Prof Wallerstein’in bu hafta Foreign Policy dergisindeki bir tartışmaya yaptığı katkıda vurguladığı gibi, “Dünya ekonomisi toparlanmayacak, ne kısa zamanda ne de uzun zamanda…” Öyleyse, adeta, Mao’nun bir saptamasındaki gibi: “Gök kubbenin altında tam bir kaos var: Koşullar çok uygun”… Şimdi can alıcı sorun şu: “Sosyalistler çalışmalarını bu koşullardan yararlanabilecek yönde geliştirebilecekler mi? Yoksa bu kaos, […]
Prof Wallerstein’in bu hafta Foreign Policy dergisindeki bir tartışmaya yaptığı katkıda vurguladığı gibi, “Dünya ekonomisi toparlanmayacak, ne kısa zamanda ne de uzun zamanda…”
Öyleyse, adeta, Mao’nun bir saptamasındaki gibi: “Gök kubbenin altında tam bir kaos var: Koşullar çok uygun”… Şimdi can alıcı sorun şu: “Sosyalistler çalışmalarını bu koşullardan yararlanabilecek yönde geliştirebilecekler mi? Yoksa bu kaos, kendi canavarlarını yaratarak mı gelişmeye devam edecek?”
Bu model tükendi
Wallerstein kapitalizmin yarattığı koşullarda hızla yükselen, ekonomik sosyal, çevresel maliyetlerin, bu modelin devam edemeyeceğini gösterdiğini söylüyor. Muhafazakar eğilimli, Foreign Policy dergisindeki tartışmaya katılanlar, dünya ekonomisinin, her şey bir yana, salt doğal kaynaklar üzerindeki etkisinden dolayı sürekli büyümeye devam edemeyeceğini düşünüyorlar.
Bu tartışmada gündeme gelen konulardan bir de, gelir dağılımındaki bozulmanın artık “absürt” bir noktaya ulaşmış olmasıyla ilgiliydi. Dünyada bugün 2,7 miyar insan günde 2 dolardan daha düşük bir gelirle yaşamaya çalışırken, Slim, Gates, Buffett ve Ambani gibi tiplerin toplam serveti dünyanın en yoksul 57 ülkesinin toplam hasılasını geçiyor. Ancak servetin giderek daha az sayıda insanın elinde yoğunlaşmasına yol açan bu modelin içinde, insanlığı bu adaletsizliğe, bununla birlikte gelen tehlikelere karşı uyaracak bir mekanizma yok. Tartışma da, bu koşullarda yoksulların bir aşamada bu sorunu zenginlere, hiç de hoş olmayan yöntemleri anımsatmasının neredeyse kaçınılmaz olduğu da vurgulanıyor.
Bu ekonomik model toplumsal çelişkileri derinleştirirken, bu süreçle de ilgili olarak gerek artan işsizlik ve yoksullaşmadan yakınan çalışanların seçim kazanmak zorunda olan hükümet partileri üzerideki baskılarının, gerekse kimi gelişmekte olan ülkelerde hızlanan metalaşmanın getirdiği yeni kaynak gereksiniminin basıncı, iç pazarı koruma, yeni kaynaklara ulaşma eğilimlerini (“serbest piyasa” emperyalizminden klasik emperyalizme…) güçlendiriyor. Bu korumacılık ve kaynak savaşları eğilimleri ile uluslararası alanda çelişkiler derinleşiyordu.
Bu gelişme 1996’da, Asya krizinden az önce, Prof Jeffery G. Williamson’un, “Küreselleşme eşitsizlik dün ve bugün: 19. ve 20. yüzyılların sonuna ilişkin bir karşılaştırma” başlıklı çalışmasında ortaya koyduğu bulgularla tam anlamıyla uyum içinde. 20. yüzyılın başında küreselleşme, ülkelerin içindeki ve ülkeler arsındaki eşitsizliklerin gelişmesine bağlı olarak kendi çelişkilerinin ağırlığı altında, savaşlar, devrimler, soykırımlar arasında çökmüş. Williamson, önlem alınmazsa bugün de insanlığı benzer bir kaderin beklediğini vurguluyordu. 1996’dan bu yana, Asya krizi, “İkiz Kuleler”, Afganistan, Irak, Çin’in yükselişi gibi gelişmeler ve özellikle finansal kriz bu kaderin yine gündeme geldiğini gösteriyor.
Bu da, bu hafta Financial Times‘ın düzenlediği bir tartışmanın konusuydu. Belli ki kapitalizmin merkezlerinde yoğun bir tartışma yaşanıyor. Bu tartışmada Gideon Rachman ve Stiglitz, yükselen güçlerin artan rekabet kapasitesinin basıncına, merkez ülkelerde işsizliğin etkisiyle belirmeye başlayan korumacılık eğilimlerindeki artışa, kimi çevre ülkelerinde sermaye hareketlerine karşı getirilen kısıtlamalara dikkat çekerek, küreselleşmeye karşıtı bir sürecin başladığını ileri sürüyorlardı. Gideon Rachman, küreselleşmenin büyüme dönemine ait bir süreç olduğunu krizin rekabeti arttırarak süreci tehlikeye soktuğunu vurguluyordu. Dün kendi damgalarını vurdukları bir küreselleşemeden yararlananlar bugün yükselen rekabet karşısında, küreselleşme karşıtı politikalara yöneliyorlardı. Google’un CEO’su ise umudunu teknolojiye bağlıyordu. Hâlbuki internet de hızla devletlerin kontrolüne giriyor. Birileri, internette adeta sömürge savaşları başlatıyorlar.
1970’lerde yapısal bir krize giren kapitalizm 1990’lardan 2007’ye kadar iç tüketimi kredi ile ayakta tutmaya, spekülasyonlarla çevresini soymaya çalışarak yaşıyordu. Kredi balonu patladı, geri kalan enkaz devlet bütçesi üzerinden halkın sırtın yıkılmaya çalışılıyor. Mali kriz bu iki aracın da tükendiğini kanıtladı.
İkincisi kapitalist model, tümüyle hidrokarbon temelli yakıtların tüketilmesine dayanıyor. Bugün üretim ve ticaret etkinliklerinde kullanılan enerjinin yüzde 40’ı, taşımacılıkta kullanılanın ise yüzde 95’ini petrol tüketiminden sağlanıyor. Ancak, Foreign Policy‘deki tartışmada Prof Thomas Homer-Dixon’un, özellikle dikkat çektiği gibi petrol üretiminde büyük bir sorun var. Kaynaklar azalırken verimlilik düşüyor. 1930’larda petrol çıkarmaya yatırılan sermaye 1-100 verirken, bugün, 1-15 oranına zor ulaşıyor. Çok umut bağlanan Kanada kumlarındaki petrol ise en fazla 1-4 vermek durumunda. Diğer taraftan hidrokarbon temelli yakıtların kullanılmaya devam edilmesinin çevre koşulları üzerindeki etkisi, artık geri dönülemeyecek bir noktaya gelmiş durumda.
Kapitalizm büyümeden (sermaye birikimi) yapamıyor. Ama büyüdükçe kendisini yaşatan toplumun dokusunu çözüyor, bir süredir de, tüm insanlığın yaşam alanı olan gezegeni giderek yaşanamaz hale getiriyor.
Son Cancun zirvesinin gösterdiği gibi, ekonomik kriz yönetimi modeli hızla derinleşen iklim krizine karşı önlem alınmasını engelliyor. Bir taraftan, birçok uzman Cancun’da yasal zorunluluk olmaktan çıkarılan önlemler, alınsa bile (bu yönde göstergeler hiç de umut verici değil) önümüzdeki yüz yıl içinde dünyanın ortalama sıcaklığında 4-5 derece artışın kaçınılmaz olduğuna inanıyorlar. Eğer önlemler alınamazsa, sıcaklık artışında 7 derece gibi bir düzeye ulaşmak dahi söz konusu. Bunlar son derecede korkutucu öngörüler. Çünkü sıcaklık artışı iki derecede stabilize edilse bile birçok küçük ada ülkesi yok oluyor. Tarımsal tahıl üretiminin verimliliğinde, su tablalarının seviyesinde önemli düşüşler yaşanıyor. Buna karşılık, Wikileaks belgeleri, büyük devletlerin bu adaların hükümetlerinin direncini kırmak için rüşvet vermeye çalıştıklarını gösteriyor. Kapitalizmin bugün geçerli olan modelinin, krizi ortasında, küresel ısınmayı engelleyecek önlemlerin gerektirdiği maliyetleri kabul etmesi olanaklı değil.
Sonuç olarak karşımızda, ekonomik, siyasi ve ekolojik olarak iflas etmiş, çok az sayıda insanın çıkarına işlerken, geri kalanlar üzerinde ölümcül etkiler yapan bir sistem var. Bu sistem kendini, “kapitalist gerçekçilik” (başka bir yaşam mümkün değildir!) olarak niteleyebileceğimiz bir kültürel mutabakata dayanarak koruyor. Herkes bu sistemin dünyanın sonunu getirebileceğini düşünebiliyor, ama bu sistemin sonunu getirebilecek, insanlığı kurtarabilecek adımları atmayı düşünenlerin sayısı son derecede azalmış durumda. İşte bu noktada konu sosyalistlere geliyor. Çünkü yalnızca bunlar kapitalizmin ötesinde, bir başka yaşamın olabileceğini düşünüyor, bunun için çalışıyorlar.
“Ne Yapmalı?”
Bu ünlü soruya, benim somut bir cevabım yok. Ama eğilimsel olarak ne yapak gerektiğine ilişkin, hepiniz gibi benim de kimi düşüncelerim var. Sosyalist hareket birbirinden önemli farkları olan akımlardan oluşuyor. Bu büyük bir enerji kaybına neden olmanın ötesinde, “kapitalist gerçekçiliğin” kültürel etkileri altında yaşayan emekçi kesimlere güven vermiyor. Emekçi kesimler sosyalistlerin önerilerini yararlı bulsalar bile “gerçekçi” bulmuyorlar. Bu güveni sağlayabilmek için siyasi alanda ve günlük yaşamın içinde ”
güçlü” bir seçenek olarak görünebilmek gerekiyor. Bu noktaya ulaşabilmek için, sosyalist hareketin gruplarının, güçlerini birleştirecek, birlikte davranmalarına olanak verecek, ama kendi özgün çalışmalarının da önünü kesmeyecek (bu canlılık ve çok seslilik uzun dönemde yaşamsal bir öneme sahip olacaktır) siyasi yapılanmalar yaratmaları gerekiyor.
Gelecek seçimlerden bir sonuç almayı denemek önemli. Ama bu seçimler “kapitalist gerçekçiliğin” egemenliği altında yaşanacak, buna uygun bir hükümet oluşacak. Bunu CHP oluştursa bile ki ben bunun, bir öneme sahip olabileceğine inanlardanım. Gerçi, bunları yazarken, Mehmet Süha Alparslan’ın BirGün‘deki yazısını okudum, aksi yönde şüphelerim daha da artı. Bu hükümetin yukarıda değindiğim sorunlarda “kapitalist gerçekçiliğin” dışında herhangi bir adım atmasının çok özel bir durum dışında (az sonra değineceğim) hiçbir koşulunun olmadığını düşünüyorum.
Eğer sosyalist hareket birlikte davranma sorununu aşmasına yardımcı olacak bir siyasi yapılanma üretebilirse, bir CHP hükümeti dönemindeki kısa dönemli gelişmelerden çok daha iyi yararlanabilecektir. Bir CHP hükümetinin “kapitalist gerçekçilikle” çelişebilecek adımlar atabilmesinin bir şansı olacaksa, bu sosyalist hareketin kuracağı siyasi yapılanmadan gelen basınçlara bağlı olacaktır. CHP hükümetinin kaçınılmaz olarak yaratacağı düş kırıklığını, derleyip toparlamak, bozguna dönüşmesini engellemekte de yine bu sayede mümkün olabilecektir. Bir AKP zaferi durumundaysa, en azından, sosyalist hareketin direnme gücü bugüne göre, birlikte yaşanmış bir seçim deneyiminden de geçildiğinden, çok daha yükselmiş olacaktır.
Sözünü ettim bu siyasi yapılanmaya ilişkin yaratıcı önerilere acilen gereksinim olduğunu düşünüyorum. Şimdilik, ortada TKP’nin bir “cephe” önerisi var. Cephe tarzının (ayrıntılarını fazla bilmemekle birlikte) bugüne ilişkin en uygun araç olduğundan ben kendi hesabıma emin değilim. Ama tartışmaktan, arkadaşları dinlemekten yanayım. Bu konuda eleştirileri, kaygıları olanların acilen bunları ve kendi önerilerini de öne sürmeye başlaması gerektiğine inanıyorum. Bugün ortak davranmayı sağlayacak siyasi bir yapılanmaya gerek yoktur, tek başımıza yola devam edebiliriz diyenler varsa, bunların olgularla desteklenemeyecek ölçüde aşırı bir iyimserlik içinde olduklarına inanıyorum. Bugün siyasi ortam, yaptıklarımızı yaparak ilerlemeye devam etmemize izin verecek özelliklerini hızla kaybederek, çok dinamik, istikrarsız ve belirsizliklerle dolu bir “olay alanına” (içinde bir “olay”ın patlak vermesine yatkın bir karmaşıklığa) dönüşüyor.
Saldırılar emekçiler ve öğrenciler üzerinde giderek artıyor. Bu kesimlere sahip çıkacak, destekleyecek ve koruyacak, geçmişin deneylerini bunlara taşıyacak, direniş kapasitelerini geliştirecek yapılanmalara, internetten basın bildirilerine kadar her türlü aracı etkin ve eşgüdümlü bir biçimde harekete geçirebilecek önerilere acilen gereksinim var. İktidar kullanıldıkça büyüyen bir şeydir. Bugün AKP hükümetinin ve siyasal İslam’ın iktidarı, artık açıkça sosyalist hareketi hedef almaya başlayan liberallerin de yardımıyla güçlenmeye devam ediyor. Ama direnişlerin enerjisi, emekçilerin hoşnutsuzluğu kısa dönemde azalacak gibi görünmüyor.
İçerde ekonomik koşullar, dış kaynakla büyümenin sınırlarına, burada yeni bir sarsıntıya doğru hızla bozuluyorlar. Yakın zaman kadar “kapitalist gerçekçiliğin” mantığı içinde hareket eden Kürt hareketi, bu mantığın sınırların çarpmaya, “özgürleşme projesi”, sınıf çıkarlarının koyduğu sınırlara takılmaya başlıyor. Hükümetin, ana muhalefet partisinin sınırlı eleştirilerine cevap verecek bir söylemi geliştirmekte zorlandığı görülüyor.
Dışarıda hükümeti bugüne kadar destekleyen ve büyük enerji veren koşulların tükenmeye başladığı, en azından, siyasal İslam’ın en “mutena” yayınlarında Davutoğlu’na yönelik eleştirilerin sertleşmeye, hatta alaycı bir söylemin sekilenmeye başlamış olması, bir iflası sergiliyor.
Gerek ülke içindeki gerekse de dünyadaki manzara, neresinden bakarsak bakalım Mao’nun saptamasını anımsatıyor. Gerçekten de bir taraftan koşullar, bir fark yaratmak, için çok elverişli. Ama diğer taraftan, tarih bize, bu koşulların sosyalist hareketin ve dünya emekçilerinin üzerine kâbus gibi çökebilecek canavarları yetiştiren batak olduğunu da söylüyor.
Üstelik bu kez riskler, 1930’larla karşılaştırıldığında, aynı hızla gelişiyor olmasalar bile, kapsam ve boyut açısından çok daha yüksek: Bin trilyon dolarlık bir küresel finansal balon gelmiş geçmiş en büyük kitle imha silahı olarak duruyor. Küresel ısınma, küresel enerji ve gıda sorunları artıyor. Bu ortamda karşı karşıya gelmeye başlayan güçlerin çapı da çok büyük. Bir taraftan küresel çapta binden fazla askeri üssüyle, bir trilyon dolarlık savunma bütçesiyle ABD var. Diğer tarafta, 25 yıl içinde GSMH’sı ABD’ninkini geçmesi beklenen Çin var. Hızla özgün silah teknolojileri geliştiren Çin’in o zaman ABD’nin dört katı bir nüfusla dünyanın en güçlü askeri merkezi olması da adeta kaçınılmaz görünüyor. Uluslararası ilişkiler teorilerinin önemli isimlerinden Prof Walt’ın, “Çin barışcı bir yolla yükselemez” kehanetinin gerçekleşmesi de… Hepimiz için zaman hızla kısalıyor… Ölçeğin küresel boyuta yükseldiği günümüzde, kapasitelerimizi, bir an evvel tek bir ülkenin devletinin ufkunu aşacak, başka ülkelerdeki güçlerle buluşmamıza olanak verecek bir yönde yükseltmek için acele etmemiz gerekiyor.
ergin.yildizoglu@gmail.com