AKP’nin, dokuzuncu yılına giren, ülke yönetimindeki politik özneliğini; bugüne dek, hem iç hem de dış etkenlerle, bunların kesişimi ile, yer yer çatışması ile, soldan, ve fakat, Dünya’nın dönüyor olduğunu unutmayan soldan bakarak açıklamaya çalıştığımızda, “eski”den bir kopuşun gerçekleştirilmeye çalışıldığından hareketle, bu ve önümüzdeki sürece, “yeni dönem” dedik. Ve aslında AKP’liler ve bu partinin yandaşları da, […]
AKP’nin, dokuzuncu yılına giren, ülke yönetimindeki politik özneliğini; bugüne dek, hem iç hem de dış etkenlerle, bunların kesişimi ile, yer yer çatışması ile, soldan, ve fakat, Dünya’nın dönüyor olduğunu unutmayan soldan bakarak açıklamaya çalıştığımızda, “eski”den bir kopuşun gerçekleştirilmeye çalışıldığından hareketle, bu ve önümüzdeki sürece, “yeni dönem” dedik. Ve aslında AKP’liler ve bu partinin yandaşları da, birkaç yıl evveline kadar utangaç biçimde, yakın tarihten itibaren de, göğüslerini gere gere, bunu, yani, artık “yeni” bir biçim ve içeriğin, kendilerince, ülke, toplum, devlet, ekonomi yapısına uyarlandığını, söylediler, söylüyorlar.
Solun, bazı kesimleri, ki aslında bazı değil birçok kesimi, “eski”nin de zaten geri olduğundan hareketle, mevcut ya da yaşanıyor olan değişim ve dönüşümün, çok da önemli olmadığını söyleseler, ve ancak, kazın ayağının öyle olmadığını, bizzat “hissederek” görseler, ve fakat, yine de bunu görmezden gelseler de, bu böyle. Bunun artık, lamı ve cimi yok.
Her neyse, AKP’nin iktidar olduğu bu yıllarda, önemli dönüm noktaları vardı. Örneğin, 2002’den 2007’ye kadarki, ilk süreçte, AKP, “klasik bir sağ parti” görüntüsü veriyor, tabir caizse, şımarmadan, kendisine verilen görevi, yerine getiriyordu. Örnek olsun, türbanı üniversiteye sokma düşüncesini, her daim, gündeme getirmeye çalışıyor; ancak, toplumsal, politik durumlara göre, geri adım atıyor, fazla, ısrarcı davranmıyordu. Hatta, bir bakan, türban, yüzde bir buçukluk bir kitlenin sorunudur, şeklinde bir açıklama bile yapmıştı.
2007 yılının, seçim dönemine yaklaşılan günlerinde ise, ordu ve devlet bürokrasisi, üniversiteler, yargı kurumlarındaki; kendilerini ulusalcı veya Kemalist veya Cumhuriyetçi olarak tarif eden kadroların, sivil alandaki muhaliflerle de bir görüş ortaklığında buluşması sonucu, çeşitli parti, kurum, dernek, dergi, gazeteler etrafında bir “direniş” örgütlenmiş, zira, o dönem hala, AKP’nin ele geçiremediği yerler bulunuyordu, bu ise, AKP’yi, eski konumundan, yani “uzlaşmacı” özelliğinden uzaklaştırmış, daha saldırgan bir karaktere bürümüştü. Ortada, neredeyse, geçerli oyların yarısı vardı, çünkü. Seçim sonlanmış, bahsettiğimiz muhalif kesimin, ilk kez sesini sokağa taşıdığı Cumhuriyet mitingleri dağılmış, Çankaya elden gitmişti. Kısacası, kaybetmişti ulusalcılar, ve tabii biz de kaybettik, en azından, o dönem. Sırada ise, “seksen yıllık baskı”ya karşı, her anlamda yeni bir saldırı, “seksen yıllık zihniyet”in bugünkü taşıyıcılarına, her anlamda “kan kusturma” vardı. Bunun adı, Ergenekon’du.
Neredeyse, üç yıldan fazla, dört yıla yakın bir sürece yayılan operasyonlar, gözaltılar, tutuklamalar, iddianame ve dava süreci sonunda, sağcı ya da solcu, fark etmez, artık herkes, bu Ergenekon mevzuunun, ulusalcılık ve ulusalcıların, tasfiyesi olduğunu kabul ediyor. Fakat herkes, elbette ki, bunu açık ve net dillendirmiyor. Bu “yasadışı” tertibi, derin devletin tasfiyesi, demokratikleşme, çetelerin deşifre edilmesi gibi isimlendirmelerle, meşrulaştırmaya çalışan sağcılar, dinci ve liberallerin yanı sıra, yukarıda söylenenler doğru olmasa da, en azından, onlara giden yolun açılıyor olduğu tezini öne süren solcular da var. Ancak, bu, güya önemli analizlerin arkasında, söylediğim şeyin, yani bir muhalif kesimin tasfiyesi olduğunu, herkes çok iyi biliyor. Pekala, iddianamedeki tutarsızlıklar, çelişkiler, komplolar, gizli tanık saçmalıkları falan bir yana, AKP’nin savcıları, nasıl oluyor da; mafya, derin devlet, faili meçhul suikastlar bahislerinde, artık herkesin bildiği, tanıdığı ülkücü faşistleri, milliyetçileri, onların kurumu MHP’yi ve kurumları milliyetçiliği es geçerek, atlayarak, bir “demokratikleşme operasyonu” yapabiliyorlar? İşte, Türkiye solunun konuşmadığı yer, burasıdır. Ergenekon, aynı zamanda, milliyetçiliğin “ak”lanmasıdır! Ve bu, bence, olayın en önemli noktalarından biridir.
Milliyetçiliğin “ak”lanması, ne demektir ve nasıl yapılır? En genel olarak, AKP’nin “yeni dönem”inde, var olabilmek için, oyunu onların kuralına göre oynamak, dincilik ve piyasacılığa eleştiri ve muhalefet üretmemek, ve bunun karşılığında da, bu partiden, siyasi alanda, ölmeyecek kadar bir yer koparmak ve bu sayede geçmişindeki pislikten arınmak, “ak”lanmaktır. Bu, AKP’nin, ülkemizin pek çok siyasi grubuna, bir “lütfudur”. Ama buna erişmek de, öyle pek kolay değildir. Biz, burada, bu sürecin nasıl işlediğine dair konuşacağız. Milliyetçiliğin geçmişi, nasıl ulusalcılığın mazisi yapıldı; faşistlerin işlediği suçlar, nasıl “ak saçlı profesörlere” yıkıldı, geçmişi kan dökmekten, emperyalizme uşaklık etmekten ibaret alçaklar, bu işlerden nasıl sıyrılıp aklıselim insanlar haline getirildi; buna bakacağız. Bunu yaparken de, daha önce bir yazıda söylediğim, Taraf‘ın öncülü olan ve yine operasyonel ve tetikçi bir yayın olan, Alper Görmüş ve Ahmet Altan’ın Nokta dergisinin, ilgili sayılarını referans alacağız.
İlk olarak, 2006 yılının son Nokta‘sı olan, derginin 9. sayısına bakıyoruz. Kapakta, “Bahçeli MHP’yi değiştiriyor” başlığıyla, küçük bir kutu içinde, köpek işareti yapan türbanlı bir kadın fotosu ile, haber sunuluyor. Bu, MHP’lilerle yapılan özel görüşmelerle değil, haberi yapan kişinin analizleri ve alıntıları ile hazırlanmış. İlginç tespitler var. Bahçeli ve MHP’nin değişimi, bizim söylediğimiz gibi, AKP’nin ideolojik hegemonyasından değil de, 2002’deki seçim yenilgisinden kaynaklanıyormuş. Bahçeli’nin o tarihten sonra, ülkücülerin demokrasi ile sorunlarını gidermek amacıyla başlattığı “sorumlu muhalefet” anlayışına değinilmiş. Ulusalcı cephe dedikleri kesimle MHP arasındaki, bir dönem süren yakınlığın sonlanması da, Bahçeli’nin sağduyulu oluşuna yorulmuş. Mersin’deki bayrak yakma provokasyonuna değinilerek, şöyle denmiş: “MHP Genel Merkezi’nden gelebilecek tek bir sert açıklama, Türkiye’nin en kozmopolit şehirlerinden Mersin’i bir anda savaş alanına çevirebilirdi. Ancak Devlet Bahçeli’den günler boyu ses çıkmadı.” Veli Küçük’ü anarşi taraftarı olmakla suçladığı söylenen ve ülkenin ve adı geçen kentin kaotik bir süreç yaşamamasını sağladığı iddia edilen Bahçeli’ye dair, Sosyolog Nilüfer Göle’ye de, şu sözler söyletilmiş: “Cumhuriyet projesinin siyasal düzeyde kendini pekiştirmesini ifade ediyor. Yeni bir tür Cumhuriyet muhafazakarlığına da örnek oluyor.” Haberin sonucu, MHP, artık çatışmaların değil, çözümün, demokrasi içinde çözümün tarafı olan, çizgisi gayet düzgün bir merkez partisidir. Aşağı yukarı söylenen bu.
Nokta‘nın, 22-28 Şubat 2007 tarihli, 17. sayısına gelindiğinde, derginin, “kapsamlı” ulusalcılık dosyasını görüyoruz. Kapağın tamamını kaplayan, bayrak, silah ve Kuran’ın altına, “Operasyona uğrayan şehir Mersin” yazılmış. Unutmamız imkansız, o dönem, bir grup emekli asker, hukukçu; etraflarına beş on kişiyi topluyor, bunlara, bahsi geçen nesnelere el bastırarak yemin ettiriyor, görüntüleri de sağa sola yollayıp “savaş çağrısı” yapıyorlardı. Herhangi bir siyasi teoriden, söylediklerinin nereye denk düştüğünden habersiz, bilinçsiz bu kimseler, kendilerine “Kuvvacı” gibi önemli misyonlar biçiyor; ancak, Kuvvacılığın felsefesinin aksine, etnik hassasiyetleri büyütecek açıklamalar yapıyor, ortalığı bulandırıyorlardı. “Yeni dönem” medyasının, arayıp da bulamadığı şeylerdi bunlar. Hemen MHP’liler devreye sokuluyor, “adam gibi” milliyetçilik nasıl yapılır, herk
ese öğretiliyordu! Mersin’in, o dönemki, MHP İl Başkanı şöyle diyordu: “Etnik ayrımcılığı kışkırtan ulusalcı-kuvvacı dernekler, kentte, MHP’liler dahil, her kesimden insanı rahatsız ediyor.” Devam. İddia edilen bir şeyin, daha geçerli ve güvenilir olmasını sağlamak için, karşı taraftan da, olur almak, ilkesiz siyasetin, olmazsa olmazıdır. Nokta da böyle yapıyor. 1999 yılında, HADEP’ten, Mersin’in Akdeniz ilçesinin belediye başkanı seçilen Fazıl Türk’ün görüşleri alınıyor. Türk, tam da Nokta‘nın istediği şeyleri söylüyor: “Bu gerginlik ortamında, taraflarını sokaktan ve çatışmalardan uzak tutmaya çalıştığı için, Devlet Bahçeli’nin ve dolayısıyla MHP’nin takındığı tutumu takdir etmek gerektiğini düşünüyorum.”
Geliyoruz, derginin 21. sayısına, tarihi 22-28 Mart 2007. Dikkat edilsin, Cumhuriyet mitingleri yaklaşıyor ve derginin kapağında, ulusalcılığı simgelemesi için bayrak, silah ve Kuran; milliyetçiliği simgelemesi için de, MHP ve BBP’nin, parti amblemleri var. Başlık, “Milliyetçiler yeni komitacılara karşı”. Konu, iki haftaya yayılıyor ve konuyla ilgili, Mümtaz’er Türköne ve Tanıl Bora, ayrıca, Mehmet Şandır, Vedat Bilgin, Muhsin Yazıcıoğlu konuşturuluyor. Çok “etik” biçimde, konunun bire bir muhatabı, ulusalcılardan tek bir kişi bile yok. Not düşelim, bu, tetikçi yayıncılığın, nasıl “ilke”lere sahip olduğunun da işaretidir. Hepsine değinmek yersiz, önemli bir iki şey alıp geçelim. Bahçeli’nin danışmanı olan Vedat Bilgin, milliyetçiliğin demokratlık olduğuna vurgu yaptıktan sonra, ulusalcılara dair, şunları söylüyor: “Bunların tavırları Türkiye’yi istikrarsızlaştırıyor, dışarının müdahalesine açık ve dış servislerin müdahale alanı haline getirmeye uygun bir zemin yaratıyor.” Buradan da, ulusalcılara, ajanlık payesi biçildi. Bilgin, ulusalcılığın “önder kadrosu”nu ise, şöyle değerlendiriyor: “Onlar Türkiye’deki anti-demokratik zihniyetin temsilcileri olarak iş yapıyorlar, adeta Türkiye’nin demokratikleşme sürecine karşı bir direnci örgütlemeye çalışıyorlar. Bu, Türkiye’nin varlığına ve kültürüne, demokrasi içinde kendini geliştirme imkanlarına karşı bir operasyonun bir parçası olma anlamını taşıyor. Ben onun için onları masum bulmuyorum.” Tanıl Bora ise, ulusalcılığı, milliyetçilikten, “Ulusalcılığın hakikaten de elitist bir niteliği var, giderek de faşist bir yorumla birleşiyor. Türk milletinin cevherini kendinde barındıran ve taşıyan bir öncü olarak kendilerini takdim ediyorlar.” diyerek ayırıyor.
Şimdi, ulusalcılık ve milliyetçiliğe dair, hem bu siyasetlerin taraflarınca, hem de bizlerce yapılan tespit ve önermeleri karşılaştırarak, daha derin ve teorik şeyler söylemek mümkün. Üstelik, bu, gerekli de. Özellikle, ulusalcılığa dair, solda, inanılmaz bir bilgisizlik söz konusu; ancak bu, konuya dair ilgi duymamaktan kaynaklı. Buna dair, uzunca konuşmak gerekiyor; zira, “yeni dönem”e dair söylemler, bu olmadan, havada kalmaya mahkum. (Ancak başta da belirttiğim gibi, biz burada, ulusalcılık üzerinden, faşistlerin nasıl “ak”landığını anlamaya çalışıyoruz.) Ha, şunu da söyleyeyim, bu tartışmalar da, gayet özgün nitelikler taşımalı; öyle Fikret Başkaya, Gün Zileli kitaplarından, ulusalcılık öğrenilmez. Eklemek durumundayım, sadece, ulusalcılık mevzuu tartışılmalı, dediğim için bile, bana, dünya kadar olumsuz eleştiri üretilebilir, üretiliyor da. Fakat, artık bunlara değil de, işimize bakmalıyız. Ben öyle yapıyorum. Bugün, birçok solcu, “Ulusalcılık, hukuku ve demokrasiyi reddeden Kuvvacılık, Kürt düşmanlığı, dine saygısı olmayan laiklik ve askerî vesayete destek olarak anlaşılmalı.” tanımına itiraz etmez, değil mi? Hepimiz biliyoruz ki, evet, etmez. Peki, bu, kime aittir; “patoloji uzmanı” Mümtaz’er Türköne’ye! Bu kişi ile, aynı şeyleri söyleyenlerin söyledikleri, bizim için dikkate alınacak öneme sahip değildir.
Tekrar, Nokta‘dan yaptığımız alıntılara gelirsek; özetle, şunlar iddia ediliyor: AKP ile birlikte, ülkemizde bir demokratikleşme süreci başlamıştır. Bu süreçte, eski konum ve imtiyazlarını kaybedecek olan, demokrasi düşmanı askerler tarafından, bir akım başlatılmış, adına da ulusalcılık denmiştir. Bu ulusalcılar, milliyetçiliği, toplumsal alanda meşrulaşmak için kullanıyorlar. Kendilerine yarayacak olan kaotik ortamları yaratmak için, sokağı karıştırmaya çalışıyorlar. Bunlar, dış güçlerin işine yarayacak şeyler yapıyorlar. Darbeciler. Gerçek milliyetçiler ise, bu demokratikleşme sürecine, doğrudan ve dolaylı destek veriyorlar. Askeri vesayetçi, elitist, faşist karakterli ulusalcılardan, kendilerini ayrı tutuyorlar. Onlar, Bahçeli’nin dediği gibi, silahla bıçakla değil, bilgisayar ile uğraşıyorlar!.. Evet, kısaca bunlar söyleniyor.
Dikkat edilsin, bunlar, tam dört yıl evvelki tartışmalar. Bu dört yılda olanlara baktığımızda ise, aynen, yukarıdaki iddialarla, kendisine ulusalcı diyenlere, Ergenekon isimle tertiple, Silivri yolu gösterildiğini, ki Devrimci Karargah üyesi oldukları iddiası ile tutuklananlar da orada, ulusalcı çizgide yayın yapan medya organlarının etkisizleştirildiğini, büyük gazetelerde yer alan ulusalcı yazarların tasfiye edildiğini, ulusalcılığın, ağır suç sayıldığını görüyoruz. Peki ya milliyetçilik? BBP’nin referandumdaki “evet” desteği, AKP’nin icraatlarını, ulaşabildiği toplumsal alanlarda meşrulaştırmak şeklinde sürüyor. Pek yakında, sembolik de olsa, bir ittifak bile söz konusu olabilir. MHP ise, AKP’ye muhalefet ediyor görünerek; fakat aslında, danışıklı dövüşün öznesi olarak, dolaylı yoldan; üniversitelerde ve sokakta, AKP’ye, yani, düzene karşı mücadele eden ilericilere karşı, polisin yardımcı gücü olarak çalışan gençleri ile de, doğrudan, yaşadığımız dönüşüme destek sunuyor. Karşılığı mı, hiç de az değil, kanla malul bir geçmişin “ak”lanması ve Meclis’te, küçük de olsa temsil hakkı!
“Yeni dönem”de, ulusalcılık ve milliyetçiliğe ve bunların temsilcilerine düşenler böyle. Peki ya, bunların, dört yıl evvel, haftalık bir dergide, adeta teorik düzlemde hazırlanması, ülkece, nasıl bir karanlık düzene sürüklendiğimizin, bariz, işareti değil mi?
alpererdik@mynet.com