüm emekçi sınıfların) özgürlüğüyle olan reddedilemez bağını kavramaktır. Fikir özgürlüğü ile emek mücadelesi arasındaki (kimi tartışmaların baskın hale gelmesiyle bulanıklaşmakla birlikte ortada duran) ilişki söz konusu örgütlerin bu tür bir ideolojik, politik bilince sahip çıkmalarıyla görünür kılınabilir.
Ve dahası bu kavrayış, kendini “baskılara maruz bırakılan” gibi pasif bir konumla değil “mücadelenin asli unsuru” olarak iradi bir tutumla değerlendirenlerce harekete geçirilirse yeni kazanımlar için mücadelenin önü açılabilir.
Tam da burada başlıktaki o sözcüğün bir kullanımını daha hatırlamakta fayda var: Gücümüz birleşmekte.
*Gökhan Bulut
Gazeteci