Giriş var ama çıkış yok! Avrupa Kültür Başkenti İstanbul’daki Tophane baskını, karşılıklı empati eksikliğine bağlandı. Kalantor tüccar görünümlü Tophaneli mal sahipleri ekranlarda belirince, olayların ne tarihi dokudan sökülen yoksulluğun tepkisi ne de yaşam tarzlarının kazara çarpışmasından mütevellit olmadığı anlaşıldı. Neoliberal mekansal dönüşüme yani ‘soylulaştırmaya’ en ağır koşullarda maruz kalan Tarlabaşı’nda ise, sakinlerin evleri başlarına yıkılıvermişti […]
Giriş var ama çıkış yok! Avrupa Kültür Başkenti İstanbul’daki Tophane baskını, karşılıklı empati eksikliğine bağlandı.
Kalantor tüccar görünümlü Tophaneli mal sahipleri ekranlarda belirince, olayların ne tarihi dokudan sökülen yoksulluğun tepkisi ne de yaşam tarzlarının kazara çarpışmasından mütevellit olmadığı anlaşıldı.
Neoliberal mekansal dönüşüme yani ‘soylulaştırmaya’ en ağır koşullarda maruz kalan Tarlabaşı’nda ise, sakinlerin evleri başlarına yıkılıvermişti ve emniyet güçleri ‘gıklarını’ bile çıkartmalarına izin vermemişti.
‘Soylulaştırma’, Tophane baskınında sivilleşen şiddetin ‘faşist rengini’ rötuşlamak için işe yaradı sanki.
Dolambaçsız söylersek; Tophane’de kendini devlet otoritesi yerine koyan hınçlı örgütlenme, ‘nizami’ koruma adına ‘kendi hukukunu!’ uygulamaya kalkmıştı.
2000’li yılların başından beri Türkiye’nin çeşitli illerinde bu tip kalkışmaların arttığı olaylar patlak verince de devlet himayesine alınan bu grupların cürümlerinin de örtbas edildiğini takip ediyoruz…
Tahrike açık bu vatandaşlık tipolojisinin duyarlılığı; Kürtler, Aleviler, solcular, Romanlar ve eşcinsellere karşı çok yüksek.
Trabzon’dan Edirne’ye, Sakarya’dan Mersin’e, Muğla’dan Malatya’ya şiddet timleri ‘nefret objesinin’ etrafını çeviriveriyor.
Sünni-Türk-Maço eğiliminin faşist infialleri sopalı -sivil şiddet olarak caddeleri basıp adam darp ederken her zaman yaşam tarzı kalkanı da yeterli olmuyor.
Peşinen bu grupların ‘tahrikçi’ olduğunu ve ‘vatandaş huzurunu’ bozduğunu kabul eden emniyet güçleri, genellikle saldırıya uğrayanları ‘koruma’ amacıyla gözaltına alıyor.
Halkın ‘kurbanları’ kendi yöntemlerince cezalandırma isteğine belli düzeyde anlayış gösterilirken, hukukun ‘suç’, ‘suçlu’ ve ‘adalet’ kavramlarının da bir hayli bulanıklaştığı kesin.
Bu arada hukuk devletine yakışan ve yerel faşist teşebbüslerin önünü kesecek gelişme, Selendi’den geldi.
Geçen ocak ayında Manisa’nın Selendi İlçesi’nde yaşayan Romanlara karşı saldırıya ilişkin savcılık iddianamesi tamamlandı.
Romanların evlerinin yakıldığı, Roman vatandaşların yaralandığı olaylarla ilgili savcılık 80 sanık için üç ila 150 yıl arasında değişen hapis cezası istedi.
Savcının emsal teşkil edecek iddianamesinde, ilk defa ‘aşağılama’ suç olarak kabul edilmişti.
Televizyon kamera kayıtlarını inceleyen savcılık, ‘Öldürelim, bunları buradan gönderelim’, ‘Bu şerefsizleri burada barındırmayalım’, ‘Selendi halkı şerefsiz mi?’, ‘Camimize, dinimize, karımıza, kızımıza küfrediyorlar’ gibi kışkırtıcı sloganları tespit etmiş.
Ve 80 sanık hakkında ‘mala zarar vermek’, ‘aşağılamak’, ‘halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek’ suçlarından dava açılmış.
Ayrımcılık suçu, Türk Ceza Kanunu’nun 122. Maddesi ile yaptırıma bağlanmış olmasına rağmen ırkçılık ve ayrımcılığın önlemesinde uluslararası sözleşmeleri ya onaylamamış ya da çekince koyarak onaylamış Türkiye, farklı kimliklere tahammülsüzlüğün yıkıcı etkileriyle haşır neşir olurken ‘aşağılamanın’ suç olarak kabulü, çok olumlu bir hukuki muhakemeyi gösteriyor.
Ve dikkatimizi bu davanın 16 Aralık’taki duruşmasına çevirip bekliyoruz.
Hükümeti de Avrupa İnsan Hakları sözleşmesinin ayrımcılık yasağını düzenleyen Ek-12. protokolünü ivedilikle onaylamaya davet ediyoruz…