Onun gözünde emaye kaplı parlak firma tabelaları, aşağı yukarı bir burjuva salonundaki yağlıboya tablo gibi bir duvar süsüdür; duvarlar, not defterini dayadığı yazı masasıdır; gazete kulübeleri kitaplıklarıdır; cafe’lerin balkonları da, işini bitirdikten sonra eğilip sokağa baktığı cumbalardır 1980’lerde daha Microsoft, IBM’i sollamadığında tepesinde olan Thomas Watson “Sadakat, insanı her gün doğru karar vermek zahmetinden kurtarır” […]
Onun gözünde emaye kaplı parlak firma tabelaları, aşağı yukarı bir burjuva salonundaki yağlıboya tablo gibi bir duvar süsüdür; duvarlar, not defterini dayadığı yazı masasıdır; gazete kulübeleri kitaplıklarıdır; cafe’lerin balkonları da, işini bitirdikten sonra eğilip sokağa baktığı cumbalardır
1980’lerde daha Microsoft, IBM’i sollamadığında tepesinde olan Thomas Watson “Sadakat, insanı her gün doğru karar vermek zahmetinden kurtarır” (1) demişti. Yeni Radikal’i elime aldığım o ilk gün gazetede gördüğüm birkaç adamın sadakatsizliğini bu cümlenin yardımı ile aklamıştım. Yazın yolculuğumda göz ağrılarımdan olan Yıldırım Türker’in füsunkâr dili ise “Sokakta gazetecilik” sloganı ile yola koyulan Radikal’in çalımına katkıda bulunmak için arada sırada da olsa değmeyecekti zihinlerimize, yüreğimize. 2 hafta önce SDP’li üç kadınla röportajını okuduğumda tuhaf bir yabancılık hissi ile hızlıca diğer sayfalara bakıp alışmış olduğum tarzda yazısını aramıştım. Ne yalan söyleyeyim, gereksiz gördüğüm atraksiyon canımı sıkmıştı. Onu onun diliyle anlatmaya kalkışmıyorum, “bildiklerimin kekemesi” olurum güvensizliğinden.
Birgün’den ayrılan Sırrı Süreyya Önder’i de aklamıştım aklamasına ama… Yeni yetme buram buram Anadolu görünümlü burjuva Eyüp’ün bu arada derede radikal lobisi şaşırtmıştı beni. Bir yanağına vurana, öbür yanağını da çevirecek imajda duran Eyüp Can’ın göz bebeğinin görülmemesinden kaynaklı samimiyet anlaşılırlığı da nötr nezdimde. S.S. Önder’in fevkalade hatta haklı olarak ağlak olabilecek bir hikâyeyi mağrur, müstehzi, gerekli vakitlerde kibirli, lafı gediğine oturtacak şeklinde anlatışına tanık olup da onu sevememeyi başarmak pek olası değil. Hani şu rakı masasına yakışan adamlar, kadınlar vardır; içerken, düşünmeyi terk etmeyen. İşte tam öyle (Gıyabi yazılarından çıkardığım tahminim). Ama bu sevdiğim sevimli adam Birgün’e yazmış olduğu veda yazısında ayrılma sebebini şöyle açıklamamış mıydı? “Bir romanı tamamlamak ve yeni filme hazırlanmak gibi yoğun bir zihinsel konsantrasyon gerektiren döneme giriyorum.“(2) Neyse ki üzerine 7 ay geçmiş. Çocuk bile yapılıyor bu kadar zamanda. Araya başka hayat ihtiyaçlarının girmiş olması gayet doğal. Diğer sevimli güzel insan Metin Üstündağ’la tanışıklığım bir belgesel çekimimden. Bizi bir TV kanalından sanıp aracıları aracılığıyla ekmeye çalışmıştı. Sonra 68 gençliğine öykünen, idealist tiplemeler olduğumuzu görünce bu ekme işini itiraf etmiş, “Ne güzel” demişti. Gülmüştük, eğlenmiştik. Ayrılırken de romantik tonlamalarımızla “Güzel İnsan” demiştik arkasından. Yok bitti aşkımız demiyorum, hâlâ “Güzel İnsan”. Ama işte…
Hazret-i Google’da şöyle bir dolaşsanız, copypace usulü gazeteciliğin nasıl da tek komutlu, mono news haber ağını oluşturduğunu ilk 15 dk’da anlayabilirsiniz. Bu anlamda masa başı gazeteciliği özgün bir bakıştan, araştırmadan çok kelime kelime aynı giden, aynı haber havuzundan beslenen bir kısırdöngü iletişim ortamı yaratıyor. Hal böyleyken global bir sektör olan medyadaki yazar aydına (Foucault’un “spesifik” entelektüel dediği) düşen görev bir gazeteciye düşen görevden ayrışıyor. Elimine edilen haberler çoğu kez toplumun teyakkuzuna neden olacağı korkusundan bertaraf edilen hadiseler. Bu durumda geriye kalan ya da seçilen haberler üzerinde yapılacak yorumlara, muhakemelere daha çok iş düşüyor. Bu durumda muhabirin cengâverliği ile yazar aydının cengâverliğini bir tutmak, su ve sabunu bir tutmak gibi bir şey oluyor. Peşi sıra gelen lakaplı fikrim ise Genel Yayın Yönetmeni Eyüp Can’ın 21. Yüzyıl “Flâneur”larını bir araya getirmek üzere gazete dünyasında Mesihliğini ilan etmiş olması. Hatta ilk yazısı olan “Yahudi Sevgilim, Müslüman karım ve ben” anlayan için bir şifre niteliğinde.
1840’larda pasajlarda kaplumbağa gezdirmek, bir kibarlık göstergesi olarak moda olmuştu. İşte tam bu dönemde “Flâneur”lar çıkar ortaya. Kalabalığın içerisindeki bu aheste aheste yürüyüş, aldırışsızlık aslında tam anlamıyla bir görmeyi, tanımayı, öğrenmeyi sağlayacak sabrın alametiydi. Miskinlikten doğma bu ehlikeyif davranış, toplu taşıma araçlarında birbirine bakmaktan dahi çekinen insanların yanında oldukça politik duran bir esrik olma haliydi. Flâneur’un farkındalığı, dünyayı gördüğü yerdeki ayrıcalığı onu kalabalıklar içerisinde yalnızlaştırdı da. Bir kent yaşantısına has her şey Flâneur’un düşün dünyasının takip ettiği figürler, imgeler olabilirdi. Fransızca karşılığı “avare gezinen” anlamına gelen Flâneur’u, Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam”ı ile karıştırmayın. Benzer yanları olmakla birlikte küçük nüanslarla ayrılırlar. Salt görünüşte olan tembelliğinin ardında yaşadığı toplumu derinlemesine kavrayabilen, W. Benjamin’in tabiri ile “suçluyu gözden kaçırmayan bir gözlemcinin uyanıklığı” (3) vardı. İşte bu sokakta avare gezen adamı gazeteci yapmanız pek mümkün olmayabilir. Ama masa başında dahi olsa yıllarını gazetecilik mesleğine vermiş bir insanı “flâneur”a çevirebilirsiniz. Eyüp Can’ı tebrik etmek gerekir.
Flâneur’u anlatmaya devam edelim. Caddeler, pasajlar, sokak lambaları, tabelalar yani kent parçaları onun içmekânında kullanabileceği görsellerdir. “Cadde, Flâneur için konuta dönüşür; sokaktaki adam, kendi dört duvarının arasında nasıl evinde olduğunu duyumsarsa, Flâneur de bina cepheleri arasında kendini evindeymiş gibi duyumsar. Onun gözünde emaye kaplı parlak firma tabelaları, aşağı yukarı bir burjuva salonundaki yağlıboya tablo gibi bir duvar süsüdür; duvarlar, not defterini dayadığı yazı masasıdır; gazete kulübeleri kitaplıklarıdır; cafe’lerin balkonları da, işini bitirdikten sonra eğilip sokağa baktığı cumbalardır.“(4) Bu alıntıyı okurken kafanızda ne uyandı? Taksim civarında sıkça karşılaştığınız bir yazar olabilir mi? Mutena bir cafede pek afili duran düşünme hallerine, takıntısız bir avareliği de eklerseniz, değmeyin Radikal’in tiraj keyfine.
Aydın olmanın çetin cevizliğinin yanında, entelektüel olmanın meşakkatsizliği ve biraz da kişinin kendisine yapmış olduğu bilgi hizmeti lüksü olması onu daha da sahiplenilir duruma getirmiştir. Arafta kalanlar için ise türlü tanımlamalarıyla birlikte birçok sıfat örneği var ülkemde. Arundhati Roy “Küçük Şeylerin Tanrısı” kitabında bir kadın karakterinin evliliğe yönelmesini “Bir yolcunun havaalanın bekleme salonunda gördüğü boş bir koltuğa yönelmesi gibi, oturmalıyım duygusuyla.“(5) anlatmıştı. Taşmaya heveslenmiş bir bilgi isteği de benzer bir duyguyla davranılmasına sebep olabilir ya da birçok konuda derinden hissedilen duyarlılığın sizi taraf olmaya itmesi gibi. Bir an önce oturma duygusu yapışır yakanıza. Tüm bu bahsettiğim karakterlerin kurnaz seçimlerle bir araya getirildiğini düşünün ya da elinize Radikal’i alın. Hoş güzel de olmuş. Ama az olanların kıymetini gene az olanların bilmesi içimizi daha ferah tutmaz mıydı? Neyse, önyargılar silsilesi diyelim. Herkese kolay gele.
dipnotlar:
1. Richard Sennett, Karakter Aşınması, Barış Yıldırım (çev.), 3. Basım, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2008, s. 129
2. http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1263905927&news_code=1269346969&year=2010&month=03&day=23, 23 Mart 2010
3. Walter Benjamin, Pasajlar, Ahmet Cemal (çev.), 6. Basım. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2007, s. 135
4. Benjamin, Pasajlar, s. 131
5. Arundhati Roy,
Küçük Şeylerin Tanrısı, İlknur Özdemir (çev.), 8. Basım. İstanbul: Can Yayınları, 2006, s. 31