Ezenlerin şiddeti ezilenlerin tam insan olmalarını önlerken ezilenlerin bu şiddete tepkisi insan olma hakkını gerçeğe dönüştürme arzusuna dayanır.[1]1 Öğrenci hareketi, ateşin, pusun ve yağmanın ortasında belini doğrultuyor. Belini doğrultarak 68’in hülyasında yaşayanlara, “iş işten geçti” diyenlere, “yapıyorsunuz da ne oluyor” diyenlere, bastırılmış insanlığını hatırlatıyor. Özgürlük kaldırımın altındaydı… Şimdi bir de yumurtanın sarısında. Dolmabahçe Sarayı’nda atama […]
Ezenlerin şiddeti ezilenlerin tam insan olmalarını önlerken ezilenlerin bu şiddete tepkisi insan olma hakkını gerçeğe dönüştürme arzusuna dayanır.[1]1
Öğrenci hareketi, ateşin, pusun ve yağmanın ortasında belini doğrultuyor. Belini doğrultarak 68’in hülyasında yaşayanlara, “iş işten geçti” diyenlere, “yapıyorsunuz da ne oluyor” diyenlere, bastırılmış insanlığını hatırlatıyor. Özgürlük kaldırımın altındaydı… Şimdi bir de yumurtanın sarısında.
Dolmabahçe Sarayı’nda atama rektörlere yüklenecek son komutalar için yapılan toplantıya taleplerini, yumurtalarını iletmek için yürüdü üniversiteliler. İstanbul gişelerinde, Beşiktaş’ta ezenin tutsaklaştırıcı şiddetine tanık oldular. Yetmedi saray salonlarından padişahlar buyurdu: “Şiddet kullanarak ifade özgürlüğümüzü kısıtlıyorlar, faşizm yapıyorlar”. Bu tartışmaların göbeğine, polisin kullandığı şiddet otururken, beyefendiler dümeni kırmaya çalışıyorlar. Öğrenci “şiddetinin” mağduru olmuş hem polis hem de hükümet sözcüleri.
Bu kadar tartışmaya konu edilen “şiddetin” sözlük tanımına bir bakalım o zaman…
Şiddet: “Temel dürtü ve varoluş gereği savunma veya karşı savunma harici, daha çok insanlarda ve topluluk halinde yaşayan hayvanlarda, grup içi otorite sağlamak için diğerinin varlığını tehdit unsuru görmek ve onu bu konuda denemek, daha doğrusu sindirmek için karşı tarafa uygulanılan zarar vermeye yönelik psikolojik davranış türü.”
Şiddet kavramını bu açıklama ile birlikte ele aldığımızda ve kavramı ezen-ezilen ilişkisi içerisinde yeniden okuduğumuzda bakalım o zaman neymiş yumurta atmak.
Tanıma göre şiddet, “varoluş gereği savunma veya karşı savunma harici” olmalı. Atılan yumurta bir çeşit kendini savunma eylemi midir peki?
Bu konuda mevcut üniversite yapısının baş mimarı İhsan Doğramacı’ya kulak verelim. YÖK’ün babası, zamanın behrinde ne demiş: “Allah’a, resulüne ve idarecilere itaat şarttır. İtaatin olmadı yerde şiddet doğar”. (Milliyet, 31 Aralık 1986)
Açık ki ortada itaat eksikliğinden doğan bir “şiddet” durumu var. Güzide memleketimizin idarecilerine karşı bir itaatsizlik gözlemleniyor. İhsan Doğramacı’ya göre öğrenci arkadaşlar açık şiddet uygulamışlardır.
Bir de “en demokrat, en şiddet karşıtı iktidar” olan ve bugünkü YÖK kadrolarını atayan AKP’ye ve temsilcilerine kulak verelim.
Başbakan Tayyip Erdoğan: “Polis görevini yapmıştır… Davet ettik mi ki geliyorlar? Ellerinde yumurta ile nasıl bu kadar rahat üniversiteye giriyorlar… Gerekli olanı polisimiz yapacaktır.”
Devlet Bakanı Egemen Bağış: “Polise karşı kullanılan şiddet gerçekten aşırıydı”.
Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç: “Bu ancak öğrenci mafyasının, acizlerin işidir”.
Zaman gazetesi yazarı Mümtaz’er Türköne: “Ciddî anlamda psikolojik yardıma ihtiyacı olan gençler, bu hastalıklı ideolojilerde kendilerinden bir şeyler buluyorlar… Bu kitlesel eylemlere bir patoloji olarak eğilmemiz gerekir”.
Mersin’de Tayyip Erdoğan’a atılan yumurta sonrası hazırlanan iddianameden: “…devletin düzenini değiştirmek, bütünlüğünü bozmak, devlet otoritesini ele geçirmek, hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs”…
Şöyle bir bakınca Tayyip Erdoğan ile İhsan Doğramacı arasında isim farkından başka ne fark görülebilir? YÖK’ün kendi kontrollerinde olmadığı dönemlerde “en halis YÖK karşıtı” olan İslamcı hareket ve onun temsilcileri, hep bir ağızdan öğrencilere öfke kusuyorlar.
Olay anına öncesiz ve sonrasız bakarsak yumurta atmak şiddettir. Çünkü anın hükmünde hapsolanlar ya da bunu tercih edenler açısından yumurta, ifade özgürlüğünün engellenmesi yoluyla “hem psikolojik hem de fiili bir saldırıdır”. Bu bakış açısının ufku “carpe diem”[2]2 sloganıyla sınırlıdır. Bu aralar anı yaşayanlar hayli kalabalık: AKP iktidarının tamamı, sağlı sollu liberaller ve iktidar sevici, “yaftalama karşıtı” köşe yazarları. Olayları sebep sonuç ilişkisi bağlamından koparıp havada asılı bırakanlar. Öğrencilere “bir tokat yediğinizde diğer yanağınızı çevirin, ona da şaplatalım” diyenler.
Liberal düşünürlerimiz ve devlet geleneğimizin külliyatı sınıf körü oldukları için olaylara oluş anıyla sınırlı bir bakış açısıyla bakmak işlerine yarıyor. Bu açıdan öncelikle belirtmek gerekir ki yumurta atmanın “faili” ve “mağdur”u farklı sınıfların insanlarıdır. Aralarında bulunan sınıfsal farklılık gözetilmeden yapılacak her çözümleme art niyetlidir.
Ayrıca bir başka art niyetli genel eğilim olarak olay kişiler arası bir durum olarak tartışılmaktadır. Oysa başından beri yaşanan olaylar kurumsal iki örgütün mücadelesidir. Devletin kolluk güçleri ya da üniversitede konuşma yapmaya gelen kişiler sadece kendilerinden menkul değillerdir. Bir tarafta 68’li yıllarda olgunluğuna ulaşmış bir öğrenci hareketi; diğer tarafta devlet mekanizmasının tepesinde bulunan bir anlayış ve onun temsilcileri vardır. Hali hazırda da bu iki taraf arasında uzlaşması imkânsız çelişkiler mevcuttur.
Asıl Şiddet Paralı Eğitimdir
Üniversite varoluş gereği kendini iktidarın ideolojik ve fiili saldırılarına karşı mücadele içersinde var etmiştir. Peki, öğrenciler bugün ne için mücadele ediyorlar? Eğitimin parasız, bilimsel, anadilde olması ve üniversitelerin özgür bir kurum olarak bileşenleri tarafından yönetilmesi için. Hali hazırda eğitim alanına dair bu taleplerin hiçbiri hayat bulmuş değildir.
Eğitim alanına dair talepleri olan ve bunlar çerçevesinde bir araya gelen öğrencilerin içerisinde bulundukları koşulları iyi anlamak gerekiyor. Yumurta atmanın “faili” daha dünyaya ilk geldiği günden başlayarak eşitsiz ilişkiler içerisinde büyümüş ve en temel hak olan eğitim sürecine bu eşitsizlik düzleminde girmiştir. Bu eşitsizlik, ezilenin daha ilk günden sağlık hakkından, beslenme hakkından, sağlıklı bir çevre hakkından ve daha birçok insanlık hakkından mahrum gelişmesine sebep olmuştur. Bu mahrumiyetler eğitim alanında neo-liberal politikalar ile her geçen gün derinleşmektedir. Eğitimin metalaşmasına paralel nitelikli eğitime ulaşamama sorunu bireye uygulanan açık bir şiddet halini almaktadır. Basmakalıp, gerici ve paralılaştırılmış eğitim, ezilenin yaşamın gerçeği ile kurabileceği her türlü yapıcı ilişkinin önüne set oluşturmaktadır. Devlet okullarında verilen eğitimin her geçen gün niteliksizleştirilmesi, dershane ya da özel ders uygulamalarının yaygınlaşmasına sebep olmaktadır.
Öğrenciler daha ilkokul çağında dershane okul arası mekik döşemeye başlayarak gelecek korkusunun küçük esrileri halini almaya başladılar. Dershane aidatlarını ödeyemediği için hapishanelere giren veliler, intihar eden öğrenciler gazete sayfalarında yerlerini alıyor. Sürekli olarak değiştirilen sınav sistemleri öğrencileri ne yapacağını bilemez deney farelerine çeviriyor. Okul yönetimleri tarafından çeşitli bahanelerle toplanan paralar aile bireylerinin tümü üzerinde ekonomik bir baskı oluşturuyor. Aile bütçesinden temel beslenmeye harcanacak paralar kısılırken, eğitim kalemi her geçen gün kabarıyor. Neo-liberal eğitim politikaları ebeveynlerin çocuklarıyla kurduğu ilişkinin de sağlıksızlaşmasına neden oluyor. Ebeveynlerin bu ekonomik sıkışmışlık içerisinde “gelecek kaygısıyla” çocuklarına şiddetin bütün biçimlerini uyguladığı bir çağda yaşıyoruz.
Hayatta “bir yerlere gelmenin” aracı olarak görülen üniversitede durum daha da içinden çık