İdeoloji kelimesini gündelik dilde “bakış açısı”, “dünya görüşü” olarak kullanırız. Bu, ideolojiye olumlu bir anlam yüklüyor. Ancak bir de olumsuz anlamda kullanılır. Şöyle deriz: “İdeolojik yaklaşıyorsun” Bununla “aslında durum öyle değil ama sen kendi fikrini gerçekle yer değiştirmeye zorluyorsun.” demek isteriz. Eski politik metinlerde bu anlamıyla ideolojinin “yanlış bilinç” olarak kullanıldığını biliyoruz.. “Yanlış bilinç”i gündelik […]
İdeoloji kelimesini gündelik dilde “bakış açısı”, “dünya görüşü” olarak kullanırız. Bu, ideolojiye olumlu bir anlam yüklüyor. Ancak bir de olumsuz anlamda kullanılır. Şöyle deriz: “İdeolojik yaklaşıyorsun” Bununla “aslında durum öyle değil ama sen kendi fikrini gerçekle yer değiştirmeye zorluyorsun.” demek isteriz. Eski politik metinlerde bu anlamıyla ideolojinin “yanlış bilinç” olarak kullanıldığını biliyoruz.. “Yanlış bilinç”i gündelik dilde “ideolojik saplantı” olarak kullanırız. Zira eğer kişi veya örgüt-parti vb. savunduğu fikirlerin gerçek hayatla ilişkisine bakmaksızın at gözlüğü takmış gibi kendi bildiğini okumaya devam ederse ideolojik saplantı içinde olduğu söylenebilir. Kuşkusuz buradaki en önemli husus ideolojinin bilimle ve diyalektik yöntemle ilişkisinin kopmasıdır.
Referandum sonucunu değerlendiren Ahmet Altan gazetesindeki köşesinde kaleme aldığı yazıyla bu saplantıyı ne kadar derinden yaşadığını gösteriyor. Hem de tersini iddia ederek. Altan 14 Eylül tarihli yazısında “Gizli ve açık taraftarlarının büyük desteğine rağmen Kemalist rejim halkın güçlü sillesiyle sallandı. Aslında bu kaçınılmazdı. Kemalizm, artık bu ülkenin yaşamını sınırlandıracak güce sahip değil, gürbüzleşen, gelişen, zenginleşen bir Türkiye elbette kendine daha geniş, daha ferah, daha özgür bir yapı yaratacaktır” diyerek gelişmelerin daha “ferah” ve “daha özgür” bir Türkiye yaratacağına olan inancını vurguluyor.
Yazısının devamında ise “Yetmiş milyon nüfuslu, adam başına milli geliri on bin dolara yaklaşan, yılda otuz milyon turistin geldiği, ihracatı yüz milyar doları geçen, yüzlerce televizyon kanalına sahip bir ülke, insanların yaşam biçimine, düşüncesine, inancına karışan bir sistemle yönetilemezdi, kendine demokratik bir sistem yaratacaktı.” diyerek Türkiye’nin dinamiklerinin toplumu zorunlu olarak böyle bir tercihe yönelttiğini ifade ediyor.
Altan ülkenin gelişme dinamiklerinin önündeki engelin Kemalizm olduğunu ve bu referandumla Kemalist rejimin sallandığını ileri sürüyor. Bütünüyle öznel olan bu iddiaya cevabı Kemalistlere bırakarak biz daha nesnel bazı tespitler üzerine oturtulan fikirler üzerinde duralım. Altan, “…gelişen, gürbüzleşen, zenginleşen” bir Türkiye’den bahsediyor. Ahmet Altan hiç Taraf gazetesi, evi ve akşamları takıldığı mekanlar dışında Türkiye’nin herhangi bir yerine gitmiş mi hayatında. Hadi işçi edebiyatı yapmayalım. 600 milyon asgari ücrete çalıştırılan milyonlarca işçiden bahsetmeyelim, işsizlerden ve işsizleri bahane ederek milyonlarca çalışanı son derece zor şartlarda çalışmaya mahkum eden kapitalist düzenden de bahsetmeyelim.
Mesela Ahmet Altan bir gün yanına ekonomi muhabirini de alsın ve bu ülkenin KOBİ diye tarif edilen işyerlerinin yoğunlukta olduğu sanayi sitelerine gitsin. Oradaki işyeri sahipleriyle bir konuşsun. Onlara sadece “Son 30 yılda yaşadığınız en kötü dönem hangi yıllar” diye bir sorsun. Bakkal Ahmet’e , kasap Şükrü’ye, yıllardır küçük kamyonetiyle nakliyecilik yapan Yılmaz amcaya sorsun. Çorum’daki çiftçiye, Güneydoğu’da hayvancılık yapan tüccara, Ordu’daki fındık üreticisine, Rize’deki çay üreticisine sorsun. Hiçbirinde “gürbüzleşen” “zenginleşen” bir Türkiye fotoğrafı göremeyecektir.
Ve bir de neymiş, “adam başına milli geliri on bin dolara yaklaşan” bir Türkiye imiş! Ahmet Altan bu gelirin nasıl dağıldığına ilişkin hiçbir kaygı taşımıyor. Toplam milli üretimin ne kadarı nüfusun ne kadarına gidiyor kısmı liberallerin ilgi alanı dışında. Artan toplam milli gelirin altında giderek yoksullaşan büyük kitlelerin onlar için hiçbir önemi yok. Çünkü eşitlik ve adalet kavramları onların fikir dünyasında yer almıyor. Ama soyut bir özgürlük anlayışının peşinden gitmeye bayılıyorlar. AKP’nin etnik ve dini özgürlükler konusundaki hamaseti gözlerini kamaştırıyor ama bir kez olsun “8 yıldır tek başına iktidardasın somut olarak ne yaptın” diye düşünmeye cesaret edemiyorlar. Niye bu anayasa değişikliğinde vatandaşlığın etnik temele dayandırılmasından vazgeçilmiyor, niye zorunlu din dersleri kaldırılmıyor soruları onlar için önemli değil. Sorulduğunda da Tayip Erdoğan’ın ağzıyla konuşmaktan utanmıyorlar. “Eee her şeyin bir sırası var, onun da zamanı gelecek.”
Ahmet Altan soyut bir “kahraman toplum” öznesi yaratıyor. İddiaya göre bu toplum özgürlükçü ve demokratik bir sistem arayışında önündeki bariyerleri yıkmaya çalışıyor. Bahsedilen toplumsal dokunun yani milliyetçi-muhafazakar dokunun bu ülkenin 80 yıllık tarihinde bütün demokratik-özgürlükçü-eşitlikçi gelişmelerin önündeki temel bariyer olduğu gerçeğini görmek bile istemiyor. Şimdiye kadar hangi özgürlükçü talebin arkasında durmuş bu toplum? Mesela Kürtlerin eşitlik talebini desteklemiş mi, Alevilerin eşitlik talebini desteklemiş mi? Hayır. Referandumda en çok özgürlüğe ihtiyacı olan bu iki toplumsal kesimin “evet” dememesi ve fakat diğer milliyetçi muhafazakar topluluğun blok halinde “evet” demesinin üzerinde neden hiç düşünmek ihtiyacı hissetmezler?
Çünkü bu ülkede kendisine liberal diyenlerin gerçek hayatla hiçbir ilişkileri yoktur. Kağıt üzerinde yazıp çizmeye bayılırlar. Tayyip Erdoğan’ın konuşmalarına bakarak onun siyasetini değerlendirmek zorundadırlar. O’nun demokrasi ve özgürlük söyleminin Anadolu’daki, büyük kent mahallerindeki izdüşümlerinden haberleri bile yoktur. Kendilerini gerçek bir taraf olarak varedemeyişleri sorununu dün Özal’ın bugün Erdoğan’ın kuyruğuna takılarak çözmeye çalışıyorlar.
* Tufan Sertlek
Dev Sağlık-İş Genel Sekreteri