“Biz özgürlüğümüzü ve tutsaklığımızı ulusal kurtuluş savaşıyla kazandık”[1] Siyasi mücadelede söylemin, kullananların bile amacını aşan bir önemi ve etkisi olduğunu düşünüyorum. Bir önceki yazımda (“Özgürlükler ve yumurtalar” ; 16.12.2010), siyasi faaliyetin esas olarak, toplumda kimlerin konuşabileceğinin ve nelerin konuşulabileceğinin sınırlarının saptanmasına ilişkin bir mücadele olduğunu vurgulamıştım. Bu mücadele, bireylerin ifade özgürlüğüyle değil, emekçilerin, kadınların, etnik […]
“Biz özgürlüğümüzü ve tutsaklığımızı
ulusal kurtuluş savaşıyla kazandık”[1]
Siyasi mücadelede söylemin, kullananların bile amacını aşan bir önemi ve etkisi olduğunu düşünüyorum. Bir önceki yazımda (“Özgürlükler ve yumurtalar” ; 16.12.2010), siyasi faaliyetin esas olarak, toplumda kimlerin konuşabileceğinin ve nelerin konuşulabileceğinin sınırlarının saptanmasına ilişkin bir mücadele olduğunu vurgulamıştım. Bu mücadele, bireylerin ifade özgürlüğüyle değil, emekçilerin, kadınların, etnik grupların kendi çıkarlarını dile getirebilmeleriyle, adalete ilişkin sorunlarını konuşabilmeleriyle, ya da konuşmak istediklerinde susturulmalarıyla, hatta susturulmak yerine, söylediklerinin anlamsızlaştırılmasıyla ilgiliydi…
Örneğin, 1980’lerden itibaren hızla egemen olan “kapitalist gerçekçilik”, diğer bir deyişle, kapitalizmi değişmez, statik, işleyişine müdahale edilemez, yaşanabilir gerçekliğin sınırlarını belirleyen tek ekonomik ilişki tarzı olarak kabul eden anlamlar sistemi, beraberinde getirdiği “dil”, daha önce bir dereceye kadar konuşma hakkına sahip olanların (işçilerin, sendikacıların, bu alana ilişkin ‘epistemik’ toplulukların, bilgi üreten akademik-entelektüel grupların) toplumun kültürel siyasi yaşamı içinde var olma koşullarını büyük ölçüde değiştirdi.
“Kapitalist gerçekçiliğin” “restorasyonu”, bu kesimlerin kendi adalet sorunlarını konuşabilmek için gereksinim duydukları kavramları (siyasi düzlemde sınıf bilinci- sömürü-devrim, emperyalizm-sömürgecilik-ulusal bağımsızlık; felsefi düzlemde, bütünsellik- diyalektik, hakikat) egemen söylemin, toplumun simgesel evreninin içinde, büyük çoğunluk açısından neredeyse tümüyle anlaşılmaz kıldı.
Ben bir keresinde, üzerinde “kâr öldürür” (profit kills) yazılı bir pankartı 1999 yılında Seattle’da, Dünya Ticaret Örgütü toplantısını protesto eden gösterilerde küreselleşmeye karşı, balinaların, kaplumbağaların yok edilmelerine karşı, çeşitli grupların, dini ya da cinsel özgürlükleri için slogan atarak yürürken (bu arada polisten, gaz ve dayak yerken) gördüğümde ilk tepkim yadırgamak olmuştu. İtiraf etmeliyim ki, Kasım soğuğunda, çiseleyen sulu kara aldırmadan elbiselerinin üstünü çıkararak, çıplak bedenlerine yazdıkları sloganları sergileyen bir kadın grubunu bile bu kadar yadırgamamıştım. Böyle bir pankartı en son ne zaman gördüğümü ise anımsamıyordum.
Şimdi de Türkiye’de dinci söylemin, birçok kesimin sesini kesmeye, söylediklerinin büyük çoğunluk tarafından anlaşılmaz kılınmasına çabaladığına şahit oluyoruz. Bu süreçten en çok da emekçilerin, kadınların ve komünistlerin, hatta liberal demokratların, son tahlilde de etnik kimliklerin zarar göreceği kesindir!
Aydınlanma “olayını” unutturmaya, geleneğinin tarihsel izlerini silmeye çalışan dinci siyasi hareket ve toplumda yerleştirmeye başladığı dil (ve biyopolitik), emekçilerin, kadınların, son tahlilde etnik kimliklerin kendi adalet sorunlarını konuşmalarına, konuştuklarında toplumun geri kalanı tarafından anlaşılmalarına olanak veren bir dili adım adım tasfiye ediyor. Siyasal İslam’ın yerleştirmeye başladığı dilin (ve biyopolitik’in) ise kapitalizmin “yeni tini”yle (Boltanski & Chiapello, 2000) ve “kapitalist gerçekçilikle” hiç zorlanmadan uyum sağlayabildiğini görmek ise bize salt Siyasal İslam hakkında değil, kapitalizmin kendi evrimi içinde geldiği nokta hakkında da önemli ipuçları veriyor.
CHP’nin yeni söylemi
Böyle bir süreç içinde genel seçimlere doğru giderken, ana muhalefet partisi CHP’nin de bir yenilenme sürecine girdiği görülüyor. Bu yenilenme sürecinin en önemli göstergelerinden biri yeni bir Başkan ve yönetici kadroysa, bir diğeri de yeni Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun Kurultay’daki söylevinde kendini gösteren yeni bir söyleme tutunma gereksinimi. CHP, geliştirmeye çalıştığı bu yeni söyleme tutunarak, dayanarak, toplumdaki oy oranını artırmayı ve seçimleri kazanmayı düşünüyor.
Bu yeni söylemi paranteze alan çerçevenin ise iki boyutu var: Biri demokrasi diğeri de “kapitalist gerçekçilik”. Bu nedenle Kılıçdaroğlu’nun söylevine bakmadan önce, bu iki boyuta kısaca değinmek istiyorum.
Demokrasi kavramı bizi “demos”un (halkın) egemenliği bağlamında iki seçenekle karşı karşıya bırakıyor. Ya demokrasi bu egemenliğin bir biçimidir. Diğer bir deyişle bir devlet biçimidir. Ya da insanların özgür (siyasetten arınmış) birliğinin, ifadesidir. İkincisi bildiğiniz gibi komünizm, diğer bir deyişle, devletin ve bir devlet biçimi olarak demokrasinin aşılması anlamına geliyor. Birincisiyse bizi en demokratik, dolayısıyla “iyi devlet biçiminin” düşünülmesine doğru yönlendiriyor. Kılıçdaroğlu’nun konuşmasında değindiği, hatta çapasını takmaya çalıştığı demokrasi bu bağlamda düşünülmesi gereken bir kavram.
Demokrasiyi bir devlet biçimi bağlamında düşünmeye başlayınca, “iyi devletin”, iyi bir devlet olabilmesi için, üç alanda egemenliği “iyi” düzenlemesi gerektiğini söyleyebiliriz: Ekonomik alan, ulusal sorun ve haklar, özgürlükler olarak demokrasi. Bu bağlamda, eğer ekonomik bir kriz varsa sorumlusu devlet olacaktır. Devlet, bağlı olduğu ulusu, uluslararası alanda doğru temsil etmeli, bağımsızlığın güvencesi olmalıdır. Üçüncüsü, devlet “demokratik olmak zorunda” oluğunun “bilincinde” olmalıdır. Diğer bir deyişle, hak ve özgürlükler olarak demokrasinin sürekli genişlemesi, evrenselliğini koruması, eşitlik getirici bir süreç olması “iyi devletin” sorumluluğudur. Bu bağlamda, bir topluluğa, dine, etnik özelliğe, bir ırka ve cinse ayrıcalık sağladığı, bu sorunlardan biriyle ilişkilendiği takdirde, devlet demokrasinin evrenselliğini koruyamayacak, soyut vatandaşların eşitliğini ilerletme sürecinin sorumluluğunu üstlenemeyecektir, “iyi devlet” olamayacaktır.
Bu “iyi devlet”in ulusal alanın bağımsızlığını koruyan, ekonominin, vatandaşların gereksinimleri doğrultusunda iyi işleyişini sağlayan, ülkede soyut vatandaşlık ilkelerini (hiçbir dini, etnik özelliğe öncelik verilmeden) olanaklı kılan, eşitliği geliştiren bir devlet olmak zorunda olduğunu söyleyebiliriz.
Diğer bir deyişle, “iyi devlet”, laiklik ilkesinin, vatandaşların etnik olarak heterojen olacağının kabul edilmesine, vatandaşların, siyasi alanda, tüm bu etnik, dini aidiyetlerini aşarak, “unutarak”, salt vatandaşlar olarak ilişkiye girmelerini amaçlar. Bu “iyi devlet”in, gelir dağılımının, eşitlik ilkelerinin biçimselliğine zarar verecek, eşitsizliğin, zenginlerin, toplumsal işlevlerine uygun olmayan, “hak edilmemiş” servetler biriktirmeye başladıkları izlenimini yaratacak düzeye ulaşmasını (Keynes’in uyarısı) engellemeye de özellikle önem verecektir. Bu sonuncusu da eğitim, sağlık, temel belediye hizmetleri gibi vergilerden karşılanan sosyal devletin tatmin edici bir düzeyde var olmasını gerektirir.
Kılıçdaroğlu’nun söylevinin kapitalizmin ufkunun içinde kalmaya dikkat ederek, anlamlarını kurarken de “kapitalist gerçekçiliğe” sadık kalarak bu “iyi devlet” ölçütlerine uymaya çalıştığını, böylece kendini, kendi solundan gelecek sorulara açtığını söyleyebiliriz.
Bu bağlamda, söylevin bizim açımızdan iki özelliği önemli.
Birincisi, söylev özellikle toplumun emekçi kesimlerine, “yeni orta sınıf/proletarya”ya, öğrencilere kadınlara hitap etmeye çalışarak, CHP’nin toplumdaki, ezilenlerin, yönetilenlerin, susturulanların oylarını kazanmaya büyük önem verdiğini gösteriyor.
Burada bir an durarak, CHP
‘yi buraya getiren basıncın, referandum sürecinin gösterdiği gibi Türkiye’de sosyalist hareketin ve giderek kadın hareketinin, kendi fiziki gücünü çok aşan bir kültürel, siyasi etki yaratmaya başlamış olmasından kaynaklandığını ileri sürebiliriz. Bu savı hem gözlemlerimizden, hem AKP’nin, kendi projesine sosyalistlerin onayını alma çabalarından, hem de sosyal demokrasinin, Türkiye’deki ve tarihteki genel deneyimlerinden hareketle, kolaylıkla savunabiliriz. Bu sürecin daha da ilerleyebilmesi, CHP üzerindeki basıncın daha da artabilmesi için sosyalistlerin, bir an evvel kendileri hakkında daha iyimser olmalarının ve daha özgüvenli davranmalarının, toplumdaki etkilerinin bilincine varmalarının önemini de ayrıca vurgulamak gerekir.
İkincisiyse bu söylevin içeriği ve almaya başladığı biçimlerle ilgili. Bu söylev, Kılıçdaroğlu ve partisini belirleyen “kapitalist gerçekçilik” içinde içi doldurulması olanaksız, kimi yerde anlamsız birçok önermeyi barındırıyor. Tüm düzen partilerinin söylemlerinde, oy isteme çabalarında rastlanan bu tutarsızlıklar, anlamsızlıklar, ne ilginç ne de önemli. Ancak, bu söylemin kimi başka özellikleri var ki, bunlar “konuşmanın ve konuşanların, kabul edilebilir anlamların” verili sınırları üzerinde etki yapma gücüne sahip olduğundan Sosyalist Hareket açısından gerçekten önemli.
Bu bağlamda, Kılıçdaroğlu’nun söylevi, çok açık bir biçimde, Aydınlanma geleneğine sadık kalarak, emekçilerin, işçilerin kadınların ve öğrencilerin “adalet” ile ilgili sorunlarını ekonomik sosyal boyutlarıyla birlikte dile getiriyor. Bunu yaparken, çok uzun zamandır Türkiye de “kapitalist gerçekçi” de olsa siyasi partilerin özellikle uzak durmaya çalıştığı bir dili ve bir dizi kavramı yeniden canlandırıyor, meşru, konuşulmasına izin verilen siyasi söylemi bu kavramlara açıyor. Öğrencilerle ilgili bölümde, onlara destek verirken, bu kesimin sesini duyurma, kendine konuşma alanı açma mücadelesinde kullandığı araçları yargılamıyor, eleştirmiyor, bir “goşizm korkusu” sergilemiyor olması da özellikle önemli.
Bu söylev, iktidar partisinin, Siyasal İslam’ın temsilcilerini giderek daha tutucu, baskıcı bir dil kullanmaya ve ait oldukları “hakikat rejimini” daha açık bir biçimde sergilemeye zorlayacak; liberal entelijansiyanın konuşmaya devam etmesini de giderek zorlaştıracak bir dili harekete geçiriyor.
Söylevin aldığı biçimlere gelince, metnin kimi bölgelerinin, halkın iktidarı, emeğin, alın terinin partisi kavramları, yoksulluğu ortadan kaldırma, halkın iktidarında ekonomiyi hem üretenlere, çalışanlara hem de sanayiciye teslim etme vaadi içeren bir dili harekete geçirdiği görülüyor. Bu dilin çelişkili bir realiteye gönderme yaptığı için, konuşmanın tümüne egemen olan “kapitalist gerçekçilik”te belirgin bir istikrarsızlık yarattığı da söylenebilir. Kürt sorununu “Kürt kavramından kaçarak”, ele almasıysa bu söylevin bu alanında çok önemli bir gerginlik yaratıyor.
Yenilenmenin sınırları ve getirdiği olanaklar
CHP’nin yenilenme çabalarının, “kapitalist gerçekçilikle” tasarlanmış bir projenin parçası olduğu çok açık bir biçimde görülüyor. Bu bağlamda, bu projenin kapitalizmin krizi ve hızla kaybolan kaynakları karşısında, vaat ettiklerini, özellikle sermayenin birikim ve yeniden üretim koşullarına ilişkin olanlarını kısmen de olsa yerine getirme şansının, tüm diğer sosyal demokrat partilerde görüldüğü gibi, neredeyse olmadığı kolaylıkla söylenebilir. Burada tek olasılık, CHP’nin bugün krizde olan sermaye birikiminin, finansallaşmanın, dünya ekonomisiyle eklemlenme biçimlerinin ve bunları ifade eden neoliberalizmin temel ilkelerini sorgulamaya başlamasına bağlıdır. Ancak, bugün dünyada bu yönde kimi eğilimler gelişmeye başlamış olmakla birlikte, CHP’nin yenilenme sürecinde, bu konuda ilgiye layık bir yönelim henüz yoktur.
Özetle bu yenilenmenin, emekçilerin durumları, hakları bağlamında vaat ettikleri açısından önü şimdilik kapalıdır. Kılıçdaroğlu’nun da bu durumun ayırdında olduğu, söylevinin içeriğinin, en önemli sorunlardan “bizim binlerce çözümümüz var”, “benim adım Kemal” filan gibi genellemelerle, “çünkü halkın partisiyiz” gibi henüz kanıtlanmayı bekleyen savlarla kaçma çabalarından belli olmaktadır.
Ancak, CHP’nin söylemindeki yenilenme çabalarının, hem sosyalistlerin kendi dillerini toplumda egemen söylemin içinde, bunun baskılarına direnerek giderek daha etkin bir biçimde kullanmalarını kolaylaştıracak, hem de bu dille, CHP’ye yönelen kesimlerle diyalog kurmayı, onları, “kapitalist gerçekçiliğin” etkilerinden kopararak sosyalizme doğru çekmelerine yardımcı olacak özellikler taşıdığı da görülüyor. Kılıçdaroğlu’nun söylevi, tüm sorunlarına karşı, gerek komünist, sosyalist partilerin, gerekse haklar mücadelesi hareketlerinin programının ve gündeminin parçası olmaya aday (hatta çoktan parçası olduğu için dile getirilen) talepleri de içeriyor.
Tarih bize neredeyse her zaman emekçi kesimlerin, proletaryanın, devrimci bir çizgiye yönelmeden önce reformist bir alanda “eğitim gördüklerini” gösteriyor. Proletarya bu “reformist siyasi alanda eğitimi” sırasındaki tartışmaların ve kendi deneyimlerinin, düş kırıklıklarının, etkisiyle, bazen yavaş ve aşamalı olarak, bazen de konjonktürün özeliklerine göre birkaç günde, birkaç on yıllık yolu kat ederek komünizme doğru yönelmeye başlayabiliyor. Bu yönelimin başlamasıysa, bildik, denenmiş kendini “proletaryanın reformist eğitimi” sırasında, savlarıyla ve eylemleriyle kanıtlamış bir seçeneğin varlığını gerektiriyor.
CHP’nin reformist bir parti olma yönünde yenilenmeye başlaması, bu dinamiğin yeniden hareket geçme olasılığını Türkiye’de de hazırlamaya başlıyor. Sosyalistlerin bu olasılığın hareket geçmesine katkıda bulunmak ve süreci hızlandırabilmek için, CHP’nin bu yeni diliyle ilişkilenmeye, CHP’nin vaatlerini, bu vaatlerin tüm zaaflarının ayırtında olarak, ama bu zaafların halkın gözünde henüz açıklığa kavuşmadığını bilerek, “ciddiye almaları” ve onu vaatlerine sadık kalmaya zorlamaları gerekiyor. Diğer bir deyişle, sosyalistler, proletaryanın ve halkın önünde “o ki böyle diyorsun hadi bakalım söyleme, göster!” diyecek konumda olmaları gerekiyor.
Bu sürecin başlayabilmesi ve devam edebilmesiyse, büyük ölçüde gelecek seçimlerde sosyalistlerin CHP karşısında alacağı tutuma ve seçimlerden sonra oluşacak siyasi tablo içinde güçlerin dizilişine bağlı olacak.
dipnotlar:
1. Kemal Kılıçdaroğlu’nun, CHP’nin 15. Olağanüstü Kurultayında yaptığı konuşmanın Internet sitesindeki metninde bulduğum bu ifade bir dil sürçmesi olsa gerek. Ama Freud’cu bir yaklaşımla, bakarsak, CHP’nin Kurtuluş Savaşı ile ilişkili gerçeğini bize çok güzel açıklıyor: Sultan’a kulluk etmekten kurtularak, emperyalizme direnerek özgürlüğümüzü kazandık ama, sermayenin tutsağı olmayı seçtik.