Önceki yazıda kriz nedeniyle sendikaların güç kaybettiğini ve eridiğini söylemiştim. Ne var ki mevcut gerileme karşısında sendikalar, her hangi bir çaba içinde değiller. Oysa emeği temsil ettiğini söyleyen bu örgütlerin, sermaye saldırıları karşısında yeniden mevzilenmeleri ve kendilerini bir değişime tabi tutmaları gerekiyor. Ancak bırakın yeni bir emek anlayışının ortaya koymayı, saldırılar karşısında sendikalar adeta izleyici […]
Önceki yazıda kriz nedeniyle sendikaların güç kaybettiğini ve eridiğini söylemiştim.
Ne var ki mevcut gerileme karşısında sendikalar, her hangi bir çaba içinde değiller.
Oysa emeği temsil ettiğini söyleyen bu örgütlerin, sermaye saldırıları karşısında yeniden mevzilenmeleri ve kendilerini bir değişime tabi tutmaları gerekiyor. Ancak bırakın yeni bir emek anlayışının ortaya koymayı, saldırılar karşısında sendikalar adeta izleyici durumdalar. Tam da sendikal harekete yöneltilen eleştirilerin nirengi noktası burasıdır.
Şüphesiz sendikaların sistemle girdikleri ilişki biçimi, önemli bir sorun alanı teşkil ediyor. Çünkü sınıfsal rollerini yerine getirmekten uzaklaşan sendikal yapılar, sistemin sınırları dışına çıkmayıp, öngörülen yaşama ayak uydurup birer bürokratik merkeze dönüştüler.
Doğal olarak bu yaşam tarzı, sendikaların tabanla bağlarını kopardı. Çözülme ve çürüme süreci de buralardan başladığı söylenebilir.
Kuşkusuz bu baş aşağı gidişe ivedilikle müdahale edilmesi, tarihsel toplumsal bir zorunluluktur. Fakat diğer taraftan örgütlü demokratik bir toplum ve demokratik bir ulus yaratılması açısından da toplumun nefes borularını açacak önemdedir.
Günümüzde istihdam ve emek sürecinin, dramatik bir parçalanma yaşadığını dilimize pelesenk etmiş durumdayız. Çünkü sermaye “memur, taşeron, işçi, işsiz, güvenceli, güvencesiz, 4B, 4C” gibi eyollarla mekçi sınıfı, sınıf içi bir bölünmeye uğratarak, emekçilerin dayanışmalarını engelliyor.
Tabii olarak nesneleştirilip, mülksüzleştirmeye çalışılan ‘işsizler, taşeron işçileri, güvencesizler’in örgütlemeye, dayanışmaya çekil(e)memeleri, sendikal hareketi güçsüzleştirip marjinalleştiriyor.
Nitekim sadece elinin altındaki güvenceli işçiyle yetinen sendikalar, iş yerlerindeki güvencesizleri, ya da dışarıdaki işsizleri örgütlemekten uzak duruyor.
Türkiye de istihdam profiline bakıldığında 24 milyon emekçiden, 22 milyonu hala örgütlemeyi bekliyor.
Zira madenler, sanayi havzaları, tekstil, turizm, inşaat, tarım iş kollarında milyonlar sermayenin insafına terkedilmiş durumda.
Ancak işsiz ve güvencesizler örgütlü olmasalar da devasa bir büyüklükte olduklarını biliyoruz. Örgütsüz olan bu kitlelerin örgütlenmesini esas alıp, onların kaygılarını anlayarak ve kitlelerle bir güven ilişkisi oluşturarak pek ala örgütlenmeleri sağlanabilir.
Kuşkusuz günümüzde kapitalizm ucuz emek üzerinden, birikimini büyütmekten başka emekçilere yol bırakmıyor. Bu nedenle işçi, işini kaybetmemek için, kıyasıya çalışmak, üretmek zorundadır. Aksi takdirde sermaye tarafından her an kapı önüne konulma tehlikesi vardır. Çünkü her güvencesiz, aynı zamanda potansiyel bir işsizdir.
İşte esas zorluk buradadır. Sermayenin oluşturduğu esnek ve kuralsızlık sistemi, örgütlenmeyi bu noktada zorlaştırıyor.
Peki, bu paradokstan nasıl çıkılır? İşsiz ve güvencesizleri örgütlemek belirtildiği kadar zor mu?
Elbette zorlukları olsa da, işsizliğe ve güvencesizliğe karşı, güçlü toplumsal desteğe her şeyden önce ihtiyaç vardır. Toplum güvencesizliğe karşı duyarlı hale getirilmelidir. Güvencesizlik toplum vicdanında mahkm edilmelidir. Ayrıca sendikalar grev ve dayanışma fonları oluşturmalı, olası işten at(ıl)malara karşı bu fonlar kullanılmalıdır. Doğal olarak oluşacak sınıfsal ve toplumsal destek bu mücadelenin kazanılmasını, yarı yarıya kolaylaştıracaktır.
İşsizlerin örgütlenmesi için (alternatifini de gösteren) sistemin güçlü bir şekilde ideolojik teşhiri, gereklidir. Sermayenin kölelik politikalarına karşı geniş aydınlatma, bilgilendirme çalışmaları yapılmalıdır.
Kuşkusuz kuralsızlık ve güvencesizliğin beslendiği zemin, işsizliktir. Bu da örgütsüzlük dayanışmasızlıktan, öz savunma eksikliğinden kaynaklanmaktadır.
Nitekim örgütlü ve ne istediğini bilen bir toplum, sermayenin saldırılarına boyun eğmesi düşünülemez. Dolayısıyla emekçilerin örgütlü bir şekilde işsizliğe, yoksulluğa, güvencesizliğe karşı kendilerini savunma hakları vardır.
Kuşkusuz iş yeri işgalleri, büyük kitlelerle alanların tutulması, sonuç alıncaya kadar grevler, direnişler meşru öz savunma eylemleri bu sürecin eylem anlayışı haline getirilmelidir. O vakit sermayenin bu politikaları boşa çıkar(ıl)acaktır.
Ancak bunun yegane yolu; mücadelenin radikalleşmesinden geçmektedir.