En çok iç acıtıcı olan katliamların alkışlanmasıdır. İçeride bombaların ve kurşunların hedefinde olan bu ülkenin devrimcileri yok edilirken, dışarıda katliamları sessiz sedasız onaylayan ve çoğunlukla alkışlayan toplum gerçeği, bugün bir utanç olarak duruyor karşımız da. 1996’nın 4 Ocak günü Ümraniye cezaevinde “Yine İsyan” manşetleriyle bilinçaltına canavar örgütler göndermesi yapanlar, katliamın ertesinde ölenlerin fotoğraflarını, koğuşlarda çekilmiş […]
En çok iç acıtıcı olan katliamların alkışlanmasıdır. İçeride bombaların ve kurşunların hedefinde olan bu ülkenin devrimcileri yok edilirken, dışarıda katliamları sessiz sedasız onaylayan ve çoğunlukla alkışlayan toplum gerçeği, bugün bir utanç olarak duruyor karşımız da.
1996’nın 4 Ocak günü Ümraniye cezaevinde “Yine İsyan” manşetleriyle bilinçaltına canavar örgütler göndermesi yapanlar, katliamın ertesinde ölenlerin fotoğraflarını, koğuşlarda çekilmiş resimlerle yan yana vererek, cezaevlerini örgütlerin yönettiğine dair namussuz bir propaganda yarışına girmişlerdi.
O katliamın tanıklarından biri olarak içeride yaşanılan o anları bugün ve her gün hatırlıyorum. Koğuşlara yirmişer, otuzar bölünüp yerleştirilen tutuklu ve hükümlüleri her gece taciz eden askerler, ‘bugün yarın geliyoruz’ mesajını çok açık veriyorlardı. Ve geldiler…
Bir sabah arama bahanesiyle koğuşların içine beysbol sopalarıyla, kask ve kalkanlarla giren askerler öfkeli, gergin ve birazdan kopacak fırtınadan haberdar olmalarından dolayı hazırlıklıydılar. Biz ise bu yeni açılmış cezaevinin bir katliamla daha baştan üstünlüğünü ilan etmek isteyen askerin ve cezaevi yönetiminin niyetlerinden habersizdik. Bir şeyleri hissediyor olmakla, ona hazırlıklı olmak arasındaki çizgide tutunmaya çalışıyorduk.
Bir siyasi mahkûmun elindeki tek silahın direnmek olduğunu bilenler için, o direnci kırmak ve biat etmesini sağlamak devletin üstün görevlerinden bir tanesidir. İşte bu yüzden devlet katliamcılarına üstün hizmet madalyaları verir.
Ne olduğunu anlamadığımız bir anda çıkan bir kıvılcım, yüzlerce askerin üstümüze çullanmasıyla katliam fişeklenmişti. Beysbol sopaları bedenlerimize inerken kırılan kemik sesleri, tüm seslerden farklı olarak kulaklarımıza ulaşıyordu. Deliye dönmüş gözler kendisine hedef seçtiği mahkûmlara yöneliyor ve onlarca askerin elindeki sopalar nefes nefese kalmış bedenlerinden dışarıya öfke kusuyordu. Her yorulan askerin yerini bir diğeri alıyor ve sopalar hiç durmadan hiçbir savunması olmayan insanların vücutlarına sayısız kere iniyordu.
Kan kokusu sarmıştı her tarafı. Çıplak bir kokuydu bu. Kurbanlarını boğazlamak için arenaya çıkartılanlar, daha gerilerde onlara tezahüratları ile destek veren arkadaşlarının bağırtılarıyla daha bir heyecanlanıyor ve daha bir hırsla vuruyorlardı.
Koğuşun tuvaletine önceden gözüne kestirdikleri mahkûmları çeken askerler, dört arkadaşımızın kafatasını sopalarla parçalayarak işlerini tamamlamışlardı. Koğuşun içinde kalanlar ise üst üste istiflenmiş bedenlerini artık hissetmiyorlardı. Ve henüz operasyon bitmemişti. Bu bedenleri ana koridorda karşılıklı sıraya girmiş ve sıranın kendisine gelmesini bekleyen diğer askerler bekliyordu. Koğuştan sürüklenerek çıkartılan tutuklu ve hükümlüler, ara koridorda bekleyen askerlerin önüne atılıyor ve yeniden sopalar havada uçuşuyordu. İçeride bedenleri uyuşan ve artık hiçbir şey hissetmeyen biz tutsaklar için koridordaki fasıl son bir rötuştan başka bir şey değildi.
Aradan birkaç yıl geçti. Bir katliam haberi de Ulucanlar cezaevinden geldi. Katliamın ne olduğunu bilenler için orada yaşananları tahmin etmek zor değildi ama yanılmıştık. Ulucanlar cezaevinin hamamını işkence haneye çeviren askerlerin neşterle kestikleri arkadaşlarımızın görüntüleri bizlere ulaştığında, kendi yaşadıklarımızı mumla arayacaktık.
Çok geçmeden Diyarbakır’dan geldi haber. PKK’li mahkûmlar ziyaretçi günlerinde ellerinde çivili sopalarla bekleyen gardiyan ve askerlerin planlı saldırısına uğramış ve bedenleri paramparça edilerek katledilmişlerdi.
Devlet tufanının ne olduğunu herkes biliyordu artık. Adım adım tüm cezaevlerine yönelik bir operasyon hazırlığı yapılıyor ve bunun alıştırmaları cezaevleri üzerinde deneniyordu. Hayata dönüş operasyonu ve gerçekler bugün gün yüzüne çıkıyor. O güne dair yazılacak, söylenecek çok şey var elbette. Devletin tüm kurumları ve ulusal medyanın el birliğiyle hazırlanan operasyonun sonuçları hiçbir zaman unutulmayacak.
Bir avuç insan hak ve özgürlükler savunucusunun tüm çabaları da bu operasyonla yok edildi. Devlet, görüşmeler sürerken bir yandan da operasyonun hazırlıklarını sürdürüyor ve adım adım çözümsüzlüğü iple çekiyordu. Dün kendi sorumluluklarını inkâr edenler, bugün yine kendi imzaladıkları belgelerle kendilerini yalanlıyorlar.
Cezaevlerinde sürdürülen ölüm orucu sürecinde arabuluculuk görevini üstlenenlerden biri olan ve kendi kişisel tarihim açısından da önemli bir yere sahip olan Mehmet Bekaroğlu ile bir Londra ziyaretin de kendisine arka planda yaşanılan gelişmeleri sormuştum. O uzun uzun anlatmış ve “biz görüşmeleri sürdürürken, devlet dışarıda hazırlık yapıyor, inşaat araçları cezaevlerinin etrafına konumlandırılıyordu. Sorunun çözümüne her yaklaştığımızda yeni bir sorun çıkıyor ve her geçen gün dozerler vb cezaevinin etrafında çoğalıyordu. Bir operasyon hazırlığıydı ve kendimi en çaresiz hissettiğim anlardan birisiydi” demişti.
Devleti tanıyanlar “devletin verdiği söze inanmıyoruz” diyerek bugün açığa çıkan gerçekleri o gün masada söylemişlerdi.
Bir avuç erin üzerine yıkılmak istenen bu operasyonun asıl sorumluları ise yargılanmıyor, yargılanamıyor. Devletin bu operasyonu yapmasını teşvik eden ve psikolojik zeminini hazırlayanlar o günün medyası bugün tıpkı devletin katilleri gibi hafıza kaybına uğramış gibi davranıyor. Devletin şiddetini ve suçlarını topraklayan maalesef medya oldu. Bu topraklama sayesinde devlet her şeyi elini kolunu sallayarak yaptı.
Devletin hafıza kaybına uğradığına da şahitlik ediyoruz artık. Eskiden katiller önce kutsal saydıkları devlet sırrına sarılıyorlardı, o kutsallık yerle bir olunca şimdi hafıza kaybına uğradıklarını söylüyorlar. Devlet de bu buluşu sevmiş olmalı ki inkâr etmiyor artık, sadece hatırlamıyor. Devlet yaptığı tüm cezaevi operasyonlarını an ve an kayda geçmiştir. Hem 96 Ümraniye katliamında, hem de Hayata Dönüş operasyonu sırasında içeride operasyonu kameraya alan askerlerle defalarca yüz yüze geldiğimizi dün gibi hatırlıyorum.
Biz tüm bu gerçekleri konuşup yazarken hücrelere doldurulan tutuklu ve hükümlülerin işkencesi devam ediyor. Mahkûmlar için bir laboratuar haline getirilen hücrelerde insanlar yalnızlığa hapsedilerek, izole edilerek, her türlü devlet keyfiyetine maruz kalarak yok edilmeye devam ediliyor.
Devletin tufanı hız kesmeden devam ediyor.